Sunday, February 18, 2018

Halim ve Selim 18: Akıl ve İslam

HALİM – Birçok düşünürler İslamın bir akıl dini olduğu görüşünde birleşiyorlar. Akıl, Allah’ın insana verdiği en büyük nimettir. Kuran-ı Kerim aklı yüceltir; pek çok ayette insanları akıllarını kullanmaya davet eder; Muhammed’in tebliği ettiği dinin akla uygun olduğunu ve akıl yoluyla teyit edilebileceğini vurgular.[1] Sizce İslam dini – belki sonradan eklenmiş birtakım naklî unsurlardan arındırılmak kaydiyle – tamamen akılcı bir temele oturtulamaz mı?
SELİM – Akıl derken neyi anlıyoruz?
HALİM – Doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırma yeteneği. Tanımı bu değil mi?
SELİM – Tuhaf. Doğruyu yanlıştan ayırma yeteneğinin adı benim bildiğim akıl değil bilgidir. Misal: Elvis Presley 1977’de öldü, doğru mu yanlış mı? Afrodite Zeus’un kızı mıydı kız kardeşi mi? Elimi ateşe soksam yanar mıyım? Bunların akılla ne alakası var? Bilgidir. Ya deneyimle bilirsiniz, ya da bilen birine danışırsınız. İyiyle kötü de öyle. Beyaz peynir iyi, kaşar kötü. Gül kokusu iyi, leş kokusu kötü. Merve yatakta iyi, Ayşegül yaramaz. Köpeğim Fifi de ayırt edebiliyor bunları, ya da buna benzer şeyleri. En ilkel solucan bile biliyor, gün ışığı kötü, şu taşın altı iyi. Akıl diyebilir miyiz buna?
HALİM – Diyanet İşleri Başkanlığının Dini Bilgiler Sözlüğü böyle tanımlamış. Yanlış mı diyorsunuz?
SELİM – Akla düşman bir kurum, referans değeri yok. Dikkat edin: “Doğru” ya da “iyi” derken aslında toplumun genel kabullerini kastediyor, kurduğu denklemi kasten muğlak bırakıyor. Misal: İslam dini iyi bir şey, hepimiz bunu biliyoruz, değil mi? Evet. Akıl iyiyle kötüyü ayırma yeteneği olduğuna göre aklı olan İslam’ı seçer, doğru mu? Doğru. O halde İslam’ı seçmeyen biri akıllı olamaz. QED. İslam dininin akli olduğunu kanıtladık işte.
Bana sorarsanız el çabukluğu ve göz boyama yöntemleri bunlar.
HALİM – Peki siz nasıl tanımlıyorsunuz aklı.
SELİM – Eleştirme alışkanlığıdır. Dünyaya ilişkin teoremleri mantıki tutarlılık, doğruluğu bilinen başka teoremlere uygunluk, gözlem ve tecrübeyle tutarlılık açılarından sürekli sınama iştahıdır.
Teoremler bize nereden gelir? Ecdadımızdan, okuldaki öğretmenlerimizden, fikir önderlerinden, köşe yazarlarından, mahalle kahvemizden, komşunun eşi Mücella Teyzenin dedikodularından gelebilir. Bir kısmı heves ve içgüdülerimizin, hayal ve yanılgılarımızın eseri olabilir. Bunları eğer iki temel sorunun eleğinden geçirmeyi huy edinmişsek akıl yoluna girdik demektir. Bir, mantıken tutarlı mı? İki, gözlem ve deneylerimize uygun mu?
Yolun ilk adımı kuşkudur: “Böyle diyorlar, doğru mu?” Radikal bir kuşku değildir, sonuçta teoremleri yok etmeyi değil doğru teoremi bulmayı amaçlar. Pratik çözümlere ve yarı doğrulara da razıdır. Ama kuşkudur. Hiçbir teoremin tartışmadan muaf olamayacağını, çünkü her teoremin sürekli olarak tutarlılık ve tecrübe testlerinden geçmesi gerektiğini varsayar. Dolayısıyla mutlak gerçek tanımaz. Tek bir teoremi bile eğer tartışma dışı bırakırsak akıl yolunu terk etmiş, başka yola girmiş oluruz. Mesela iman yoluna, şiir yoluna, nakil yoluna ya da zorbalık yoluna; her halükarda aklı tanımayan bir yola.
Akıl diyarında bir teorem ancak görece ve geçici geçerliliğe sahiptir. Görece, yani nispi: “Bu teorem ötekilerden daha güçlü. Doğru olması ihtimali daha yüksek. Eylemimi buna göre ayarlasam yanılma olasılığım daha düşük.” Geçici, yani şimdilik kaydıyla: “Bu teorem şimdiye dek yanlışlanmadı. İleride güçlü bir karşı tez gelirse düşünürüz. Şimdilik veri alalım.”
İslam dininin temel önermelerinden herhangi birini bu anlamda akli bir zemine oturtabilir misiniz? Daha doğrusu, eğer oturtursanız hala mümin sayılabilir misiniz? Tıpkı öbür dinler gibi, İslam dininin esası akıl değil imandır. Teslimiyettir, sorgulamamaktır. Gökten bir ses evladını kurban et derse itaat etmektir. Eğer siz Allah’ı, peygamberi, yargı gününü, cenneti ve cehennemi, meleği, kitabı, vahyi sorgulayamıyorsanız, filan ayette gak mı demiş guk mu demiş konusunda akla başvurmanıza izin verildi dense kaç yazar? Bir yanda pireyi sorgula diyorsunuz, öbür yanda deve yanınızdan hamuduyla geçmiş, onu gözden kaçırıyorsunuz.
HALİM – Sizce neden gerek Kuran-ı Kerim gerek onun yolundan giden İslam mütefekkirleri İslam’ın akıl dini olduğu görüşünde ısrar ettiler?
SELİM – İnsan aklı temel varsayımları sorgulamakta tembeldir. Pireyi tartışmaktan çekinmez, ama iş deveye gelince görmezlikten gelmeyi seçebilir. Sanırım birçok insan bu anlayışla Allah, peygamber, melek gibi mitolojik anlatımları akla uygun önermeler olarak düşünmeye devam ediyor.
Bin yıl önce nispeten makul bir yanılgıydı. Bir önermeyi nasıl sorgulayacağınızı bilmiyorsanız sorgulamamakta mazur olabilirsiniz. Bundan yüz yıl önce, haklılığı epey yıpranmış da olsa hala “bilmiyorum, sorgulamak aklıma gelmedi” deme şansınız vardı. Bugün yok. Temel varsayımlarınız o denli net, yaygın ve güçlü bir şekilde sorgulanıyor ki, o sorguları yok sayıp İslam’ın akliliğinde ısrar etmek bu saatten sonra ancak cehalettir, ya da kör inat.
HALİM – Bu eleştiriniz yalnız İslam için mi, yoksa öbür dinler için geçerli mi?
SELİM – Dünyanın meçhul bir canlı varlık ya da varlıklar tarafından yönetildiğini savunan her düşünce için geçerli. Ha, bunu tartışılmaz bir dogma olarak değil makul bir olabilirlik olarak ileri sürüyorsa durum farklı. Mutlak gerçek olarak değil anlamlı bir öykü, bir mecaz, ecdattan kalma güzel bir mit olarak savunuyorsa yine farklı. O zaman da tartışırız, lehte ve aleyhte  görüşleri masaya yatırabiliriz. Ama en azından, akıl ve mantığa aykırı bir cahillik olarak değerlendirmeye hakkımız olmaz.




[1] Bakara 171: “Onlar sağır dilsiz ve kördür, çünkü akletmezler.” Yunus 100: “Akıllarını kullanmayanlara kötü bir azap vardır.”

Thursday, February 15, 2018

Samos tarihinden sayfalar: Th. Sofulis

Themistoklis Sofulis
Kasabamızın ana caddesinin adı Themistoklis Sofulis. Otoparkın oradaki tören alanında heykeli de var. Güliz’in oğlu (8) görünce hayret etti, burada da mı Atatürk var diye. Evet dedim, yalnız burada pos bıyıklı modelini tercih ediyorlar.
Önceki kuşağın tanınmış bir devrimcisinin oğlu. Arkeoloji okumuş, hatta ciddi birkaç akademik yazı da yazmış. 1900’de ada meclisine seçilmiş. Abdülhamit despotizmine muhalefetin tırmandığı bir dönemde, “ilericilerin” lideri olmuş. Tahminimce İttihat ve Terakki teşkilatıyla ilişkisi olmalı; üslup, düşünce, bıyık, poz onlarınki. O yılların “terakki” ideolojisi tipiktir: dünya büyük devrime gebedir, elektrik ve otomobil keşfedilmiştir, köhne kurumları alaşağı etmeli!
“Gericilerin” lideri Yannis Haciyannis, Karlovasi mebusu, işadamı, zengin, Abdülhamit’ten nişan sahibi, Osmanlı ile iyi geçinmekten yana, adanın 1880-90’lardaki büyük ekonomik refahında rol oynayanlardan. Karlovasi limanını, Karlovasi-Samos karayolunu, halen adanın en köklü kurumu olan meşhur Porfiriada okulunu yaptırmış, adaya tramvay getirmiş. Şimdi gayrimilli sayılıyor; heykeli ve caddesi yok.
1908’de Meşrutiyetin ilanından önceki kargaşalık günlerinde Sofulis adadan kaçmak zorunda kalır. Selanik’e gider; Rum ihtilalci örgütü içinde yer alır. Muhtemelen masondur; Talat ve Mustafa Kemal’le tanışıyor olsa gerekir. Mart 1912’de, Osmanlıcılıkla suçlanan Samos Beyi Kopasis, Selanik’ten gönderilen bir örgüt elemanı tarafından sokak ortasında vurularak öldürülür. 20 Eylülde, Balkan Harbinin çıkmasından haftalar önce, Sofulis bir grup yurtsever kahraman ile beraber adaya ayak basar. Ayaklanma başlar, harbin ilanından bir hafta sonra, 11 Kasımda meclis Prensliği lağveder, Yunanistan’a iltihak (enosis) kararı alır.
1914’ten sonra Sofulis Atina’da Venizelos’un sağ kolu ve Liberal Parti’nin daimi iki numarasıdır. LP (Komma Filelelefthéron) cumhuriyetçi yani anti-monarşist, laik, “ilerlemeci” partidir. Aşağı yukarı bizdeki CHP karşılığıdır. Venizelos’un ön adı Elefthérios (“özgür”) olduğundan, adını “Venizelosçular” diye okumak da mümkündür. Bir yanda güçlü bir monarşist sağ, diğer yanda güçlü bir Komünist Parti arasına sıkıştığından yalpalamış ve küçülmüş, 1960’larda tükenmiştir. Sofulis o yalpalama ve tükenişin bir tür simgesi.
1924’te kısa süre başbakan olur; Anadolu muhacirleri lehine radikal bir kamulaştırma politikası başlatır. O politika hem aşırı sağın hem komünistlerin güçlenmesiyle sonuçlanır. 1936’da komünistlerin desteğiyle Meclis başkanı seçilir; o ittifak sağ diktatörlüğün pekiştirilmesine bahane sağlar. İkinci savaştan sonra sağcılarla komünistler arasında gitgide sertleşen çatışmada kah bir tarafa kah öbür tarafa meyleder; her iki tarafça hain ilan edilir. Kırılgan koalisyon hükümetlerinde iki kez daha başbakan olur. Komünistlere genel af ve barış antlaşması teklif eder; ama kralın ve ABD’nin baskısıyla geri adım atar. O adım iç savaşı tetikleyen kıvılcımdır. 1949’da iç savaşı sürdüren sağ koalisyonun başbakanıyken vefat eder.
Bir bakıma Türkiye’nin alternatif tarihi diye okumak da mümkün. Tarih okurken yalnız “ne oldu, neden oldu” diye sormamalı, “ne olabilirdi de olmadı” sorusu en az onun kadar önemli.





Tuesday, February 13, 2018

Halim ile Selim: Önsöz

Söke Kapalı Cezaevi’nde bulunduğum sırada, 2016 başlarında, Edip Yüksel’den geldi öneri: Ateizm konusunda bir münazara metni yazalım mı? 2013’te Edip Bey’le ODTÜ’de yapmayı tasarladığımız fakat protestolar nedeniyle gerçekleşmeyen münazaranın yazılı biçimi olacaktı.
Fikir cazip geldi. Hemen oturup elinizdeki kitabın ilk birkaç sayfasını yazdım, “Böyle bir şey mi düşünüyorsunuz” sorusuyla Edip Bey’e gönderdim. Araya onun açısından başka uğraşlar, benim açımdan başka cezaevleri girdi. Konu, unutulmasa da, küllendi.
2016’nın son aylarında, Menemen Kapalı Cezaevindeki koğuşumda her gece hükümlü arkadaşlarla ilim sohbetleri yapmaya başladık. Siyasetten astronomiye dek güneşin altındaki her konuya el attık. Ama favori konularımız, şüphesiz, din, İslam, Kuran idi. Ben tavrımı ilk baştan net olarak açıkladım. Onların inandıklarına inanmadığımı, koğuş ağamız ve arkadaşlar uygun görürse o mevzulara hiç girmemenin daha hayırlı olacağını bildirdim. Olur dendi, ama o söz tutulamadı. Sohbet derinleşip samimiyet ilerledikçe, arkadaşların merakı galip geldi. “Hocam seni Müslüman edelim, sevap kazanalım” ile başlayan açılım, bir süre sonra, koğuşa yeni gelen acemilere benim adıma “hocanın fikirlerini” anlatıp, fazla sesli itiraz edenleri susturma raddesine ulaştı.
Sabahları herkes uyurken ben kalkıp yazı yazma alışkanlığındaydım. Gece derslerimizi Edip Yüksel’le tasarladığımız münazaraya bağlama düşüncesi o sırada şekillendi. Halim ile Selim’in diyalogları 2016 Aralığı ile 2017 Ocağı arasında, iki aydan kısa bir sürede yazıldı.
Söyleşide değinilen konuların hemen hepsi, o gece derslerinde konuştuğumuz konulardır. Daha iyi bir fikir edinmeniz için, belli başlı katılımcılardan birkaçını size tanıtayım.
A.: Koğuş “ağası”, Diyarbakırlı bir mafya ailesinin ileri gelenlerinden. İlkokula hiç gitmemiş, 40 yaşının üçte birini cezaevinde geçirmiş. Uyuşturucu ticareti, cinayete azmettirme, silahlı çatışmadan mahkum. Güçlü ve orijinal bir kişilik, iyi bir yönetici, kavgacı. Sözde dindar, fakat namaz kılmaz. Beni önce kuşkuyla izledi, sonra benimle bir olup itibarımdan yararlanmanın daha iyi olacağını sezdi. Cahilliğinden rahatsızdı; belki el yordamıyla, içinde bulunduğu beyhude hayattan bir adım yukarıya taşınmayı düşlüyordu. En büyük destekçim oldu. Her şeyi defalarca anlattırdı, samimi olarak anlamaya çalıştı. Ben onun açısından dehşet verici şeyler söyledikçe yüzünü sıvazlayıp salavat getirdi, sonra bir daha anlatmamı istedi.
Y.: Diyarbakır pavyonlarında türkücü ve fedai, lise mezunu, görmüş geçirmiş, olgun, duyarlı bir adam. İyi aşçı. Uyuşturucu kullanmak ve silah kaçakçılığından mahkum. Dindar değil, fakat ortama uyumlu. Fazla ileri gittiğimde beni kenara çekip dostane uyardı, durmam için yalvardı. Acemiler arasında aleyhime oluşan cereyanları yatıştırdı.
M.: Genç, kırık. Düzene karşı isyan duygusuyla dolu. PKK sempatizanı. Müslüman ve en azından nominal olarak dindar olmayan biriyle hayatında ilk kez karşılaşıyordu. Çok şaşırdı, sarsıldı. Fikirlerim aklına çok yatmadıysa da temsil ettikleri isyan potansiyeli hoşuna gitti. “Hocasına” saygısız davranan gençlerden birinin ağzını yüzünü dağıttı.
I.: Profesyonel hırsız, orta yaşlı, 150 küsur yıla mahkum. Beş vakit namaz kılar, sabahları yarım saat Kuran okur. İyi bir mizah anlayışına sahip, esprilere çok güler. Başlarda net bir şekilde bana düşmandı, bir iki kez kavga çıkardı, sohbetlere katılmadı. Espriler sayesinde yumuşadı. Kuran’ı ondan daha iyi bildiğimi fark edince yavaş yavaş cemaate sokuldu. Sert itirazlarla yolumu kesmeyi denedi. Sonlara doğru büyük bir ilgiyle her şeyi dinlemeye başladı, ara sıra yüksek sesli “la havle” ile kendini korumaya çalıştı.

Halim ve Selim diyalogunun dili ve düzeyi, şüphesiz cezaevi koğuşununkiler değildir. Sabahları defterimle baş başa kaldığım zaman kendimi cezaevi arkadaşlarımın söyleminden arıtmak bana daha iyi geldi, kendi kültür dünyama daha yakın birileriyle sohbeti düşledim. Fakat konuların hepsi orada konuştuğumuz konulardır. Her şeyi olabildiğince yalın bir dille anlatma, kolay anlaşılır örneklerle somutlama ve nüktelerle hafifletme gayreti de oradaki sohbetlerde ilerlettiğim alışkanlıklardandır.

Monday, February 12, 2018

Ermenice harfli Türkçe yayınlar

Linkte Ermenice harfli Türkçe basılı (bilinen) tüm kitap ve süreli yayınların bibliyografisi. Böyle şeylere meraklı olanların ilgisini çekecektir.
http://tert.nla.am/archive/HAY%20GIRQ/Ardy/2001-2011/hasmikstepeyan_2005.pdf
Dedem sahhaf Bedros Nişanyan’da ciddi bir elyazması koleksiyonu da varmış, Reşat Ekrem Koçu birkaç yazısında bahseder. O koleksiyon ne oldu bilmiyorum. 
1727 ile 1915 arasında 1466 kitap ve 117 süreli yayın tespit edilmiş. 1920 ve 30’larda, çoğu Halep ve Beyrut’ta olmak üzere iki yüze yakın Ermeni harfli Türkçe kitap basılmış. Sonuncusu 1968’de Buenos Aires’te basılan Dikran Kireçyan’ın Destan adlı Türkçe şiir kitabı.
İlkinin tarihi dikkat çekici. 1727’de Venedik’te Mıxitar Appa’nın sözlüğü basılmış. Aynı yılın Aralık ayında İstanbul’da Müteferrika’nın matbaası kurulmuş, 1729’da ilk kitabını yayınlamış. Tesadüf müdür, tepki midir? Olayı bu açıdan inceleyen Osmanlı tarihçisi var mı bilmiyorum.
18. yy’da basılan 56 kitabın birkaçı sözlük ve dil kitabı, gerisi dini konularda. Venedik’te konuşlu Katoliklerle Ermeni kilisesi arasında kıyasıya bir propaganda savaşının izleri seziliyor.
1800’de basılan ilk sivil kitap Tanburi Harutin, Taxmas Kulu Xanın Tevarixi [İran Şahı Tahmas-kulu Han’ın Tarihçesi, x harfini xırıltılı kh gibi okuyun]. 1736 yılında İran’a giden sefaret heyetine müzisyen olarak katılan yazarın seyahatnamesidir. Yıllar önce Türkçe harflerle de basıldı, yanılmıyorsam Türk Tarih Kurumu’ndan çıktı, 18. yy İstanbul avam Türkçesi hakkında elde var olan en önemli belgedir. Ayrıca keyifli bir kitaptır, okumaya değer.
Peşinden gelenlerden bir seçme:
1803      Pontsianos Gayserin ve Takuhi Sultanın ve Evladı Tiogġedianos Şahzadenin ve Yedi İlimdar Kimesnelerin Badmutyun [Kayser Pontianus ve kraliçe ve Diokletyanus ile Yedi Alimin Hikayesi] Latinceden terc. Tokatlı Hagop.
1812      Temistokle Hikyayeti. Herkese Eylence ve Terbiyeye Mucib Olmağle Ehli Vukufden Birisi Vesatatiyle Türkceye Göya Tercüme Olundu. Viyana.
1812      Mikayel Çamiçyan, Gülzari Tevarix –   Hay Milletine Dair Hikyayeler ile Donanmış.
1830      Goldsmit, Roma Tevarixi – Roma Şehrinin Binası ve Devletinin İbdidasından Ğarp Tarafında Hükümetinin Harabınadek Nakıl Olunur. Venedik.
1843      Nasretdin Xocanın Tohaf Latifeleri. Arabyan Mat. İstanbul.
1843      Sukyas Somalıyan, İngilizce, Ermenice, Türkçe Luğet. [Yanılmıyorsam ilk İng-Tr sözlüktür]
1849      Molyer, Zorla Hekim. Fransızcadan terc. Kasbar Tüysüzyan. [Vefik Paşa çevirisinden yirmi küsur yıl önce!]
1851      Hovsep Vartanyan, Akabi Hikyayesi. [İlk Türkçe telif romandır. Andreas Tietze yeni Türkçe harflerle yayınladı.]
1852      Hovsep Vartanyan, Boşboğaz Bir Adem – Lafazanlık ile Xusule Gelen Fenaliklerin Muxtasar Risalesi. [İkinci Türkçe roman, yeni harflere çevrilmedi.]
1855      Krisdof Şmit, Yenoveya – Axlakı Hamide ve Haza Nisa Tayifesinin İbret Almasına Maxsus Hikyaye. İstanbul, Kürkciyan Mat.
1856      H. Vartanyan, Tarixi Napolyon Bonaparte, İmperatorı Axalii Fransa.
1856      Yeram Güzelyan, Fransız ve Ermeni Xurufatıyle İkinci Defa Basma Olunan – Mektebler Şakirdanın Talim Etmek Murad İden – Mükaleme Kitabıdır
1858      H. Vartanyan, Teleğraf Risalesi yani Elektrik Teleğrafının Suret-i Hareket ve İstimali Beyanında Muxtasar Bir Şerhname.
1858      Bin Bir Gece Yani Şehrazad Sultanın Hikyayesi, İstanbul Kürkciyan Mat. 544 sayfa.
1858      Öjen Sü, Parizin Sırları
1858      Kaş Yapayım Derken Göz Çıkarmak. Türkce Komedye. İngilizceden terc. Apraham Narinyan.
1860      Hikyayei Aşık Ğarip. Türküler ile Beraber. [Leyla ve Mecnun]
1860      Jan Rasin, Tebayid Tercemesi, yaxod Birbirine Aduv Karındaşlar. Terc. Garabed Panosyan, Kürkciyan Mat.
1860      Garabed Panosyan, İstanbolda En Ziyade Sefil Bir Millet.
1861      Yemek – Hamur İşleri Tertibi, İst.
1861      Hikyayei Ferhad ile Şirin ve Meşhur Aşık Kerimin Bazı Türküleri, İst.
1862      Evde Xasta İçün Dualer. İzmir, Dedeyan Mat.
1863      Armenag Hayguni, Delikanlılar Girdabı yani Emrazı Şeheviye [Cinsel Hastalıklar]. İst. Hamazkayin Mat.
1863      Viktor Hügo, Mağdurin. Terc. Krikor Çilingiryan. İst. Ceridhane Mat. [Sefiller çevirisi]
1864      Pilibos Vasalyan, Konstantinopolisden Avrupaya Danub ile Seyahat Rehberi ve Dört Dil ile Luğet Kitabı.
1868      Viçen Tilkiyan, Gülinya yaxod Kendi Görünmeyerek Herkesi Gören Bir Kız. [roman olmalı, 540 sf.]
1868      İlmi Teşrih ve Bahsi Hayati Bedeniye İle Sıhhat u Afiyet Kavaidi. İst. Aramyan Mat.
1868      Hovsep Maruş, Bir Sefil Zevce, İst. Mühendisyan Mat. [roman, 303 sf.]
1868      Migel Servantes, Don Kişot, yaxod Düzme Hikyayeler Okumanın Cahiller Üzerine Tesiri, terc. H. Deroyents, İst. Deroyents Mat.
1868      Bexced Abdullah Molla, Acaibül Esrar – Hezar Sır, Arebceden terc. Bidar Arabaciyan, İst. Bidar Mat.
1869      Otto Hürbner, Ekonomi – Fenni İdare.
1869      Hagop Paşayan, Müftahül Ülüm – yani Kitabeti Osmaniyeyi Az Vakıtde Öyrenmek İçün Pek Kolay Bir Usul. İst., Kürkciyan Mat.
1870      Tahir ile Zöhrenin Hikyayesi ve Türküleri, 91 sf.
1870      Viçen Tilkiyan, Mezarlıkdan Yuvarlanan Eski Kafa [20 sf.]
1870      Hikyayei Şah İsmail ile Gülzar Hanum. Türküler ile Beraber. Cezveciyan Mat.
1870      Hikyayei Köroğlu. Türküler ile Beraber. Cezveciyan Mat.
1870      Mefistofel – Hem Avcı, Hem Canbaz, Hem Ciniviz. İst., Kürkciyan Mat.
1871      Meşhur Meddah Kız Ahmed Efendinin Rivayet Ettiği Kapucubaşı Hikyayesi. Taklitleri İle Beraber. İst., Divitciyan Mat.
Sonraki yıllarda o kadar çok ve çeşitli yayın var ki hepsini listelemeye vakit yetmez.
Sırf yukarıda verdiğim başlıklarda dil tarihi açısından ilginç bir dizi veri var. Hikyayet, yaxod, tohaf, luğet, xasta, fenaliklerin, dualer... bunlar baskı hatası değil, “Ermeni ağzı” da değil, güncel Türkçe telaffuz. Osmanlı yazısı ünlüleri göstermediği ve yazımda Arapça/Farsça orijinale sadık kaldığı için çoğu zaman gerçek telaffuzu anlamak imkansızdır; Ermeni (ve Rum) yazısıyla yazılmış metinler o açıdan hazine değerinde.
Bn. Hasmig Stepanyan zor bir işe girişmiş, takdir etmeli. Ne yazık ki editörlüğü yeterince özenli değil. Muhtemelen bilgileri çeşitli ikincil kaynaklardan derlediği için gerek başlıklarda, gerek transkripsiyon ve çevirilerde çok fazla tutarsızlık var.





Friday, February 9, 2018

Halim ve Selim 16: Ahlaki yargılar nereden gelir (2)

HALİM – Diyelim ki ahlaki yargılarımızın altyapısı içgüdülerimiz olsun. Gene de geriye büyük boşluklar kalıyor. Bir kere genel geçer doğruları somut duruma uygulamak zor bir şey. Hiç kimse az önce saydığınız altı yedi doğrudan yola çıkarak günlük hayatın sayısız ahlaki ikilemini kolayca çözebildiğini iddia edemez. İkincisi, yüz yüze ilişkileri düzenleyen içgüdülerimiz olsa bile, daha büyük toplumsal teşkilatların doğurduğu sorunlarla baş etmede insan tabiatı yetersiz kalır. Manevi yol göstericiler o sahada vazgeçilmez önemdedir. Onlarsız kayboluruz. En azından, insanlığın Einstein olmayan çoğunluğu kaybolur. Kutsal kitaplar ve dini önderler bunun için var. İnsan yaratılışının belirlediği çerçeve içinde, insanlara pratik ahlakın normlarını bildiriyorlar.
SELİM – İyi düşünün, nedir o bildirdikleri normlar?
Birinci olasılık, alabildiğine sıradan genel geçer doğrulardır, “anana babana saygı göster, kimseye zulmetme, ölçü ve tartıda adil ol” gibi. Bunların tersini söyleyen zaten olmamış, olsa da hiçbir toplum onları hatırlamaya değer bulmamış. Daha beteri ikinci olasılık: eğer söylenen sözde en ufak bir özgünlük ya da belirleyicilik varsa, mutlaka tam tersi öğütle dengelenmiştir. Sundukları şey gerçekten ilginç bir ahlak teorisi olsa fazla sübjektif olurdu, kutsal kitap olmazdı. Kutsal kitap olması için, bin yıllar boyunca her cins, ırk ve eğilimdeki insana hitap edebilmesi, kuşaklar boyunca tartışılıp dersler çıkarılmaya yatkın olması lazım. Bunun için de en azından gerçek hayat kadar çok katmanlı ve çelişik olması şart. İnsan içgüdülerinde karşılığı olan her değer yargısına bir şekilde cevap verebilmesi gerekiyor. Peki de, ne yana çekerseniz oraya giden bir rehberin rehberlik değeri ne olabilir?
Tevrat’ı ele alalım. Metnin ana gövdesi ilk bakışta alabildiğine katı bir aşiret ahlakının sözcüsüdür. Temel ödeviniz kavim töresine uymaktır; bizden olmayan düşmandır, şehirlerini yıkmak vaciptir ve saire. Ama okumaya devam edin. Süleyman Özdeyişleri ve Vaiz’de (Ecclesiastes) bununla taban tabana zıt bir skeptisizmin, Mezmurlar ve Eyüp’te son derece bireysel bir dizi vicdan hesaplaşmasının izlerini bulursunuz.
İncil’de anlatılan İsa orijinal bir ahlaki öğreti koyar ortaya: düşmanını sev, aileni ve malını terk et, ruhen fakir ol, vs. Fakat bu anlayışla bağdaştırılması güç şeyler de söyler. Sıra Pavlos’un mektuplarına gelince, güneşin altında aşağı yukarı her ahlaki önermeyi destekleyecek bir söz bulabilirsiniz. Bu tutarsızlıklar sayesindedir ki bunca yüzyıldan beri akla ve hayale gelebilecek her türlü ahlaki tutum, eylem, değer yargısı ve siyasi ilke, Yahudilik ve Hıristiyanlık adı altında savunulabilmiş; her görüş için Eski ve Yeniş Ahit’ten lehte ve aleyhte yüz tane kanıt gösterilebilmiş.
Bana öyle geliyor ki kutsal kitaplar bir eylem kılavuzundan çok bir ortak müzakere dili, bir referans çerçevesi sağlamış. İnsanlar bu kitaplardan aldıkları kavramları, deyimleri, meselleri, mitleri kullanarak tartışmışlar. Bunlarla ahlaki tercihlerini dillendirmeye ve temellendirmeye çalışmışlar. Şüphesiz insanlık tarihinde çok önemli rol oynamış bu kitaplar. Yol gösterici olarak değil, çünkü yol gösterici olarak değerleri sıfıra yakın, ama simgesel sistem olarak önem taşımışlar. Koca kültürler onların etrafında şekillenmiş. Onların diliyle konuşmuş, meramını onların simgeleriyle anlatmış.
HALİM – Bravo, güzel söylediniz. Manevi dünyamızın dayanağı onlar.
SELİM - Bugün için artık bu rolü taşıyabileceklerine inanmıyorum. İçerik çok eskimiştir. Bugünkü yaşam tarzımıza ve bilgi dağarcığımıza çok yabancı kalmıştır. Bugünkü kültür çeşitliliği ve metinler bolluğu karşısında, tek ya da ana referans kaynağı olarak korunabilmeleri mümkün değildir. Tıpkı Homeros ve Dede Korkut masalları gibi, geçmiş bir çağın edebi mirası olarak okunmalarında, manevi kültürümüzün birer unsuru olarak korunmalarında bir sakınca yok. Hatta sakınca olmamasından öte, kendimizi tanımak ve geçmişimizi bilmek açısından sayısız yarar var. Fakat bugün artık Kenanlı koyun çobanlarının veya Mekkeli kervan soyucularının davranış normlarıyla yaşayamayız. Ürdün ırmağında vaftiz olmaya kalksak herhalde kimyasal atıklardan zehirleniriz. Dünya o dünya değil. Bilgi dağarcığımız, Allah altı günde dünyayı yarattı diyen aşiret masalcılarının bilgi dağarcığı değil.
HALİM – Demin kutsal kitaplar ahlak kılavuzu olamaz diyordunuz, şimdi ahlak kılavuzu olarak bugüne uymaz diyorsunuz. Bu iki tez birbiriyle çelişir. Bugüne uymadığına göre düne uyuyor muydu?
SELİM – Haklısınız, iyi ifade edemedim. Binlerce yıl önce yazılmış olan kitapların ahlaki müzakere terimleri bugünkü dünyanın ahlaki ve bilişsel problemlerini anlamakta yetersiz kalır demeliydim. O simgelerle, o mesel ve emsallerle bugünü anlamlandıramayız. Deve kervanıyla Mars’a gidemeyiz; Hz. Ali’nin kılıcıyla kanseri tedavi edemeyiz.
HALİM – Bugünün problemlerinin cevabını kutsal kitaplarda bulduğuna inanan milyonlarca insan var dünyada. Hepsi yanılıyor mu?
SELİM – İnsanoğlunun hayal gücü sınır tanımaz. Tutarsız metinlerden vaktiyle anlam çıkarmayı nasıl başarmışsa bugün de iddia edebilir ki ben kutsal kitaplarda her derdimin devasını görüyorum, her sorumun cevabını buluyorum. Allah zihin açıklığı versin, kahve falında dünyadaki her haberi okuyabilen de var. Ama marifet masal anlatmak değil, sorgulama yeteneğine ve alışkanlığına sahip insanları ikna edecek bir hikaye anlatmak. O zor işte.
İlkel pastoral aşiretlerde ya da nüfusu taş çatlasa yirmi bini bulmayan şehirlerde yaşayan insanların fikir ve simgeler dünyası elbette bugünün insanına da bir şeyler anlatabilir. Sonuçta ahlaki problemlerimizin bir kısmı yeniyse bir kısmı taş devri kadar eski. Ben şahsen Eski ve Yeni Ahit’in bazı bölümlerini okumaktan büyük bir haz alıyorum; başkalarının da Kuran’dan ya da Purana’lardan benzeri bir manevi haz almasını anlayabiliyorum. Ama şu gerçeği unutamayız. Bunları yazanlar insanlığın çocukluk çağının temsilcisi. Amerika’yı ve Çin’i bilmiyor. Apartman ve uçak görmemiş. Trafik sorunundan haberi yok.  Sosyal sigorta ve emeklilik maaşı bilmiyor. Banka bilmiyor, kredi kartı taksiti bilmiyor. Üniversite bilmiyor. Bırakın üniversiteyi, ilkokuldan haberi yok. Yatırım teşvikleri ve işsizlik konusunda fikri yok. Şizofreni ve depresyon konularını düşünmemiş. İç güvenlik ve polis yasaları hakkında söyleyecek sözü yok. Otoyol ihalelerinde yolsuzluk meselesini irdelememiş. İnternet güvenliği ve yapay zeka konularının kıyısına uğramamış. Eşcinsel evliliğini düşünmemiş. Nüfus yaşlanması problemine önerisi yok. Ölüm hakkına dair fikri yok. Kürtaj konusunda kör cahil. Sanayi devrimini bilmiyor. Freud’u duymamış. Matbaanın sosyal yapıya etkilerini bilmiyor. Gecekondulaşma nasıl önlenir bilmiyor. Sosyal konut görmemiş. Gösteri yürüyüşü görmemiş. Nükleer silahları duymamış. Fransız ihtilalinden habersiz. Moda tasarımı bilmiyor. Siyasi parti bilmiyor. İnsan hakları teorisi bilmiyor, anayasa bilmiyor, İsviçre Medeni Kanunu bilmiyor. Hayatında restoran görmemiş, gece kulübüne gitmemiş, paket tura katılmamış. Dilenciye sadaka ver diyor ama üç milyon Suriyeli gelirse ne yapacağını söylemiyor. Doğum kontrol yöntemlerinden ve bunların cinsel ahlaka dair sonuçlarından bihaber. Hayvan haklarından bihaber. Genetik mühendislikten bihaber. Kat mülkiyeti kanununu bilmiyor. Esnek çalışma saatlerini duymamış. Gazeteciliğin ahlaki normlarından behresi yok. Bireysel silahlanma hakkını tartışmamış. Çiçek aşısını duymamış. Organ nakli aklının ucuna uğramamış.
Neyin kılavuzu, allahaşkına? Bırakın çözüm önermeyi, bu konuları anlamlı bir şekilde tartışmaya imkan veren kavramları ve emsalleri mi var? Bırakın anlamlıyı, ruha hoş gelecek bir sözü mü var? Yok. Sıfır. Bu konuları kutsal kitaplar üzerinden tartışmaya kalktığınızda sonuç kakofonik bir kör döğüşüdür, kulak vermeye değecek bir tek fikir kırıntısı üretmez.
O yüzden diyorum ki bu kitapların çağı geçmiştir. Geçmişte bazı toplumlara ortak bir dil, ortak ahlaki müzakere zemini sağlamış olabilirler. Bugün öyle bir işlevleri kalmamıştır. Kütüphanede Homeros ve Dede Korkut masallarıyla aynı rafa konmaları gerekir.
HALİM – Hangi raf o?
SELİM – Mitoloji.
HALİM – Kuranı Kerim’de güncel ve evrensel değeri olan sayısız ahlaki önerme buluyoruz. Dünyada çok sayıda insan için bunlar hala ahlaki yol göstericilik vasfını koruyor.
SELİM – Ne diyor? Mesela “ananıza saygı gösterin” diyor. E bunu demeyen yok ki? Tarihteki her insan topluluğunda, ortalama aklı temsil eden her ahlakçı söylemiş bunu. Söylemese zaten döve döve kovarlardı, ya da hatırlamaya değer görmeyip unuturlardı.
Marifet bunu söylemek değil. Başka neler diyebilirdi de demedi, onu düşünün. Anan kafir olsa – yani seninle aynı kutsal değerleri paylaşmasa – ne yapacaksın? Anan kafir olmayıp “evladım bu Müslüman şeyine bulaşma, evde otur sana börek yapayım” dese ne yapacaksın? Anan Gestapo tarafından sorguya çekilip örgütü ele vermeye meyletse ne yapacaksın? “Lezbiyen oldum evladım, Şükufe Teyzeyle tanış” dese ne yapacaksın? Biyolojik ananla taşıyıcı anan mahkemelik olursa ne yapacaksın? Anan Alzheimer olup saçmalasa yahut ölümcül kanser olup “öldürün beni” diye yalvarsa ne yapacaksın? Anan altınlarını yastık altına istifleyip senin dünyayı kurtaracak projene destek olmayı reddetse ne yapacaksın? Bir ahlak teorisi bu sorulara cevap veriyor veya vermeye teşebbüs ediyorsa değerlidir; yoksa sade suya tirit bir klişeler yığınıdır. Kuran’da var mı insanı heyecanlandıran, “vay, bu açıdan hiç düşünmemiştim” dedirten bir norm ya da öğüt? Ben şahsen bulamadım, siz belki arayınca bulursunuz.
Kaldı ki “ananıza saygı gösterin” dedikten iki satır sonra zıddını söylemiş. Hicret edin demiş, aile ve akrabanızı terk edin, onlara karşı cihattan imtina etmeyin, ederseniz doğruca cehenneme gidersiniz diye uyarmış. Ne yana çekerseniz çekin. Radikal bir ihtilalcilik de çıkarmak mümkün bundan, ıhlamur kokulu bir nostalji de.
Gerçekten insan zihnini kurcalayan, zımnen sahip olduğumuz normların beklenmedik köşelerini aydınlatan bir ahlak teorisi istiyorsanız Sokrates okuyun. Budist kanonu okuyun, cidden derin bir tefekkürün ürünüdür. İsa okuyun, evet – Kefernahum dağındaki vaazı ahlak öğretisinin başyapıtlarındandır. Sadi’nin Gülistan ile Bostan’ını okuyun, Yunus Emre okuyun, Fuzuli okuyun: İslam zemini üzerinde inşa edilseler de olgun bir kültürün eserleridir. Dante okuyun: akla gelecek her türlü insan eylemi hakkında söyleyecek sözü vardır. Martin Luther’in vaazlarını okuyun: bağnaz fakat aynı ölçüde cüretkar bir düşünürdür. Spinoza okuyun, Kant okuyun, Rousseau okuyun, Tolstoy okuyun, Sartre okuyun, Hannah Arendt okuyun. Slavoj Žižek bile okuyabilirsiniz, hafif olsun baş ağrıtmasın derseniz.
Tabii Muhammed de okursunuz isterseniz, ama şampiyonlar liginde yer almaz. 

Thursday, February 8, 2018

Kulunç, şimşek, stepne


Kulunç
Eski Yunanca kolikós κωλικός, eski çağ tabiplerinden Dioskorides ve Galen’de geçiyor, “ani ve şiddetli bağırsak sancısı”. Fransızca ve İngilizcede halen colique ve colic  aynı anlamda kullanılır. Arapçası kulunc, Türkçede 15. yy’dan itibaren kaydedilmiş, aynı illet. Türkçeye mutlaka Arapçadan geçmiş olmalı: o > u dönüşümü Arapça tipik, sondaki /c/ sesi de Yunanca kolingós gibi bir telaffuzdan türemiş olmalı. Türkçeye direkt gelseydi muhtemelen gülüngüz, gölengöz, gülingoz gibi bir şekil alırdı.
Ahmet Vefik Paşa (1876) “Yunancadır, bağırsak ağrısı” demiş. Kamus-ı Türki (1900) aynı bilgileri verip “vaktiyle resiye yani romatizma ve vecˁa-i mefasıl [yani artrit] illetine de bu nam verilirdi.” diye eklemiş. Türk Dil Kurumu sözlüğünün birinci basımında (1945) “şiddetli ağrı ve özellikle kalın barsak ağrısı” diye geçiyor.
Anlam kayması sanırım 20. yy başları veya ortalarında belirmiş olmalı. Mesela Burhan Felek “ayağıma fena kulunç girdi, diye topallayarak onları takip etti” gibi bir cümle kurmuş, 1971’de. Buradaki anlam “kas spazmı”. Günümüzde ise halk arasında bilinen tek anlamı “sırt kaslarının spazmı”. Ekşi Sözlük yazarları sadece bu anlam üzerinde durmuşlar, “kürek kemiklerinin hemen altındaki kasların tutulması/kasılması sonucu oluşan ve insana sanki adaleleri düğümlenmiş gibi bir acı veren şey” tarzında tanımlar vermişler.
Kelimelerin anlamı değişir. Bir iki kuşak yeni anlamı “yanlış” olarak algılar, düzeltmeye çalışır. Sonra alışılır. Bu sefer eski anlam “yanlış” gelmeye başlar.
Kolit, kolonoskopi, koli basili aynı kökten. Hepsinde kalın bağırsak mevzubahis. Mimarideki kolonla alakası yok.
Şimşek
Sözlükte şimşek maddesi içler acısı bir haldeydi. Makul bir etimoloji bulamayınca olmadık bir iki hipotez üzerinde durmuşum, beş dakika düşünsem “hoşt, git” diyeceğim şeyler. İşin gerçeği Hasan Eren, Günay Karaağaç, Fatma Özkan gibi resmi damgalı etimologlar da bir halt bulamamışlar. Ama o muhteremlerde sayfalarca lafı dolandırıp hiçbir şey söylememe yeteneği var, bende o olmadığından benimki sırıtıyor.
Image may contain: 1 person, sky and outdoorDört beş yıl önce Prof. Dr. Paşa Yavuzarslan cidden takdire değer bir detektif çalışması yapıp, düzinelerce köhne metni didik didik edip, hiçbir ipucunu atlamayıp, meseleye tatmin edici bir çözüm bulmuş. Sözcüğün aslı geniz n’siyle ŋşek, Türkiye Türkçesine özgü, ilk belirdiği 1400 yılı dolayından 16. yy sonuna dek hep bu şekilde yazılıyor. Daha sonra önseste asimilasyonla şüŋşek, standart ŋ > m evrimiyle şümşek ve 17. yy sonlarında İstanbul lehçesinde şimşek görülüyor. Metin örneklerinde sürekli olarak Arapça kökenli harbe sözcüğüyle eşleştiriliyor. Harbe hem mızrak hem şimşek anlamında. Nitekim bugün süngü sözcüğünden tanıdığımız ŋüş de Türkçe “mızrak” demek. Süŋşek = “mızrakçık, küçük mızrak”. Muhtemeldir ki Arapçadan calque, yani Arapça mecaz bire bir Türkçeye çevrilmiş.  
(P. Yavuzarslan, “Tarihi Türk Dili Metinlerinde şimşek...”, Ankara Üniv. DTC Fak. Türkoloji Dergisi 20/2 (2013). Online var.)
Stepne
İngilizcesi stepney. Halen ABD ve İngiltere’de unutulmuş bir kelime, ama Hindistan, Pakistan ve Malta İngilizcesinde cariymiş. OED’nin verdiği örneklerden çıkarabildiğim kadarıyla 1930 dolayında İngiltere İngilizcesinde kullanımdan düşmüş. O tarihten sonra ancak tarihi belge ve nostalji metinlerinde adı anılıyor.
Wales’te Llanelli kentinde kurulu The Stepney Spare Motor Wheel Ltd. Şti. tarafından 1906’da piyasaya çıkarılan bir ürün. Göbeksiz bir jant ve lastik düşünün, lastiğiniz patlayınca patlağın üstüne takıyorsunuz, tamirciye kadar götürüyor.  Şimdiki pratik buşon ve manivela sistemi henüz icat edilmemiş.
İsim nereden diye merak ederseniz 16. yy’da kilise mallarının tasfiyesi sırasında servete kavuşup Llanelli’de şahane bir malikane sahibi olan Stepney baronetleri sülalesini buluyorsunuz. Llanelli tarihi merkezdeki ana sokağın adı Stepney Street, teker firmasının yeri de o sokaktaymış.
Türkiye’ye Umumi Harp’ten önce gelmiş olmalı. Stepni biçimi tercih edilmediğine göre, Fransızca bilen ama İngilizce bilmeyen monşerler tarafından piyasaya sunulmuştur belki.

Saturday, February 3, 2018

Hararet, hürriyet


Arapça ḤRR, İbranice ve Aramca ḤWR kökü “yanmak, akkor haline gelmek”. Ayrışma normal, Ön-Samice iki harfli kök (ḤR) iki ayrı yöntemle telafi edilmiş. Latincesi candere (candela, incandescent vb.). Türkçesi asıl kızmak olmalı.
Arapça ḥārr “ateş, alev ışığı”, bizde ateşi harlamak gibi deyimlerde geçer. Ḥarāret “ateşlenme, ısınma”. Ḥarīr esasen “yanan, alevli” ve dolayısıyla “ipek (kumaş)”. İpek Ortadoğu dünyasına geç Antikitede gelmiş, biliyorsunuz, yani Milattan sonra. Adı da doğal olarak sonradan takma bir ad.
Aramice ve İbranice ḥawar “akkor, beyaz”. Birçok dilde böyledir, “beyaz” anlamına gelen sözcük “yanma, ateş gibi ışıma” fiilinden gelir. Ḥūr “ak giysili”. Tevrat’ta “soylu kişi” anlamında; unutmayın ki ağartılmış keten giymek o devirde her babayiğidin harcı değil, seçkinlik belirtisi (henüz pamuk yok, ipek de duyulmamış). Tevrat’ın Aramice tefsirlerinde ise “köle olmayan kişi” ve “salınmış köle, azatlı” anlamı ağır basıyor. Latince eşdeğeri candidatus “ak giysili”. Latince sözcük daha çok “kamu görevine aday kişi” ve erken Hıristiyanlık döneminde “henüz vaftiz edilmemiş Hıristiyanlık adayı” anlamında görülüyor.
 Arapça urr “köle olmayan kişi” ve “salınmış köle, azatlı”. Hürriyet gazetesinden bildiğimiz hür. Aramiceden alıntı ya da adaptasyon olduğunu tahmin ediyorum, ama ısrar etmem.
Arapça taḥrīr “azat etme, özgür kılma”, modern kullanımda kısaca “özgürlük”. Kahire’deki meydanın adı oradan. Sözlüklerde görülen marjinal ikinci anlam “(bir yazıyı) yayınlamak” ya da “(birine veya kamuya) yazmak”. Yunanca ek-dōsis ve Latince e-ditio “dışarı-vermek, yayınlamak” kavramlarının tam karşılığı. Türkçede bu anlam başat hale gelmiş. Tahririn esas kullanım alanı bürokratik yazışma, fakat uygulamada her çeşit yazı için kullanılır. Etken sıfatı muḥarrir “yazar”, edilgen sıfatı emre muharrer senet’teki muḥarrer “yazılı”.
Arapça WR kökü “dönmek” anlamında ayrı bir fiil, bunlarla alakasız. Ancak bu kökten türemiş görünen birkaç Arapça sözcükte “beyaz” veya “ak kumaş” anlamı bulunuyor. Bunlar Arapçanın ayrı bir lehçesinden mi gelme, yoksa Aramice veya ona yakın bir Suriye dilinden mi alıntı bilmiyorum. Mesela ḥawārī “kumaş ağartıcı, bleacher” anlamında, bir meslekmiş. Ayrıca “gönlü ve giysisi temiz, safderun, pure and unsullied” anlamına da gelirmiş. İsa’nın havarilerinin adı buradan mı geliyor, yoksa Nöldeke’nin belirttiği gibi eski Habeşçe “görevli kişi, elçi” anlamına gelen ḥɘwar sözcüğünden mi, yüz senede binlerce defa tartışılmış bir konudur, kesin cevabı yok.

(6 Şubat ilave)
“Yok havarinin anlamı şu değildir budur” diyen çok sayıda yorum geldi. Kimse de düşünmedi ki bu kelimenin Yunancası apóstolos, ἀποστέλλειν “göndermek” fiilinden “gönderilmiş kişi, elçi”. Ermenice çevirisi arakeal առագեալ tam aynı anlamda, “gönderilmiş kişi, elçi”. Arapçası neden farklı olsun? Neden “çamaşırcı”, ya da “temiz yürekli”, ya da “sevgili”, ya da “etrafta dolanan” gibi acayip endirekt isimler versinler?
Yukarıdaki yazının son cümlesi yanlış. Nöldeke'nin yorumu açık farkla galip gelir.