O gün çıkarılan üç yasayla cumhuriyet
rejiminin rengi, şekli, rotası belirginlik kazandı. Yapılanları beş madde
altında ele alacağız. Önce halifelik ve
hanedan, sonra şer’i kurumların kaldırılması, en son eğitimin birleştirilmesi.
3 Martta
yazıyoruz ama bakalım bloga ne zaman yetişir.
1. Halifelik
Halifelik
lağv edildi.
Pratikte
bir anlamı olmayan boş bir unvandı. Atatürk’ün Nutuk’ta kullandığı ifadeyle
“medlulü [yani delalet ettiği şey] kalmamış manasız bir lafz” idi. Saltanat
kaldırılınca bir tür teselli armağanı olarak düşünüldü. Gazi'nin gitgide
tehlikeli hal alan diktatörlük eğilimine karşı emniyet freni olarak görenler
vardı. Nitekim 29 Ekimde kişisel rejimin ilanından sonra, aralarında eski
ittihatçıların ve Milli Mücadele önderlerinin bulunduğu muhalifler, Dolmabahçe
sarayında fiilen ev hapsinde yaşayan halifenin etrafında birikmeye başladılar.
Belki yaşlı Abdülmecit Efendi olmasa da, genç ve karizmatik oğlu Ömer Faruk
Efendinin siyasette dengeleyici bir rol oynayabileceğini umdular.
Hiçbir
diktatör ikinci bir iktidar odağına tahammül edemez. En nominal, en yetkisiz
odak dahi diktatörün tırmanıcı iktidarına karşı zamanı geldiğinde bir muhalefet
merkezine dönüşebilir. [Bkz. Abdullah Gül sendromu] Halife, diktatör için
tehditti. Giderildi. İslam mislam? Onlar hikâye, Halifenin dini bir yetkisi
yoktu; İslami sembolizm kolayca nötralize edilebilecek nitelikteydi. Japon
imparatoru Şinto dininde tanrı sayılır; İngiltere kraliçesi Anglikan
kilisesinin başıdır. Var mı bir sakıncası?
Kaldı ki
vaktiyle halifenin siyasi yetkisi varken de İslam aleminde kayda değer bir
etkisi görülmemişti. 1914’te cihadı ekber ilan edince ne oldu? Osmanlı
sınırları dışında duyan olmadı. Mısır müftüleri “batıldır” diye fetva verdiler.
Sözde Osmanlı tebaası olan Mekke Şerifi “sen değilsin asıl ben halifeyim” deyip
ayaklandı.
Son halife,
ayrıca, cumhurbaşkanı ve etrafındakilerin çoğundan daha “laik” ve Batı
görgüsüne sahip bir zattı. Ressamdı. Sürgün edilince Paris’e gitti, yirmi yıl
orada resim yaparak yaşadı. Ara sıra Fransız Riviera'sındaki torunlarını
ziyaret etti.
2. Hanedan
Osmanlı
ailesinin üç yüz küsur üyesi sınır dışı edildi. Acıklı bir olaydı, ama sanırım
kaçınılmazdı. Düşen hanedanlar şansları varsa sınır dışı edilir. Şansları yoksa
başlarına Rus hanedanının başına gelenler gelir, daha fena.
Ayrıca
Boğaz kıyısında Beşiktaş’tan Kuruçeşme’ye kadar gerdanlık gibi dizili hanedan
mülkleri meselesi vardı. Aileyi başından atmasan onları kime nasıl peşkeş
çekeceksin? Reina’sından tut Galatasaray Adasına kadar o mülklerin 20. yy’daki
tarihini izle, zaten Cumhuriyet rejimi hakkında başka bir şey bilmene gerek
kalmaz.
3. Evkaf ve Şeriye
Evkaf ve
Umuru Şeriye Vekâleti 1920 veya 1921'de Şeyhülislamlık makamı yerine ikame edilmişti.
3 Mart 1924'te çıkarılan 429 sayılı yasayla lağv edildi, yerine Diyanet İşleri
Başkanlığı kuruldu. Daha çok simgesel bir adım gibi duruyor. Belki DİB'in
siyasi inisyatif hakkı olmayan bir bürokratik daire olması hedeflendi. Sonuçta
o hedefe varılamadı. Bakanlıktan farksız bir teşkilat kuruldu.
Ama o yasada
asıl önemli olan madde bu değil, başkasıdır.
4. Şer'i hukuk
Tam metni
elimde değil; o madde, özetle, Türkiye'de kişisel hukuka ilişkin yasama ve
yürütme yetkisinin münhasıran TBMM ve hükümete ait olduğunu söyler. [“Birinci
madde: Türkiye Cumhuriyetinde muamelâtı nasa dair olan ahkâmın teşri ve infazı
Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun teşkil ettiği Hükümete ait olup...”] Yani:
İslam hukuku lağv edilmiştir, bundan böyle hukuki bir referans olarak ileri
sürülemez. Filan yasa Kuran ayetine yahut İmam-ı Azamın içtihadına aykırı
mıymış? Eh, uğurlar olsun, umurumuzdaydı sanki!
Prensipte
büyük bir devrimdir. Önceki seksen beş yılda adım adım hayata geçirilmişti
gerçi, ama gene de bu berraklıkta formüle edilmesi cesur adımdır. İslam
ülkeleri tarihinde -- belki Sovyet cumhuriyetleri dışında -- bir ilktir; halâ
da benzeri azdır. Alkışlamak gerekir. Yaşatılabilse ve kamu vicdanında yer
etmesi sağlanabilse bugün bambaşka bir ülkede, hatta bambaşka bir dünyada
yaşıyor olurduk. Olmadı, başka mevzu.
Prensipte
böyle. Şimdi pratiğe bakalım.
Pratikte
İslam hukuku birçok alanda çoktan yürürlükten kaldırılmıştı. En can alıcı
mesele olan zimmi hukuku, yani gayrimüslimlerin statüsü alanında Kuran'a ve
hadise dayalı hukuki düzen, 1839 ve 1856 fermanlarıyla tarihe karışmıştı. Ceza
hukukunda şer'i hükümlerin geçerliliği zaten öteden beri muğlaktı. 1840 ve
50'lerdeki ceza kanunnameleri ile büsbütün kaldırıldı, Fransa'dan ceza ve ceza
muhakemeleri usul yasaları ithal edildi. Özel hukuk alanında dahi İslami
statüko çoktan sarsılmıştı. Mesela İslam hukukunun yerleşik kurumlarından olan
kölelik ve cariyelik, 1840'lardan itibaren peyderpey yasa dışı ilan edildiler.
1850 ve 60'larda çıkarılan yasalarla, İslam hukukunda yeri olmayan faiz,
kambiyo senedi, anonim şirket, kamu tüzel kişiliği, belediye gibi kavram ve
kurumlar benimsendi.
1924'te
geriye ne kalmıştı? Adı üstünde, evkaf ve umuru şer'iye kalmıştı. Evkaf, yani
vakıflar; vakfedilmiş mülklerin yönetimi ve özellikle satılabilirliği. Umuru
şer'iye, yani özel hukuk işleri; nikâh, miras, velayet, vesayet, nafaka,
borçlar, basit ortaklıklar vb.
Şer'i
hukukun bu alanlardaki temel işlevi, özel mülkiyeti olağanüstü muğlak, içinden
çıkılmaz bir içtihatlar, yorumlar, kıyaslar ve fetvalar labirenti içine
hapsetmekti. Lağvedilmesi özel mülkiyetin yolunu açtı. Ekonomik değerlerin
paraya çevrilmesi sürecini hızlandırdı. Şark mahallesinin eciş bücüş
sokaklarına buldozer sokma etkisi yaptı. 1924 reformunun ve onun ayak
izlerinden giden 1926 Medeni Kanununun net sonucu budur. Gerisi detay.
İyi bir şey
miydi? İyiydi sanırım. Bilmiyorum. Belki de kaçınılmazdı. Ucunun TOKİ
konutlarına kadar dayandığını düşünsen yine de iyiydi diyebilir misin? Bilmem.
Modern dünya iyi midir diye soruyorsun. Ne bileyim?
Mülkiyetin
serbestleşmesi bir bakıma 8. Henry'nin İngiltere'de kilise mülklerine el
koyması ayarında bir olaydı. Orada yüz yılda dünyanın en dinamik ekonomisini
doğurdu. Burada belki yeterince güçlü bir kapitalist iradeden beslenmediği için
kısa zamanda tıkandı; halkçılık, garibancılık, gelenekçilik ve bürokrasiden
oluşan bir batakta yavaşça boğuldu. (Ancak 1980'lerde Özal'ın, 2000'lerde
şimdikilerin çabalarıyla - çok geç - yeniden kıpırdayabildi.) İyi mi oldu, kötü
mü? Tartışalım bir ara.
*
Şer'i
hukukun lağvının ikinci bir sonucuna da değinelim. İslam hukuku korunduğu
sürece gayrimüslimler ve ülkedeki yabancılar için ikinci bir özel hukuk
sistemine, dolayısıyla ikili yargıya, ikili hukuk eğitimine vb. gerek vardı. Bu
ikinci sistemin hamiliğini ise, kaçınılmaz bir şekilde, Batılı devletler
üstlenmişti, Lozan antlaşması altında da üstlenmeye devam edecekti. İslam
hukukunun lağvı ve tekli sisteme geçilmesi bu zorunluluğu ortadan kaldırdı. Kapitülasyon adı verilen
uluslararası hukuki güvenceler ismen 1914'te ve 1923'te iptal edilmişti. Gerçek
anlamda ancak 1924 ve 1926 hukuk reformlarıyla tasfiye edildiler.
*
Ya çok
eşlilik, ''islam hukuku'' deyince feminist kardeşlerimizin ilk aklına gelen
konu?
Öyle
görünüyor ki çok eşlilik Fırat'ın batısında hiçbir zaman yaygın bir kurum
olmamıştı. Fırat'ın doğusunda ise 1924'ten sonra azaldığına dair hiçbir belirti
yok. Olsa olsa ikinci ve sonraki eşlerin hukuki güvenceleri yok edilmiş oldu;
miras, nafaka ve velayet hakları kim vurduya gitti. Doğu illerinde medrese
kurumunun tüm baskılara rağmen varlığını sürdürmesine yol açan etkenlerden biri
de belki buydu. Reel dünyada bir sosyal kurum varsa, onun hukukunu öğretenler
de elbette olacak.
Ayrıca,
linç etmek istiyorsan et buyur, ama önce beş dakika düşün: Eşcinsel evliliğin,
"sivil beraberlik" statüsünün kaçınılmaz hale geldiği bugünün
dünyasında, İslam hukukunun belki de tek işe yarar maddesi hangisiydi sence?
5. Tevhid-i Tedrisat
Aynı gün
çıkarılan 430 sayılı yasayla Türkiye'de eğitim tekeli devlete verildi. Devletten
izinsiz her türlü eğitim ve öğretim faaliyeti hapislik suç sayıldı. Resmi
okulların yanında bir tür paralel ve informel eğitim ağı olarak çalışan
medreseler ve cami mektepleri kapatıldı.
O tarihte
kime sorsan doğru adımdı. Türk elitleri bu konuda tam mutabakat içindeydiler.
Belki gerçekten mutabık oldukları tek konu buydu: eğitim şart! Batı dünyasında
ilerici düşünce aynı yöndeydi. Devletin görevi halkı aydınlatmak; herkese eşit
ve modern eğitim; evrensel okuryazarlık; cehaletin sonu. Kim bunlara hayır
diyebilir?
Bugünden
geriye bakınca sonuç farklı görünüyor. Eğitim birliğinin sonucu Türkiye'de iyi
olmadı. O çapta bir işin altından kalkacak kadro ve altyapı yoktu; zamanla da
oluşmadı. Eğitim cehaleti yenecekken cehalet eğitimi yuttu. Geriye cahillik
batağında boğulmuş bir toplum kaldı. Esasen 1920'lerin dünyasına devlet memuru
yetiştirmek için tasarlanmış bir sistemdi. Hep öyle kaldı. ''Türküm doğruyum''
diye haykırmayı ''çağdaş uygarlık'' zanneden zihniyet eskiyince, yerini 7.
yy'daki birtakım aşiret kavgalarını ''dünya tarihi'' sanan ideolojiye terk
etti.
Bugün
etrafımıza baktığımızda yönetici kadroları tükenmiş, kültür eliti darmadağın
olmuş bir ülke görüyorsak, asıl nedeni eğitimi devletin bürokratik tekeline
alan o yasadır demek çok yanlış olmaz.
Öbür türlü
ne olabilirdi? Bu sorunun cevabı zor. Bir toplum, inandırıcı görünen
gerekçelerle ve oy birliği ile kendini uçurumdan atmaya karar vermişse
alternatifleri nasıl düşünebilirsin?
Eğitim
birliğinin net iki veya üç sonucunu görüyoruz. Hatta belki dört.
Birincisi
elit eğitimini devlet kontrolüne alma teşebbüsüdür. Başarılı olamamış, ama elit
eğitim kurumlarını dumura uğratıp köreltmeyi başarmıştır. O tarihte toplumun
kültürel seçkinleri bir avuç yabancı okul ile onları taklit eden yarım düzine
özel okulun ürünüydü; şimdi de öyle. O okullar vatan-millet sosuna bulanmış bir
kamu faşizminin cenderesine alınmasa, serpilip büyümelerine izin verilse, şimdi
nerede olurduk?
İkincisi
geleneksel sivil eğitim kurumlarının yok edilmesidir. 19. yy'da modern tip kamu
okullarının (rüşdiye, idadi ve sultanilerin) kurulmasından sonra medrese
eğitimi zaten marjinalleşmiş, toplumun en alt tabakalarına özgü bir alternatif
seçilim yolu olarak kalmıştı. Tam rakamlar elimin altında değil, ama
yanılmıyorsam medrese talebesi sayısı 1924'te devlet okullarındaki öğrencinin
yarısı kadardı. O yapı korunsa ve belki bir miktar maddi destekle evrilmesine
izin verilse, memleketin ortalama eğitim düzeyine katkısı ne olurdu? En azından
medrese geleneğinin güçlü olduğu Kürt bölgesinde, bugünkü eğitsel faciadan daha
iyi bir yerde olunurdu gibi geliyor bana. Belki bugün imam-hatip liseleri
kisvesi altında kamu eğitimine sıçrayan ve sistemi tümüyle ele geçirip çökertme
eğilimi gösteren problem daha farklı bir düzeyde tutulabilirdi.
Üçüncüsü
tekelci zihniyetin kamu eğitimi bünyesinde yeni arayışların önünü kapatmasıdır.
Özerk yapılanmalara daha açık bir yapı olsa, mesela Köy Enstitüleri gibi sıra
dışı deneylerin yaşaması daha kolay olur muydu?
Son olarak,
toplumun tamamını potansiyel devlet memuru olarak eğitmek yerine çeşitli
topluluk ve kuruluşların mesleki eğitim kurumları işletmesi teşvik edilse,
memleket bu derece korkunç bir beceri ve yetenek çürümesine uğrar mıydı? Askeri
okullar Tevhidi Tedrisat Kanunu kapsamı dışındadır. Neden mesela tıbba, marangozluğa
ya da şoförlük mesleğine aynı özgürlük tanınmadı? 23 Nisan şiiri okumayı bilen
marangoz daha mı iyi oluyor?
2 Mart 1924
günü fikrimizi sorsalar, sen de, ey okur, ben de, herhalde ''bravo, eğitim
şart'' derdik. Onun için şimdi ne desek boş. 1924'teki karar sahiplerinin
bugünü öngörmelerini beklemek haksızlık olur.
Belki sadece düşünsek, ders alsak, bugün
mutlak doğru gibi görünen fikirlerin yarın başka sonuç verebileceğini öğrensek,
o da bir fayda.
Bir de, başkasından duyduğum ve bana mantıklı gelen bir tez de şöyle:
"Türkiye'de(Avrupa'nın aksine) Halk asla Cami'ye(Din Müessesesi) karşı gelmedi. Devlet, Cami'ye karşı çıktı. Dolayısıyla reformlar halkın isteğiyle değil her zaman Devlet'in iradesiyle tepeden inme usullerle yapıldı ve bu yüzden Halk tarafından benimsenmedi. Elbette bu realitede, geçmişte Laisizm'i benimsemiş GayriMüslim nüfusun ve daha sonra Sol'un Devlet eliyle imha edilmesinin de çok tesiri oldu.
Mesela Papa hala faize karşıdır.
Ama faiz olmadan kapitalizm olmaz.
Devlet ise haliyle vergiyi verenin yani "şirketlerin" tarafını tutmuş ve kitlelere laikliği / sekülariteyi tıpkı Türkiye'deki gibi "dayatmıştır".
Laiklik / sekülarite batıdada "tepeden" devlet tarafından indirilmiştir.
Türkiye'de ise laikliği / sekülariteyi talep edecek "şirket" olmadığı için bu "dayatma süreci" daha kaba saba olmuştur.
Bunun dışında arada bir fark yoktur...
Ayrıca, Ömer Faruk Efendi'nin annesinin gerçekte bir İngiliz kızı olduğu, onun doğuruken öldüğü, ve Abdülmecid Efendi'nin apar topar Çamlıca imamının kızıyla izdivaç edip, Sultan II. Abdülhamid'in bu işin üstünü kapattırdığı rivayetleri de mevcut. http://www.yakinplan.com/kose-yazilari/son-halife-abdulmecit-efendinin-ilk-esi-ingiliz-miydi
Mesela İlber Ortaylı, II. Abdülhamid iktidarındaki çok sıkı sansür uygulamasını anlatırken şöyle der: "Aynı devirde Rusya'da da sansür vardı, fakat Rusya'daki sansür müessesesi üyeleri allame kimselerdi, bizdekilerse okuma-yazma bilme haricinde hiçbir kalifikasyonu olmayan zırcahil adamlardı."
tbmm'ye (bir iktidar odağı olarak) tahammül ettiğini nereden çıkarıyorsunuz? yani, tersinden söyleyelim, 1924-25'ten itibaren, ortada gerçek bir parlamento, yönetimde söz sahibi bir meclis olduğu kanaatini tam olarak nereden edindiniz? üzerinde "meclis" yazan bir tabelanın olduğu bir binanın ankara'da mevcut olmasından mı, yoksa bütçede mebus maaşı adı altında bir kalem olmasından mı? bunlar ortada bir meclis olduğu anlamına gelmez, eminim siz de biliyorsunuz.
1910'ların başında türkiye'de irili ufaklı onlarca parti bulunduğunu da bildiğinizi sanıyorum. tamam, bunlardan güçlü olanların sayısı çok daha azdır, kabul. yine de, ittihat ve terakki ile hürriyet ve itilaf akla ilk gelenler, ahrar'ı ve sosyalist fırka'yı da çeşitlilik görünsün diye sayabiliriz. 1913-18 arasındaki baskı döneminin susukunluğu bir yana (enver tayfası da ikinci bir iktidar odağına tahammül edmeyengillerden ne de olsa), 1918'den sonra da partiler açılmaya, siyasetçiler kendince devlete/iktidara ortak olma çabası göstermeye, bu partileri destekleyen siyasî dergiler, gazeteler de basılmaya devam etmiş. 1908-13 ve 18-20 dönemleri bildiğiniz siyasî çekişmeler dönemidir türkiye'de.
şimdi, 30 puanlık uzman sorusu. meclisli bir siyasî hayatın kaçınılmaz unsuru olan partileri kuran ve capcanlı bir çekişme ortamı yaratan bu siyasetçiler, sizce, 1920'lerde hangi nedenle partileşmemiş olabilirler? veya, iktidar partisinin yani chp'nin içinden çıkanlar tarafından 1924'te kurulmuş olan terakkiperver cumhuriyet fırkası, 1925'te tam olarak niçin kapanmış olabilir? sahi, gazete ve dergiler niye çıkmaya devam etmemiş?
atatürkçü tayfanın tarihi 1919-20'den (ve samsun/ankara'dan) başlatma kandırmacası o kadar başarılı olmuş ki, sanki ülkede meclis 1920'de açılmış, çok partili siyaset ilk defa 1946/50'den itibaren yaşanmış gibi bir fikir var, neredeyse herkeste. aklı başında, biraz tarih filan da bilen kimileri bile "1950'de çok partili hayata geri dönüldüğünde" diye lafa başladığınızda şaşırıyor. ve siz de burada, sanki çok partili bir dönemden tek parti rejimine 1925'te geçilmemiş gibi, marifet olarak serbest fırka tiyatrosunu sayıyorsunuz. peki, sahi, serbest fırka niye kapanmış?
hülasa, 1925-1950 arasında türkiye'de meclis olduğunu iddia etmeye devam edecekseniz, "meclis" kavramını nasıl tanımladığınızı öğrenmek isterim. benim bildiğim bir yöneticinin kendi kafasına göre yandaşlarından seçip oluşturduğu (istediğini kafasına göre azlettiği) kurullara, belki şûra veya konsey denebilir, ama meclis veya parlamento denmez.
1) Halk seçimine gitseydi, Anadolu halkı padişahlığı hele ki halifeliği kaldırmasına izin verir miydi ?
2) Cumhuriyeti mevcut parlamentodan geçirebilir miydi ?
3) Kadınlara seçme ve seçilme hakkı başta olmak üzere bir çok hak verebilir miydi ?
4) Seküler yani dünyevi bir düzenin adımlarını 1920 Türkiye'sinde milletle beraber atabilir miydi ?
Benim itirazım şu Sevan Halifeliği lağvetmesini diktatöryel bir kaprise bağlamış. Bu yanlış bakış açısıdır. Halifeliğe sembolik olarak bile tahammülü yok. Seküler düzende yeri yok. O yüzden kaldırmış.
Atatürk fani olduğunun bilincinde idi. Cumhuriyeti kime teslim edecekti ? Bu yüzdendir serbest fırka girişimi.
tamam, tarihte ne olduğu konusunda bu şekilde anlaşabilirsek, sizin (senin diyeyim artık) sorduğun türden esaslı sorulara geçebiliriz. benim bir önceki yorumumun bağlamı, bu sorulara atlamayı olanaksız kılıyordu.
cumhuriyet/padişahlık tercihine senin atfettiğin önemi atfetmiyor olsam da, kadın hakları ve sekülerlik bence de gerekirse çoğunluğun iradesi hilafına topluma dayatılması uygun olan değerler. hatta bu ikisini de kısaltıp yalnızca sekülerlik diyebiliriz sanırım; türkiye toplumunda kadın hakları önündeki en büyük engel dinî dünya görüşü ve yaşam tarzı, nihayetinde.
şimdi, muhtemelen anlaşamayacağımız noktaya gelelim. kemal paşa yalnızca hilafet türünden dinî odaklara (ve bu odakları destekleyen toplum kesimlerine) karşı bu katılığı göstermiş olsaydı, söylediğin gibi düşünebilirdik. yani bunun bir diktatörlük kaprisi değil, seküler bir toplumda yeri olmayan kurumlara karşı kaçınılmaz ve anlaşılır bir tahammülsüzlük olduğunu kabul edebilirdik.
ne var ki, 1925 ertesinde ülkenin içine yuvarlandığı karanlığın ancak bir kısmını oluşturur, dinî gruplara uygulanan baskı. ülkede paşa'nın şu veya bu görüşüne muhalif olmanın, bunu açıkça dile getirmenin tümden yasaklanmasından bahsediyoruz. ya da bütün olası eleştirilerin, bir yüksek sofradaki günlük icazet mönüsüne tâbi olmasından.
o yüzden, "milletle beraber adım atmak" gibi romantik (ve demagojik) bir idealden bahsetmek, daha doğrusu benim bundan bahsettiğimi ima etmek, ecnebilerin "false dilemma" (sahte ikilem?) dediği hataya düşmek oluyor, bence. paşa'nın ülkeyi ölüm sessizliğine mahkûm etmesinin tek alternatifi bulanık bir çoğunluğun ("milletin") kaprislerine teslim olması olmasa gerek.
bu ikisinin arasında dengeli bir yol tutturmanın kolay bir şey olduğunu iddia etmiyorum. politika kolay bir şey değil zaten, sorduğun soruların ima ettiği politik gerilim de bugün dahi kolayca çözülecek bir gerilim değil - çözemiyoruz, işte. şurada şu yorumdaki tek iddiam, yerle yeksan edilen tek odağın hilafet olmadığı, dolayısıyla paşa'nın gücü tekelleştirme çabasının yalnızca sekülerlikle açıklanamayacak bir diktatörlük kaprisinin göstergelerinden biri olduğu fikrine (sevan bey'in fikrine yani) o kadar kolay karşı çıkılamayacağı.
Türkiye'de kimse demokrat değildir.
Sevan Nişanyan'da demokrat değildir.
Oda mesela ulusalcılardan ulusalcı oldukları için "nefret eder".
Ergenekon davasında ulusalcılar yönelik yapılan onca haksızlığa sesini çıkartmamıştır.
Bu ülkede demokrat yok.
O yüzden böyle bir ülkede Mustafa Kemal'i demokrat olmadığı için eleştirmek anlamsızdır.
Üstelik evet Mustafa Kemal demokrat değildi.
"Devrimciydi."
Hangi devrimci demokrattı ki?
Fransız devriminden sonra yaşan terörü biliyor olmalısınız.
Kemalist dervimde yaşananlar Fransız devriminde yaşananara kıyasla hiçbirşeydir.
O yüzden değerlendirilmesi gereken demokratlığı değil yaptığı devrimdir.
Mesela "Fransız Devrimide" hiç "demokratik değildir" korkunç ve vahşi bir devlet terörü uygulanmıştır ama aynı Fransız devrimi Avrupa'daki aristokrasinin egemenliğini kırmada önemli bir rol oynamıştır.
Üstelik yerle yeksan edilen tek odak dışında "hangi odak" vardı ki toplumda?
Yani Mustafa Kemal istesede herhengi bir odağı yerle yeksan edemezdi.
Toplumun ezici bir çoğunluğu dinsel hegemonyanın ağırlığı altında eziliyordu.
Mustafa Kemal işte bu hegemonyayı kırmıştır...
Hem ben TC'nin (aslen) Cumhuriyet olduğuna da inanmıyorum. Tek parti devrinde zaten değildi, sonra da olmadı, bugün de değil. İsmine cumhuriyet demekle öyle olmuyor. Bu hususta anlatılabilecek yığınla şey var, fakat sırf siyasi ithamlarla seçilmiş parlamenterlerin içeriye atılması bile TC'nin Cumhuriyet olmadığının göstergesi. Voltaire'in, Mukaddes Roma-Germen İmparatorluğu'nun tarifi gibi: "Ne mukaddesti, ne Romalıydı, ne de imparatorluktu; Yalnızca bir grup Germen devletçikleriydi o kadar"