Demokrasinin faydası ne? “Halk iradesi”, “halkın çıkarı” gibi fantezi
fikirleri bir yana bırakırsan, çok basit, çok mütevazı, ama önemli birkaç şey.
Bir, iktidarın kan dökülmeden el değiştirmesini sağlar. İki, iktidar süresini
sınırlar. Üç, seçimler sayesinde iktidarı geniş kesimler nezdinde meşru kılar.
Monarşi
Eskiden bu işler için tercih edilen model ırsî monarşi idi. Şef
ölür, yerine evladı geçer. Şansın varsa yüz yıl, üç yüz yıl rejimin istikrarını
koruyabilirsin.
O modelin de handikapları vardı. Hükümdarın evladı olmayabilir (8. Henry
sendromu, 4. Murat sendromu). Evladı küçük olabilir, gay olabilir, ebleh
olabilir. Evlatlar birbiriyle kavga edebilir (Cem Sultan sendromu). Bir başka
enteresan ihtimal var üzerinde durulması gereken: hükümdarlık süresi çok
uzayabilir. Gerek Kanuni Süleyman, gerek 2. Abdülhamit devrinin rejim
krizlerine bir de bu açıdan bak, çok şey aydınlanacaktır. Eski kadrolar
iktidara kazık kakıp kemikleştikçe, kapıda bekleyenlerin gözünü hırs bürümüş.
Avrupa monarşileri bu dertlere çeşitli çareler aradılar. İktidarın büyük
payını parlamentoya ve başbakana emanet edip, monarkı bir denge unsuru olarak
korumayı denediler. Buna rağmen çoğu ülkede monarşi yürümedi. Çünkü monark,
Avrupa ülkelerine has bir dizi tarihi tesadüf sonucu, ırsî aristokrat
sınıfıyla fazlaca iç içe geçmişti. O sınıf çökünce monarşi de dayanağını
yitirdi.
Osmanlı’nın sonu
Avrupa öyle. Bizde neden yürümedi? Bu soruyu ikiye bölmek lazım. Osmanlı
hanedanı neden yürümedi, bu bir. Yerine neden başka hanedan değil cumhuriyet
tercih edildi, bu iki.
İlk sorunun cevabı Avrupa’dan farklıdır. Osmanlı hanedanı hiçbir
zaman ırsî bir aristokrasinin temsilcisi olmadı. Son devir Osmanlı
sadrazamlarına bak: birinin babası Eminönü’nde aktar (Âli Paşa), biri Ispartalı
eşekçi oğlu (Hüseyin Avni Paşa), ikisi kölelikten yetişme (İbrahim Edhem ve
Tunuslu Hayreddin Paşalar), biri Vefa’da kaynanasının iki katlı evinde oturur
maarif komisyonu üyesi (Sait Paşa), büyük çoğunluğu orta sınıf kökenli
memurdur. Padişahlık kurumuna karşı biriken ve 1876’dan sonra gitgide artan bir
şiddetle patlak veren tepkinin kaynağı o halde sınıfsal değil, başka şey.
Peki nedir? Fransa’dan esen rüzgârların etkisi vardır şüphesiz. Fransa son
devir Osmanlı elitinin gerçek kıblesi idi. Orada cumhuriyet 1871’de kuruldu,
burada 1876’da Mithat Paşa vakasında mırıltısı duyulmaya başladı. Tesadüf
olabilir mi?
Öbür faktör, aksini iddia etmeye kalkma lütfen, Abdülhamit rejiminin 33
yıllık (1876-1909) kara gölgesidir. Sovyetlerdeki Brejnev dönemini andıran bir
skleroz çağıdır: atalet, çürüme, köhneme kol gezer. Ardından gelen iki ihtiyar
ve ürkek kardeşi –- Reşat ve Vahidettin -– Osmanlı’nın iflah etmeyeceğine
ilişkin genel kanıyı pekiştirmiştir. Düşün ki 1918’de Vahidettin yerine mesela
2. Mahmut kalibresinde dinamik bir padişah, ya da son Abdülmecit’in oğlu Ömer
Faruk Efendi gibi genç ve karizmatik bir modern şahsiyet başa geçse sonuç aynı
olur muydu?
Neden cumhuriyet
Türk ve İslam tarihinde kadim usul, bir hanedan eskiyince yerine yenisinin
gelmesidir. İkinci sorumuz bu: 1920-23’te neden öyle olmadı?
Üç faktör sayalım.
Birincisi gene dışarıdan, bu sefer Fransa’ya ek olarak Almanya ve Rusya’dan
esen fırtınalardır. Fransa bizim yüz yıllık modelimizdi; Almanya savaşta kader
ortağımız, Rusya 1920’lerin başında tek dostumuz. Fransa kırk yıllık
cumhuriyetti; Rusya 1917’de, Almanya 18’de monarşiyi devirip cumhuriyet ilan
ettiler. Öyle olunca bizde başka türlü olması çok zordu. Oysa Britanya
gölgesindeki Mısır’a, İran’a, Irak’a, Ürdün’e bak. Oralarda yeni monarşiler
denendi. Kimi kısa sürdü, Ürdün’deki halâ yürüyor, pekalâ da sağlıklı.
İkinci faktör iç siyasi dengelerin niteliği ile ilgili olabilir. Tam emin
değilim ama, 1923’te Gazi Paşa’nın siyasi gücü henüz padişahlık ilan etmeye
yetmezdi desek çok yanılmayız sanırım. Bu demek değil ki düşünülmedi, ya da
Arnavutluk’ta başbakanken krallık ilan eden Ahmet Zogu gibi, yahut İran’da
askeri diktatörken şah olan assubay eskisi Rıza Pehlevi gibi, sonradan
olamazdı. Belki cesaret edilemedi.
Üçüncü faktör en önemlisidir. Gazi’nin evladı yoktu. Öyle anlaşılıyor ki
ilerde olabileceğine dair bir beklenti de yoktu. Evladın yoksa ırsî monarşi
neye yarar?
Türkiye’de cumhuriyet rejiminin sebepleri o halde neymiş? Bir, Avrupa’nın
bazı ülkelerindeki olayların etkisi. İki, siyasi liderin kritik dönemeçte
yeterince güçlü olmaması. Üçüncü olarak, kişisel ahvalindeki bazı sıkıntılar.
Sözünü etmeye değer başka sebep görebiliyor musun? Ben göremiyorum.
İşleyen var …
Buna karşılık Türkiye’de kurulan cumhuriyet rejimi, demokrasilerden
beklenen asgari faydayı sağlamakta yetersiz kaldı. Neydi o fayda? En başta
söylediklerimiz. O beklentileri Türkiye cumhuriyeti karşılayamadı. İktidarın
vukuatsız devrini sağlama alamadı. Süresini sınırlayamadı. Dolayısıyla
meşruiyeti sağlayamadı.
Terimlerimizi tanımlayalım. Vukuatsız:
yani silah ve kelepçe kullanmadan, ayrıca eski iktidarın adamlarını cehennemin
ta dibine kadar kovalamak zorunda kalmadan. Sınırlı:
yani beş yıl, on yıl, her ne ise, makul iktidar süresinin sonunda iktidar
sahibine törenle plaket verip alkışlar arasında evine yollamacasına. Meşru: yani eski iktidarın adamları
dahil siyasi aktörlerin kahir çoğunluğuna “e canım, sevmiyoruz mevmiyoruz ama
hakkıymış” dedirterek.
Mesela nasıl diye sorarsan, meşhur örnek ABD’dir. 228 yılda 44 defa, bir
tek istisnayla (Lincoln), makul sürede ve vukuatsız değişimi başarmışlar. Gerçi
son yıllarda oğul, kardeş, eş marifetiyle iktidar uzatma denemeleri sıklaştı;
kaygı verici bir gelişmedir.
Bir o kadar etkileyici başka örnek Almanya’dır. Yetmiş yılda sekiz başbakan
değişti, ortalaması dokuz yıl eder. Hepsi süresinin sonunda sessizce köşesine
çekildi; Adenauer ve Kohl gibi direnmeyi aklından geçireni, hafifçe kolunu
büküp gönderdiler. Hepsi büyük çoğunluk tarafından rahmet ve minnetle anılıyor.
İngiltere de fena değildir. Yetmiş yılda on dört başbakan. Gittikten sonra
geri gelmeye teşebbüs eden iki tane (Churchill ve Wilson), onlar da çok kısa
sürede tasfiye edilmiş. Almanlardan farklı olarak İngilizler eski liderleri
kuyruğuna teneke bağlayıp uğurlamayı seviyor, belki aklına yanlış fikirler
gelmesin diye.
Fransa 1958’den sonra başarılı. Mitterrand’ın 14 yıllık saltanatı can
sıkıcı olunca hemen müdahale edip limiti on yıla indirdiler. İndira Gandhi’nin
tökezlemesini saymazsan Hindistan da başarılı sayılır.
Çin apayrı bir model. Bir küsur milyar nüfusla demokrasi olmaz deyip,
iktidar devrini ve meşruiyeti kurumsal bir oligarşi içinde halletmeyi
deniyorlar. Mao’nun ölümünden bu yana başarılı görünüyor. Ama otuz küsur yıl
nedir ki? Hiç.
… işlemeyen var
Peki bizde ne oldu? Bir iki istisnayı
saymazsan, iktidar hiçbir zaman barışçı bir şekilde el değiştirmedi. Hiçbir
siyasi lider iktidarın bir süre limiti olduğuna inanmak istemedi. Dolayısıyla
hiç birinin meşruiyeti şüpheden ari olmadı. Bu anlamda Türk demokrasisi bir
fiyaskodur. Fiyaskolar dizisidir.
Sırayla bakalım.
1938 devri konusunda bir yargıya varmak
güç; iç yüzünü pek bilmiyoruz. Ama en azından Atatürk’ün, devir teslimin kansız
olmayacağına dair kuşkular beslediği anlaşılıyor.
1950, cumhuriyet tarihinin ilk ve tek
kurallı devridir. Yalnız Türkiye’de değil, bazı açılardan dünyada örnek
sayılması gereken bir vakadır. Başka kusurları ne olursa olsun, İsmet İnönü’yü
bu açıdan takdirle anmak, hatta cumhuriyet tarihinin 20. yüzyıldaki tek
başarılı lideri saymak yanlış olmaz. Devamı gelebilse bugün nerede olurduk,
düşünmeye değer.
Devamı gelmedi. Menderes’in iktidarı
bırakmaya niyeti yoktu. En azından, rakiplerine o izlenimi verdi ve o izlenimin
doğurduğu reaksiyonla karşılaştı. İnönü iktidarı kendi eliyle rakiplerine
teslim ettikten sonra geri alma hırsına mağlup oldu; yaşamının son demine dek
bunun mücadelesini verdi. 1972 CHP kurultayında, 88 yaşında, iktidar umudunu
genç Ecevit’e kaptırmamak için nasıl canhıraş bir kavga verdiğini dün gibi
hatırlarım. 1923’ten 1972’ye, kırk dokuz yıl eder.
Demirel’inki otuz altı yıl, Ecevit’inki
otuz yıldır. İlkini iki defa döve döve iktidardan attılar, hapsettiler, ömür
boyu yasakladılar. Yılmadı. 2000 yılında, 79 yaşındayken, yedi yıl daha
cumhurbaşkanı olabilmek için hangi perendeleri attığını sen de hatırlarsın.
Öbürü 2002’de çişini tutamayan bir
ihtiyarken, kendisine komplo kurabilirler diye en yakınındaki adamları yok
etmekle meşguldü.
Özal’ın ömrü vefa etmedi. Etseydi farklı
olacağına dair bir belirti göremiyorum. Üst üste iki seçimde hezimete
uğradıktan sonra kendini cumhurbaşkanı seçtiren, sonra yeni parti kurup yeniden
siyasete atılma hayali kuran bir liderden söz ediyoruz sonuçta.
Ee?
Yeni anayasa tartışmalarını biraz da bu
açıdan değerlendirmek faydalı olur kanımca.
Cumhurbaşkanına sınırsız yetki tanıyıp
iktidar süresini de fakto 15 yıla, hatta hayat boyu uzatmaya imkân veren bir
düzenlemeden ne hayır gelir, takdir etmek zor değil.
Ancak iktidarın kaynağını, limitini ve devir
teslim koşullarını net ve berrak hale getiren ciddi bir anayasa
reformuna ihtiyaç bulunduğunu da, bu işlere az çok kafa yormuş olan hiç kimse
inkâr edemez sanırım.
Kaynağını: yani seçim, yahut plebisit, her
neyse. Limitini: mesela on yıl, ama lastiksiz, eklemesiz, karısını ya da
çocuğunu yerine seçmesiz. Devir teslim koşullarını: pazarlıksız, kartelsiz,
atamasız, onaylamasız.
Konuyu bitirdikten sonra biraz bakınıp, düşüneyim bakalım.
Ayrıca;
"Demokrasinin faydası ne? “Halk iradesi”, “halkın çıkarı” gibi fantezi fikirleri bir yana bırakırsan"
Yukarıdaki cümlene çıkış yapcaktım. aklıma chomsky'nin demokrasi eleştirisi geldi. sonra "neden antik yunan demokrasisine dönmüyoruz" diyenlerin konuşmaları geldi ki; nasıl döncen bu çağın şartlarında?
Dedim Sevan Abi doğru söylüyor heralde. İnsan fantezi olmasını istemiyor nedense... Demokrasi pırıl pırıl bir sistem diye, aklımıza kazıdıkları için mi bilmiyorum.
1. Bir yapının tamamiyle diğer bir yapıya dönüşmesi.
2. Mevcut yapının güncellenmesi.
Atatürk devrimleri diye sunulan aksiyonların birçoğunda bir yapının diğer bir yapıya dönüşmesi durumu yok; İkincisi var. Mevcut yapıdaki modifikasyonlar.
Atatürk devrimleri diye adlandırılan aksiyonlar içinde bana göre sadece saltanatın kaldırılıp, ulus devletin kurulması Aristo'nun 1. seçeneğine uyuyor.
Fakat sanki bütün aksiyonlar birinci seçeneğe uyuyormuş gibi bir yanlış düşünce var.
Ulus devlet yapısı da ülkemizde sorunlu. Katılsak da katılmasak da açık bir şekilde olan olaylardan ülkemizde ulus devlet modelinin diğer gelişmiş ulus devletler gibi halkın tamamı tarafından kabul görmediğini gözlemliyoruz.
Ayrıca; Atatürk devrimlerinin devrimler tarihinde yeri bellidir şeklinde cümle kullanmışsınız. Şahsi olarak öyle bir şey gözlemlemedim. Genç Türkler, dünyada “devrim” anlamında daha çok öne çıkıyor.
Çünkü devrimin günümüzde kullanılan anlamıyla mevcut yapıya baş kaldırılarak değiştirme isteği Atatürk’ten ziyade Genç Türkler’de var.
29 yorum:
21:35'teki yorum yapan Adsız kişi. Azcık sakin olun yahu. Ananem de babamı sevmezdi. Çocukluğumda "Git babana karaktersiz de", "Elleri kırılasıca de", "Kahrolasıca de" diye bağırıp dururdu. O geldi aklıma. Gidin kendiniz deyin yani. Ne Sevan Abiyi kullanıyonuz.
@hgsahin
bir senede 9 post atan biri bir ayda 30 post atarsa zihni melekelerini yitirmemiş biri sorar "hayırdır?" diye. sen anlamazsın. hesap kitap yapanlardan hapse düşen de çok olur ayrıca. hesabın yanlış çıkması deniyor ona da.
Muhatabına "gerzek fikirler" izafe etmek bir argüman değildir, argüman geliştirme konusunda aciz olduğunun ilanıdır.
Reis'e bir sana iki bu arada, o kadar salaksın ki...
Benim sıçtığım bok senden daha zeki.
Bu yaklaşımla ikinci meşrutiyeti nasıl açıklarsınız?
Sevan Bey de artık bu blogu kapatabilir. Ortaokul tarih kitabında yazıyor zaten ne lazımsa, değil mi?
Bir alıntıyla bitirelim:
"Bunlar zaten kitapta yazıyor" (Anonim)
Bu, 2 Temmuz 1881'de katledilen Başkan James Garfield ve 6 Eylül 1901'de katledilen Başkan William McKinley sayılmazsa doğrudur. Hadi JFK'yi Cumhuriyetten sonra olduğu için hesaba katmayalım.
Üstelik kendinle çelişiyorsun.
Senin iddialarınla cevap vereceğim :
Hem atatürk astığı astık kestiği kestik "bir diktatördü".
Ülkede "ezici çoğunluk olan dindarları" bile ezebilecek kudrete sahip atatürk'ün padişah olmaya "gücü yetmiyordu" :)
"Anti-kemalizm" bir ideoloji değildir.
Maalesef Türkiye'de resmi tarihi eleştirenler gerçekliğe resmi tarihçilerden daha "saygısız".
Bir avuç para babası yönetiyor bahsettiğin ülkeleri.
Ne demokrasisi?
ABD'de demokrasi olsa %1 bütün servete sahip olabilir miydi?
Olamazdı.
TC ile aralarındaki fark "makyajdan" ibaret.
Üstelik Hindistan hariç hepsi hırsız / talancı / yağmacı / katliamcı cumhuriyetler.
Dünyanın geri kalanından çaldıklarıyla inşa ettikleri refah toplumları üstüne yapılan "makyaja" demokrasi denemez.
O makyajda akıyor zaten.
22 yorum:
Harika tespit :)
Bkz; Baykal, Bahçeli, ve galiba o yolda ilerlediği izlenimi veren Kılıçdaroğlu. Veya yazıda belirttiğiniz gibi "iktidarı kendi eliyle rakiplerine teslim ettikten sonra geri alma hırsına mağlup ol"an ve "iktidar umudunu genç Ecevit’e kaptırmamak için nasıl canhıraş bir kavga ver"en İnönü.
Aşağıdaki yazınızda da dikkat çekmişsiniz;
"Kırk yıllık İnönü saltanatı, 36 yıllık Demirel saltanatı, yirmi küsur yıllık Bahçeli saltanatı gibi vakalara başkanlık rejimlerinde rastlanmaz."
İlm-i Siyaset Sohbetleri - 3
Başkanlığın Faydaları
Onun döneminde ülkede etkin olan asker/sivil bürokrasi ve Kemalist/milliyetçi muhalefetin bir lidere ihtiyaç duymaması olabilir mi?
Kendisi de ona biçilen kaftanı giymekte beis görmedi.
Bir daha aday olabilmesi de mümkün değildi. Onu elinden tutup getiren Ecevit'in kalbini fena kırmıştı.
koltuga oturanin gotune saplaniyor ve ayrilmiyor daha o "got"ten....
Yani sorun siyasi gotlerde degil, koltuklar arizali bizde, bir de payandalar...
"Halkın hakimiyeti" diye bir şey olamaz. Halkın sistem içindeki yeri belli; okumak, sonra mezun olup çalışmak, sonra çalıştığından kazandığını alışverişte, tatilde vb. harcamak, arada da sandığa gidip çoğunluğun belirleyeceği liderin seçilmesi için oyunu kullanmak.
Bu sistemden memnun değil misin? O zaman bırak şu anki işini gücünü, gir siyasete, çoğunluğun desteğini almaya çalış. Çoğunluk senden yana değilse darbe veya devrim yap. Bu da olmuyorsa çoğunluk olduğun bölgende kendini yönetmek için özerklik veya yerel yönetim talep et. Hakikaten, bu CHP seçmeni HDP'yi "bölücülük"le suçlayacağına neden aynısını kendisi için istemiyor? Sonra da seçmen çoğunluğundan şikayet ediyor?
Doğu şarkiyatçılığının en dipsel noktasında doğumunu ve varoluşunu gerçekleştirmiş, Tarih sahnesine ilk ortaya çıktıkları 600 yıl boyunca Dinsel ve rejimsel olarak bir bütün Mutlak monarşi ile yönetilmiş bir toplum dan bahsediyoruz, ayrıca Osmanlının yıkılması sonrası ikinci safha'da ise Cumhuriyet dönemi tek adamlar Monarşisine geçişi görüyoruz.ve geldik 1950 yıllar! Tarihlerinin ilk Demokratik halka dayalı seçimi ve seçilen turk lider Menderesin idam edilip askeri vesayet döneminin başlaması ardından 1980 darbesi ve yine bir askeri vesayet yönetimi ve sonrası çalkantılı yıllar ve ardı ardına sonrası 28 şubat 1997 Post-modern bir askeri vesayet darbesi ve takip eden 5 yıl sonunda toplam 15 yıl ve daha fazlası muhtemel sürecek olan tek lider rejimi Recep Tayyip Erdoğan dönemi. "Çürük tahta çivi tutmaz" Saygılar
Ötekiler yeni bir statüko kurmaya çalışan daha da eski kafalar olduğundan 21. yüzyılın giderek bütünleşen dünyasında zaten fazla bir güçleri olamaz. Uluslararası toplum bir yana ülke içinde bile devamlı tepkiyle karşılaşmaları kaçınılmaz. Gezi'den bu yana iktidarlarını sarsan girişimleri bir düşünün. Kendi içlerindeki çatlaklar da cabası.
Gün Zileli'nin bir yazısındaki (AKP’nin İki Kurtarıcısı: PKK ve MHP) şu tespit önemli bence:
"AKP diktatörlüğü, iktidarını konsolide edebilmek için, Gezi’den bu yana adeta bir kültürel savaş başlatarak, tamamen İslamcı-muhafazakâr kalelere çekilip kendini oralara hapsetmiş, dolayısıyla toplumun canlı kültürel dokusuyla arasına kalın duvarlar örmüştür. Muhafazakâr alt katmanlar kalabalık olabilir ama kültürel gerilikleri nedeniyle toplumun esas canlı dokusundan kopukturlar ve canlı dokudan kopan siyasi güçler önünde sonunda toplumun yönlendirici gücü olma şanslarını kaybederler.
Dolayısıyla AKP diktatörlüğüne çok uzun bir ömür biçmediğimi belirtmeliyim."
Akp 15 senedir iktidar gözükse de halen ekol oluşturamamıştır.
“Sarı öküz”, 2002 seçimlerinden sonra AKP ve CHP’den oluşan meclisin “iki lideri”, Recep Tayyip Erdoğan ile Deniz Baykal’ın Boğaz’daki “balıkçı lokantası”nda vardıkları “mutabakat”la verilmiştir. Ve bu “mutabakat”, mevcut anayasanın fiilen çiğnenmesini ve “hülle” yoluyla aşılmasını sağladı. Böylece seçim yasası hükümleri nedeniyle milletvekili olamayan ve milletvekili olamadığı için başbakan olması olanaksız olan Recep Tayyip Erdoğan’ın Siirt’ten milletvekili seçilmesinin yolu açıldı. “Anayasayı bir kez çiğnemekten bir şey olmaz” olduğu böylece görüldü.
İkinci büyük gayrı-meşrulaşma adımı, 2007 yılında yapılan ve cumhurbaşkanının “halk tarafından” seçilmesi hükmünü getiren anayasa değişikliğiyle atıldı. Anayasa değişikliği meclis tarafından kabul edilmiş ve 21 Ekim 2007’de referanduma gidilmesi kararı alınmış olmasına rağmen, Abdullah Gül, “eski anayasa hükmü” uyarınca, 28 Ağustos 2007’de meclis tarafından cumhurbaşkanı seçilmiştir.
Buna rağmen, tümüyle “kadük” olması gereken değişiklik için referanduma gidilmiş ve “halkın” %68,95’inin “evet” oyuyla kabul edilmiştir.
Bu iki büyük gayrı-meşrulaşma adımı karşısında Deniz Baykal’lı CHP ve onun yörüngesinde hareket eden toplumsal muhalefet ve sol tam bir aymazlık içinde atılan adımları “demokratik gelişme” olarak değerlendirme gafletine düşmüştür.
Böylece mevcut anayasanın ve yasaların fiili davranışlarla aşılabileceğini gören Recep Tayyip Erdoğan (ve elbette onunla birlikte mehteran takımı), fiili durumu Mart 2008’deki “Ergenekon operasyonu”yla bir adım öteye taşımıştır. Çok açıktı ki, “Ergenekon operasyonu”, Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından açılan AKP’nin kapatılması davasına karşı fiili bir tutumdu. Ama “medya”daki neo-liberallerin yaygarası ve “Ergenekon operasyonu”nun gözdağı içinde bu fiili durum da toplumsal muhalefet tarafından “algı”lanmadı.
Üçüncü büyük gayrı-meşrulaşma adımı 2010 anayasa değişikliğiyle atıldı. Özellikle HSYK’ya ilişkin yapılan değişikliklerle Recep Tayyip Erdoğan iktidarı fiili durumlara ilişkin “kanuni” bir temel oluşturmuştur.
Yazımızın başlangıcında belirttiğimiz gibi, dördüncü büyük gayrı-meşrulaşma adımı 17-25 Aralık sürecinde ortaya çıkmıştır. “Paralel devlet yapılanması”nın, bugünkü namıyla FETÖ’nün 2010 anayasa değişikliğiyle sağlanan “kanunilik” içinde yürüttüğü “yolsuzluk operasyonu”, İçişleri Bakanı Efkan Ala üzerinden yapılan ve polise mahkeme kararlarına uyulmaması direktifi veren fiili müdahale ile yok hükmünde sayılmıştır.
Buraya kadar Recep Tayyip Erdoğan’ın “icranın başı” olarak başbakanlık düzeyinde fiili ve gayrı-meşru durum ortaya çıkmıştır. Ama en önemli gelişme, Recep Tayyip Erdoğan’ın 10 Ağustos 2014 tarihinde cumhurbaşkanı seçilmesiyle olmuştur.
Cumhurbaşkanı seçilen Recep Tayyip Erdoğan, seçilir seçilmez yetkilerini fiilen oluşturmaya başlamıştır. Hemen herkesin kabul ettiği gibi, cumhurbaşkanı olarak Recep Tayyip Erdoğan anayasada varolmayan yetkileri fiilen kullanmaya başlamıştır. Ve Türkiye Cumhuriyeti devletinde hiçbir güç bu fiili yetki gaspına karşı çıkmamış ve çıkamamıştır.
15 Temmuz sonrasında OHAL’le birlikte Recep Tayyip Erdoğan’ın gayrı-meşru fiili iktidarı tam anlamıyla pervasızlaşmıştır. Sulh ceza hakimleri aracılığıyla her türlü muhalefet unsuru gözaltına alınmış ve tutuklanmıştır. İşkence, alenileştirilmiş ve yalın bir “ceza biçimi” haline dönüştürülmüştür.
Gayrı-Meşru Bir İktidarı “Meşrulaştırmak” - KURTULUŞ CEPHESİ – Ocak-Şubat 2017
http://kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc154_1.html