Bir arkadaş self-ownership meselesine değinmiş, insanın
kendi bedeni üzerindeki mutlak mülkiyet hakkını savunmuş. 2014’te
yazdığım bir mektuptan.
Self-ownership meselesine gelince. Türkiye’de feci surette ihmal ve inkâr edilmiş, örselenmiş bir hak. O yüzden, evet, Türkiye’de prensip olarak bu ilkenin savunulması ve vurgulanması lazım. O noktada yüzde yüz hemfikiriz. Öküzleşmiş ve sadizm sosuna bulanmış bir muhafazakârlığa karşı “yeter” diyenlerle beraber olmak lazım.
Ama daha geniş bir perspektiften baktığında, self-ownership’in hiç de ilk bakışta göründüğü kadar mutlak, tartışılmaz bir ilke olmadığını görürsün. İki tane önemli gediği var; ikisi de bin yıldan beri muhafazakâr düşüncenin temel dayanaklarıdır.
1) Erkeklerde durum farklı, ama kadın bedeni sadece kendi bedeni değildir. Sonraki kuşağı, ve belki yüz binlerce potansiyel insan bedenini içinde taşır. Düşün ki bugün doğuracağın çocuğun yetmişinci göbek torunları da sonuç olarak senin karnından çıkıyor; sen kendini bıçaklasan hepsi ölecek. “Kadının kendi bedeni üzerinde tasarruf hakkından” söz ederken, o halde, sonraki kuşağın o beden üzerindeki hakkını da gözetmek zorundasın. Ha o hakkın tanımı nedir, sınırları nedir, ölçüsü nedir, tartışılır. Ama kurduğun ben=ben denkleminin mantıken yetersiz olduğunu görmen lazım. Zamanın bugün itibarıyla duracağını varsayarsan mutlak bireycilik mantıken tutarlı bir pozisyon oluyor. Öbür türlü zannettiğin kadar self-evident bir gerçeklik değil.
Tüm kültürlerde, kadın öldürmek erkek öldürmekten daha vahim bir suç sayılır. Sebebi üzerinde hiç düşündün mü? (Hayır, daha savunmasız oldukları için değil: Savunmasız aborijinleri öldürmek, mesela, ciddi bir ahlaki problem sayılmaz.)
2) İnsanoğlu kendini birey olarak değil, ait olduğu kolektif kimliklerin kesişme noktası olarak tanımlar. Bireysel değerini, onurunu, varlık sebebini böyle algılar. “Sen kimsin” sorusuna öncelikle kavmi, aşireti, ailesi, sosyal sınıfı, dini, mesleği ve ait olduğu kardeşliklerle cevap verir. Bireysel yetenekleri ve kazanımları çoğu zaman marjinaldir, hatta ezici çoğunluk açısından hiç bahse konu edilmez. Kişinin onur ve itibar talebi, bedensel dokunulmazlık iddiası, bu tanım üzerine inşa edilmiştir: “Bana saygı göster çünkü ben Japonum, devlet memuruyum, şu semtte otururum, şu zümrenin mensubuyum”.
[Irz kelimesinin orijinal Arapça anlamı bu açıdan nefistir. “Irz, kişinin etrafındaki o manevi sınırdır ki izinsiz aşılması saldırı kabul edilir.”]
Benliği tanımlayan kolektif kimliklere yönelik saldırılar, her toplumda tecavüz ve suç kabul edilir; kişiye yapılmış saldırı kadar ciddi tepkiler doğurur.
Şimdi püf noktası: bireyin kendi mensubu olduğu kimliği zedeleyici tavır ve eylemleri de, tıpkı kötü niyetli üçüncü şahısların tavır ve eylemleri gibi, suç teşkil eder mi?
Müslüman bir kişinin “müslümanlığa yakışmayan” bir şekilde davranması suç mudur? Müslümanlığı zedelemez mi? Dolayısıyla, kendini “Müslüman” olarak tanımlayan ve o sayede ırz, onur ve kişilik sahibi olduğuna inanan diğer bireylerin hakkına tecavüz değil midir?
Benim bu konulardaki tavrımı biliyorsun. Aidiyetlerle başım hoş değil. Aidiyetler etrafına örülmüş olan dokunulmazlık duvarlarından nefret ederim. Hayat boyu o dokunulmazlık duvarlarını kırmak için mücadele ettim.
Velakin bütün bunlar, karşı tarafın kendi içinde tutarlı olan argümanını görmezlikten gelmeye yol açmamalı.
No comments:
Post a Comment