HALİM – Yaratıcı bir tanrının
varlığını reddedenler insanoğlunun nasıl ortaya çıktığını açıklamakta aciz
kalıyorlar. Sizce atalarımızın maymun olduğunu söylemek makul bir görüş mü?
SELİM – “Atalarımız maymundu”
demek özensiz bir ifade olur. İnsan ve maymun ortak bir atadan evrildi
diyebilirsiniz, ya da insanoğlu bir primat yani kuyruksuz maymun türüdür
diyebilirsiniz. Bariz bir gerçek değil mi? Genetik yapıları yüzde doksan dokuz
küsur oranında uyuşuyor. İskelet yapıları benzer, gözler benzer, kulaklar
benzer, iç organlar benzer, vücut sıcaklığı benzer, kan yapısı benzer, parmak izleri
benzer, üreme yöntemleri benzer, davranış kalıpları – mesela bir deniz anasına
ya da sporlu mantarlara oranla – neredeyse aynı.
HALİM – Bilinç? İnsanın bilinci
var mı maymunda?
SELİM – Homo sapiens’in sembolik
iletişim yeteneği yok diğer maymun türlerinde, doğrudur. Ona bakarsanız amca
oğullarımla benim aramda da beceri ve yetenek açısından birçok fark
bulabilirsiniz.
HALİM – Akıl ve irade sahibi bir
Yaratıcı’nın varlığına inananlar, evrim teorisinin, test edilmemiş hipotezler
ve döngüsel bir mantık üzerine kurulu olduğunu savunuyorlar. “Falan tür neden
evrildi?” “Çevreye uyum sağladığı için.” “Uyum sağladığını nasıl anladınız?”
“Kalıcı olduğuna göre uyum sağlamış olması gerekir.” Bu düşünce tarzının
bilimsel olduğunu düşünüyor musunuz?
SELİM – Allah’ın oturduğu yerden
altı günde evreni ve tüm canlı türlerini yarattığını veyahut yeryüzündeki
insanları eğitmek ve onlara kendi kudretini bildirmek amacıyla bazı türlerde
mutasyonlara yol açtığını savunan tezlerden daha bilimsel olduğu şüphesiz,
değil mi?
Ortada bence tartışılmaz olan
birkaç olgu var.
Bir, yeryüzündeki canlı türleri dört
milyar yıllık bir süreçte peyderpey ortaya çıkmış. O süreçte ortaya çıkan canlı
türlerinin pek çoğunun soyu şu veya bu nedenle tükenmiş. Fosil bulguları bu iki
vakıayı şüpheye yer bırakmayacak bir açıklıkla gösteriyor. Demek ki türleri
ortaya çıkaran ve yok eden amil her ne ise, bu işi bir günde ya da altı günde
yapmamış. Etkisini dört milyar yıla yaymış. O etkiyi hala sürdürmediğini
düşünmemiz için geçerli bir neden yok.
İki, mutasyon diye bir olgu var
ve bazı mutasyonlar sonraki kuşaklara aktarılabiliyor. Mesela albino bir
fareden birkaç kuşak içinde safkan albino bir popülasyon üretmek mümkün.
Üç, yapay seçilim, on bin küsur
yıl önce ilk koyunun ve ilk buğdayın evcilleştirilmesinden bu yana hemen her
çiftçinin bildiği bir olgu. Herhangi bir hayvan veya bitki popülasyonunda en
uzun boyluları, en yağlıları, en güzel kokuluları, en beyaz renklileri seçip
çoğaltırsanız, birkaç kuşak sonra uzun boylu, yağlı, güzel kokulu yahut beyaz
renkli bir ırk elde edersiniz. Bu işlemi yeterince uzun süre devam
ettirirseniz, bir nokta gelir, yeni ırkın bireyleri eski ırktan olanlarla
cinsel birleşmede isteksiz ya da başarısız olmaya başlarlar. Örneğin kiraz,
yapay seçilimle elde edilmiş bir vişne ırkıdır. Ancak gelişkin kiraz ırklarının
birçoğu vişne ile döllenemez; ya da eğer döllenirse kısır ya da cılız ürün
verir.
Dört, binlerce yıldan beri rutin
olarak uyguladığımız yapay seçilime eşdeğer sonuçların, doğal şartlarda
kendiliğinden oluşmaması için hiçbir geçerli neden yoktur. Çevre koşulları
değişir; bazı kalıtsal özelliklere sahip bireylerin hayatta kalma ve üreme
şansı azalır veya artar. Beyaz buzul ortamında, albino ayıların yaşama şansı
daha fazladır. Ötekiler tükenir. Ayağında perde olan su kuşları daha iyi
yüzebildiği için daha kolay balık tutarlar. Ötekiler aç kalıp ölür.
Bu dört olgu bence biyolojik
çeşitliği son derece zarif, akılcı, ikna edici bir şekilde açıklayan bir
mantıki çerçeve sunuyor. İtiraz edebilecek ne var bunda, anlamakta zorluk
çekiyorum. Elbette doğal seçilimle evrim modeli biyolojideki her muammayı
çözmüş değildir. Eminim cevabını henüz bilmediğimiz milyonlarca soru var.
Elbette pop biyolojinin bu kadar prim yaptığı bir çağda döngüsel mantığa,
bilimsel eleştirellikten ziyade kişisel imana, hatta haksız otoriteye dayalı
birçok iddia ortaya atılabilir ve bazıları revaç görebilir. Bilimsel hakikate
saygısı olan herkesin bu tür yanlış uygulamalarla mücadele etmesi gerekir, o
konuda sizinle hemfikirim. Lakin heyecanı aklından önce giden falan biyolog
bakteri popülasyonlarını yanlış yorumladı diye, bakterileri ilkçağ Yahudi ve
Arap efsanelerinde zikredilen bir yarı-insan masal varlığının yarattığına
hükmetmek de çok rasyonel bir yaklaşım değil gibi geliyor bana, ne dersiniz?
Kaldı ki, laf aramızda, ne
Tevrat’ta ne Kuran’da tanrının bakterileri (ve trilobitleri ve dinozorları)
yarattığına dair bir ibare bulunmuyor. Sizce unutkanlık mıdır, yoksa
bakterileri yaratan Allah, Big Bang’in tanrısı gibi, modern bir icat olabilir
mi?
HALİM – İkidir dikkatimi çekiyor,
Tevrat ve Kuran’dan eleştirel bir dille söz ediyor, ama İncil’e
değinmiyorsunuz. Orada bir tercih, bir temayül izi mi görüyoruz?
SELİM – O konuya belki bu
tartışmanın ilerleyen aşamalarında daha ayrıntılı olarak değinme fırsatı
buluruz. “İncil” adını verdiğiniz Yeni Ahit’in statüsü diğer iki kitaptan
farklıdır. Yahudi kutsal kitabı ile Kuran bütün birer kozmoloji, birer tarih
vizyonu, yaratılış ve kıyamet teorisi sunarlar. Yeni Ahit ise İsa ve
tilmizlerinin hayat hikâyesi ile bir dizi ahlaki öğreti ve tartışma içerir.
Burada konumuz evrenin ve canlı türlerinin orijini: o konuda Yeni Ahit’te dişe
gelir bir tez bulamazsınız. Anmamamın sebebi bu.
HALİM – Doğal yaşamın
çeşitliliğine, zenginliğine baktıkça ben insan aklını aşan bir mucize
görüyorum. Büyük ve düzenleyici bir irade olmadan bir insan gözü gibi bir
fantastik mekanizma nasıl oluşur? Leylekler nasıl göçer? Karıncaların karnı
nasıl doyar?
SELİM – “Mucize” deyimi,
anladığım kadarıyla, “henüz bilimsel açıklaması yapılmadı” anlamına geliyor,
hepsi bu. Argümanınız hep aynı: “Bilmiyoruz, demek ki Yahudi mitolojisine – ya
da onun türevi olan Arap efsanelerine – başvurmaktan başka çare yok! Aynı
mantıkla Rab Şiva’nın lingamı da olabilir tabii başvuru mercii, ya da Matrix’in
efendileri. Ne kadar fantastik, o kadar iyi.
“Henüz bilimsel açıklaması yok”
dediğiniz şeylerin birçoğunun aslında tatmin edici bilimsel açıklamaları var;
belki tanrı tezini savunanlar farkında değil, ya da görmezden geliyorlar.
Diğerlerinin bilimsel açıklamaları henüz yoktur, ya da tatmin edici değildir.
Olabilir, demek ki daha öğreneceğimiz çok şey var. Belki de hiç
öğrenemeyeceğiz, o da mümkün. Bundan ne çıkar? “Çok çalış, belki öğrenirsin”
çıkar. “Uydur bir masal, hep beraber rahat edelim” çıkmaz.
Gözün evrimi konusunda çağdaş
biyoloji literatürü zengindir. Dawkins’te, Jared Diamond’da, Steven Pinker’da
gayet berrak ve tatmin edici özetler okuduğumu hatırlıyorum. Bir ipucu: insan
gözü dediğimiz fantastik mekanizma bir günde (yahut altı günde) oluşmadı. Işığa
duyarlı ilk tek hücrelilerle homo sapiens arasında en az iki üç milyar yıl ve
belki yüz milyar ila bir trilyon nesil var. Her yüz nesilde bir küçük adım atılmış
olduğunu varsayarsak bu en az bir milyar adım eder. İnsan gözü hâlâ etkileyici
bir mucize olarak kalır, ama o “mucizeyi” aydınlatma babında cinlerden
perilerden yahut benzeri doğaüstü müdahillerden daha etkili bir perspektif oluşturmuş
olursunuz.
HALİM – Tesadüf mü yani bütün
bunlar, bu ağaçlar, kuşlar, böcekler, kelebekler? Hiçbir düzenleyici irade
olmadan moleküller bir araya gelip, yeterince denemeden sonra insan gözü
oluşturuyorlar. Aklınız yatıyor mu böyle bir şeye?
SELİM – “İrade yoksa tesadüf var”
diyorsunuz, insan aklının son bin yıldaki en önemli keşfini göz ardı
ediyorsunuz. İrade ile tesadüften başka bir üçüncü seçenek var, evet, doğa
yasaları var matematiksel bir kesinlikle tanımlayabildiğimiz. Bu yasaları kim
koymuş, neden koymuş bilmiyoruz. En azından ben bilmiyorum. Ama “irade yoksa
kaos var” fikri, Newton’ın ve Galileo’nun yaşamış olduğu bir dünyada pek cılız
kalıyor.
Biyolojik mutasyonlar tamamen
kaotik midir, yoksa bir kuralı var mıdır, bildiğim bir konu değil. Fakat evrim sürecini
kaotik olmaktan çıkaran iki temel amil görüyorum: Canlı varlıkların, bir, hayatta kalma, ve iki, üreme içgüdüleri.
Bunlar şaşırtıcı şeylerdir, kabul ediyorum, hatta adeta “mucize” diyebiliriz. Bir
molekül yığını “aman dağılmayayım, kendi kopyamı üreteyim” diye neden hırs
yapıyor bilmiyorum. Ama bu güdüleri bir kere veri alırsanız gerisi oldukça
basit. Kaotik mutasyonları birtakım canlı varlıklar, hayatta kalma ve üreme
mücadelelerinde avantaj olarak kullanmayı başarmışlar. Dolayısıyla o
mutasyonları yavrularına aktarabilmişler. Mucize diye saydığınız olgular – gözümüz,
dalağımız, leyleklerin rotası – milyarlarca atamızın yaşama iradesinin bileşik
ürünüdür, tesadüf değildir.
Evet, irade var o öyküde, ama
doğaüstü bir padişahın iradesi değil. Atalarımızdan bir denizanasının
kardeşlerinden daha iyi beslenme hırsında, keskin gözlü bir kertenkelenin daha
çok dişiyle çiftleşme azminde, baş parmağı ayrık bir maymunun daha yüksek
dallara tırmanma becerisinde tezahür eden bir irade.