Halim – Hıristiyan alemi modern dünyaya daha iyi adapte olmuş görünüyor. Neler yaptılar bu sonuca ulaşmak için?
Selim – Aklıma ilk gelen üç maddeyi sayayım:
1-
Dini reddeden azınlığa toplumsal saygınlık kapısı açtılar. Ateistle
dindarların birbirinin gözünü oymadan aynı sofrada oturabilmesi
sağlandı. Bu demek ki toplumsal tenasübün, yani uyumun, zemini din
olmaktan çıktı, başka bir şey oldu. 2- Dinî inancı bir mit, bir felsefi
mecaz, bir insanî abide, bir ecdat saygısı olarak korumaya ve sürdürmeye
olanak veren düşünsel yapıları inşa ettiler. “Tanrı var mı yok mu
bilmem, ama İsa’ya gönülden bağlıyım” diyen görüş, düşünsel tapınağın
baş köşesine yerleştirildi.3- Alakart din servis edildi. Dinin farklı
yorumlarının ve farklı inanç derecelerinin eşit derecede saygıdeğer
olduğu fikrini teşvik ettiler. En devrimci sosyal görüşlerle en
muhafazakâr gelenekçilik aynı Katolik kilisesinin kurumsal bünyesinde
yer bulabildi mesela.
Halim – İslam dini buna benzer veya paralel bir dönüşüme izin verir mi?
Selim
– Dönüşümün yolunu kesmek için kanının son damlasına kadar mücadele
etmeye hazır büyük ve cahil bir kitle var. En ufak provokasyonda
şiddetebaşvurmaya, olmadı avaz avaz bağırmaya, olmadı alınıp kin tutmaya
yatkınlar. Daha beteri, o kitleyi iktidar aracı olarak gören siyasi
örgüt ve liderler var. Onlar devre dışı bırakılmadan veya zararsız hale
getirilmeden çok zor.
Halim – Türkiye Cumhuriyeti 20. yüzyıl boyunca
dönüşümü gerçekleştirmeye çalıştı. Şimdilik başarısız görünüyor. Sence
bu, İslam’ın yapısından kaynaklanan bir durum mu?
Selim –
Varsayımınıza katılmıyorum. Kemalist rejimin laikliğini Batı
sekülarizminin muazzam başarılarıyla kıyaslayamazsın. Biri gökdelen,
öbürü gecekondu.
Bir kere Kemalist rejim, tanrıtanımazlığı
meşrulaştırmak yönünde en ufak bir çaba göstermedi. Toplumsal söylemin
bir parçası haline gelmesine izin vermedi. Okul müfredatına katmadı,
üniversitelerde öğretmedi, devlet radyolarında tartışmadı. “Komünizme”
kapı açar diye korktular.
İkincisi ve çok daha vahimi, dini bir
felsefi ve kültürel gelenek olarak yeniden yorumlayan görüşlere cevaz
verilmedi. Böylece, ayak takımının İslam’ından farklı bir İslam
anlayışının, okumuşlar nezdinde dahi olsa, saygın bir seçenek haline
gelmesine izin verilmedi. Tarikat, Nurculuk, Türk-İslam sentezi gibi
arayışlar, belki ayakta duracak zemin bulamadıklarından, avam
şakşakçılığına yönelmek durumunda kaldılar; çağdışılıkta yarıştılar.
Dinde
çoğulculuk, rejimi şeytan görmüş gibi korkuttu. O çoğulculuğun kurumsal
çerçevesi olması gereken Diyanet, tam tersine, alabildiğine dar ve
yasaklarla çevrelenmiş bir ortodoksinin savunucusu oldu. Resmen
tanımlanmış din dışındaki yönelimlerin din kisvesi altında belirmesine
en sert yöntemlerle karşı çıkıldı.
Özetle din, devletin tapınağından
– çok kısa bir süre için, de ki 1920’lerden 1940’ların sonuna dek -
uzaklaştırıldı. Yerine 23 Nisan ve 29 Ekim törenleri kondu. Geri gelmesi
kaçınılmazdı, çünkü doğa boşluk kabul etmez.
Halim – Neden yapamadılar?
Selim
– Cahillik belki. Ya da korkaklık. Kontrolü elden kaçırma kaygısı.
Belki İslami geçmişten ve gelenekten gelen tekçilik arzusu.
Daha
başka bir boyutu var o hikayenin ki üzerinde hemen hiç durulmamıştır.
Ben bile, cesaret edemiyorum derinlemesine analiz etmeye.
Halim – Merakımız zirvede!
Selim
– İlk bin üç yüz yılı boyunca İslam hep kolonyal bir yönetici zümrenin
dini olarak kaldı. Fetihle büyüdü. Haraç ve cizye ile beslendi. Osmanlı
nüfusu 19. yy başlarına dek yarıdan fazla gayrimüslimdi. 20. yy başında
dörtte birden fazlası hala öyleydi. 1913 – 1923 etnik temizlikleri bu
anlamda tarihi bir dönüm noktasıdır. Tarihte ilk kez homojen bir
Müslüman toplum yaratıldı. İlk kez Müslümanlar, sömürecek bir reaya
sınıfı olmadan, birbirleriyle baş başa kaldılar.
Bu olayın
sonuçlarını iyi düşünmek lazım. Gerçekte büyük bir çöküştü. Dini ve
toplumu yeniden düşünmek için bir fırsattı. Yapılması gereken oydu.
Yapılmadı. Sonuçlarından, belki haklı olarak korkuldu. Onun yerine o
dönüş büyük bir zafer olarak anlatıldı. “Düşman” denize dökülmüştü.
“Vatan kurtulmuştu. “Millet” hâkim olmuştu.
Kimdi peki zaferi
kazanan? Vatan, millet, bunların hepsi kaçamak tabirler. Zaferi kimin
kazandığını halk pekâlâ biliyordu. Zaferi kazanan İslam’dı. Ve elbette
günü geldiğinde asli kimliğiyle ortaya çıkıp zaferinin şan ve şerefini
talep edecekti. Nitekim etti.
Dikkat edersen Mısır’da da hikâye
aynıdır, Suriye ve Irak’ta da aynıdır, Hindistan’ı tasfiye edemeyince
kendi homojen İslami alanlarını kuran Pakistan ve Bangladeş’te de
aynıdır. İran’dan emin değilim, Malezya ve Endonezya’da ayni sürece yeni
yeni giriyorlar.
19. yy’da modern dünyaya ayak uydurma yönünde
önemli adımlar atan İslam. 20. yy’da neden durdu ve o duruşun
sonuncunda, 21. yy’da neden batağa sürüklendi, sorumuz buydu. Cevabı, en
azından kısmen burada aramak yanlış olmaz sanıyorum.
Bu yazıya daha evvel bayağı yorum yazmıştım, AKP'nin AyYıldız Tim'i blogu hackleyince silinmiş. Tekrar okudum ve bu yazıya itiraz edecegim en mühim nokta esasen sonuncu paragrafın ilk ve ikinci cümleleri. İslamın 19. yy'da modern dünyaya ayak uydurma yolunda önemli adımlar attığı iddiası, sadece palavradan ibaret! Yazının geri kalanına genel olarak katılıyorum.
ReplyDelete