Israrla dolaşan bir şehir efsanesi var, meğer Grundrisse’yi çevirmek için Kınalıada'ya kapanıp Almanca öğrenmişim. Doğru değil. Ama doğrusu da ilginçlikten büsbütün yoksun hikâye değildir. Anlatayım.
Lise sonda gönlümü işgal eden kızla ayrı ayrı şubelere düştük. Birlikte olmanın tek yolu aynı seçmeli dersi almaktı. O Almanca 2 alıyordu; ben 1’i almamıştım. Mecburen kapandım, Eylül ayında iki hafta çalıştım, doğrudan ikinci sınıfa kabul edildim. Kitaptan dil öğrenme becerimi sanırım ilk bu olayda fark ettim. Aynı yıl daha sonra Latinceyi de o yöntemle hatmettim.
Üniversite birdeyken bir Almanca okuma dersi aldığımı hayal meyal hatırlıyorum, ayrıntıları hafızamdan silinmiş. Ertesi yıl Rapaczynski’nin dersinde epeyce Kant, sonra Fichte, Schelling, Herder, ucundan Hegel okuduk. Fark ettim ki asıllarına bakınca bazı kavramları anlamak daha kolay oluyor; İngilizce çeviride kaybolan nüanslar ortaya çıkıyor. Sonraki yıl Seyla Benhabib’le Hegel’in Fenomenoloji’sini çalışırken o işi iyice ilerlettim. Sınıfta üç kişiydik. Hoca dahil ötekilere Almanca metni şerh etme görevini ben üstlendim; ukalalığıma payan olmadı. Grundrisse’yi Türkçeye çevirme işine giriştiğimde de Almanca orijinalle İngilizce çeviriyi eş yoğunlukta kullandım. Zaman zaman Fransızca çeviriye de başvurdum.
19. yüzyılın Almanca felsefe dili muazzam bir enstrümandır. Başka dile çevrilebilir mi, emin değilim. Ama içine dalması keyifliydi, o kesin.
Columbia’dayken bu sefer 30 Yıl Savaşları sırasında modern egemenlik teorisinin Almanya’da benimsenmesine dair birkaç aylık bir çalışma yapmam gerekti. Üstünde çalıştığım metin Latinceydi. Ama Almanca bir hayli ikincil literatür okumam icap etti. Otto von Gierke’nin Das deutsche Genossenschaftsrecht adlı fantastik eserinin tümünü olmasa da dördüncü cildini devirdim. Kamu hukuku felsefesi üzerine kafamda iz bırakmış bir eserdir; bildiğim kadarıyla İngilizcesi de yok. Meinecke’nin Staatsräson (Hikmeti Hükümet) üzerine kitabını okudum. Bir miktar Ernst Cassirer okudum.
Özetle akademik Almancanın en ağdalı ve ağır türlerinde epey tecrübe kazandım. Ama git bakkaldan bir şişe gazoz ısmarla desen yapabilir miydim? Sanmıyorum.
*
1986’dan 89’a dek İstanbul’da Gabriele ile beraberdim. Alman ARD televizyonunun Türkiye muhabiriydi. Türkçe konuşuyorduk, ama kulağım ister istemez epey Almanca ile doldu.
Sonra Louise hayatıma girdi. 1989 Ekimini izleyen iki yılda, iki hafta, bir hafta, bir ay, birkaç gün, sonra kısa aralıklarla altı ay, sonra gene iki hafta derken, Batı Almanya’nın Mainz kentinde bir paralel hayatım oluştu. Kahvaltıya kahve ve kruvasan sipariş etmeyi öğrendim; günlük gazete okumaya başladım. Almanya’da, belki bilirsiniz, altyazı bilmezler; bütün filmler dublajlıdır. Mecburen sinemada, TV’de seyrettiğimi takip edecek kadar laf anlamayı öğrendim.
Sosyal hayatımız canlıydı. Ama hep üniversite çevresi olduğundan İngilizce bilmeyen yoktu. İşin kolayına kaçtım; başım sıkıştıkça lafı İngilizceye çevirdim. İlk kez bir Almanca roman okumayı denedim ─ Fontane, Effi Briest ─ ama ellinci sayfada sıkılıp İngilizce devam ettim.
Sonuçta ben Almancayı akıcı ve rahat bir şekilde konuşmayı öğrenemeden o evre de sona erdi. Gene kürkçü dükkânına geri döndüm.
*
Şiir merakım o yıllarda başlamış mıydı, hatırlamıyorum. Yalnız ara sıra, özellikle sabahları ilk uyandığımda, gözlerimi belertip bet sesimle Wagner operalarından ya da Sihirli Flüt’ten mısralar okuduğum, Louise’nin de gülmekten yerlere devrildiği kalmış aklımda. “Frisch weht der wind, der Heimat zu, mein irisch Kind, wo weilest Du …”
Sonra bu tutku arttı. Almanca şiirden, başka hiçbir dilde bulamadığım bir lezzet almaya başladım. Tuhaf bir şey bu ve sebebini bilmiyorum. Almanca bilgim nihayetinde kusurlu; Türkçemle ya da İngilizcemle hatta Fransızcamla kıyas kaldırmaz. Buna karşılık, Türkçe şiire çoğu zaman mesafeli ve akli bir ilgi duyduğum halde, Almanca şiir beni elektrik çarpmış gibi çarpıyor. Olmadık yerde, içimi dışımı altüst ediyor.
Nedeni müzik olmalı. Evet, evet şimdi bunu yazarken düşünüyorum, başka açıklaması yok bunun. Yıllardan beri Almanca sözlü müzikle haşır neşir olmuşum. Bach’ın 200 küsur kantatının üçte ikisi ezberimde yer etmiş. Schubert’ten Brahms’a, Mahler’den R. Strauss’a Almanca şarkı ve Almanca manzum operayla beynimin kazanları dolup taşmış. Almanca bir mısra duyduğumda, mısrayı bırak müzikalitesi olan bir deyim kırıntısı işittiğimde, kafamın içinde o müziğin sesi yankılanıyor. Schlummert ein, ihr matten Augen … Kennst Du das Land, wo die Zitronen blühn … Wunden trägst Du mein Geliebter ... In dämmrigen Grüften träumte ich an … Wir müssen durch viel Trübsal in das Reich Gottes eingehen…
Of, aman aman!
Uçak mübarek, uçuruyor. Başka hiçbir dilde alamıyorum o tadı.
*
2009’dan sonra Aynur yüzünden hayatımda bir Almanya sayfası daha açıldı. Önce Münih’e, sonra Berlin’e gidip gelmeye başladım. Oturduğum yerde rahat da etmem ben, hadi hafta sonu Passau’ya gidelim, hadi Rügen adasını bisikletle turlayalım, hadi Dresden’de konser varmış kaçırmayalım derken bayağı orayla içli dışlı olmaya yüz tuttum. Yok, sevmiyorum Almanya’yı. Buranın tanıdık derbederliğini özlüyorum. ABD’nin küldür paldır içtenliği, İngiltere’nin rafine kibiri daha çok hoşuma gidiyor. Ama keşfetmek zevkli. Berlin’deki Devlet Kütüphanesinin ikinci asma katındaki kuytu köşeme de bayılıyorum.
Küçük oğlum Mihran Almancadan başka dil konuşmuyor. Anahit okula başlamış, okuma yazmayı sökmüş, sanırım o da Türkçeyi unuttu ya da unutmak istiyor. Mecbur, Almancamı ilerletmek zorundayım. Belki altmış yılın sonunda, nihayet, konuşmayı bile öğrenirim.
*
Yaklaşık bir yıl oluyor, yurt dışında yaşayan bir sevgili dostum şu cezaevindeyken bana yapılan en büyük kıyağı yapıp Der Spiegel dergisine abone etti. Ben Anglo-Amerikan ekolünden geldiğimden ilk başta dergiyi biraz yadırgadım. Beş – on sayıda alıştım. Şimdi üç gün gecikse mahrumiyet triplerine düşüyorum.
Daha önce tanıdıklarımdan farklı bir dergi kültürü. Bir kere inanılmaz dolgun: Her hafta yüz elli sayfa, güneşin altındaki her konuya dair yüzden fazla makale. Earnest’in Türkçesi nedir çıkaramadım, asık suratlı demek anlamında “ciddiyet” değil, meseleleri ciddiye alma –- Amerikalılarda da vardır o, ama Amerikan kültürünün her köşesine bulaşan ucuz ticarilikten burada eser yok. İngilizlerin ince mizahı yok, ama son yıllarda İngiltere’yi esir alan taşralılığın – insularity – izi de yok.
Okudukça çok şey öğreniyorum, cehaletimden bir nebze olsun kurtulacağım umuduna kapılıyorum. Filipinlerde cezaevlerinin durumu neymiş, Yeşiller Partisi içinde hangi entrikalar dönüyormuş, İtalya’da Renzi nerede hata yapmış, kafa nakli konusunda son gelişmeler ne, Alman ordusu siber savaşa kaç para ayıracak, Luther’in bugünkü Alman kültürüne etkisi ne, miras hukukunda son trendler neler – üü, neler neler öğreniyor insan.
*
Şimdi neden anlattın bunları diye soracaksın. Hiç, ne bileyim ben. Belki ihtiyarlıyorum, olur olmaz eski günleri anmaya başladım.
Ya da Menemen cezaevi Sol B-7 koğuşundan bir iki saat uzaklaşmak istedi canım.
Neredeyse bütün Türk dillerinde yazılı olarak yapılanına "köterme" (bizdeki götürme) yani Türkiye Türkçesi ile "çeviri", sözlü olanı için ise "ağdarma" bizdeki Türkiye Türkçesi ile "aktarma" denir (çeviri ile uyumlu olsun istenirse aktarı da denebilir). Özetle çeviri (translate), aktarı (interprete)'tir öz/gerçek Türkçede.
Bu arada "interprete" de "translate" de öz İngilizce değil Latincedir. Interprete < inter (ara, arada) + pressare (ezmek 2. basmak) bileşiminden türetilmiştir, *arabasım gibi bir şey demektir, Türkçeye *arabasarsak (çevirirsek) :)
Translate de < trans (öte 2. karşı) + latus (taşınmış) bileşimiyle türetilmiştir, *ötetaşıma gibi bir anlama gelir.
Tercüme de öz Arapça olmayıp < Aramca targûm'dan gelir, targûm da "Tevrat'ın Aramcaya çevirisi" demektir. Tercüman da < Aramca targemânâ'dan, o da Akadca < targumannu'dan alınmıştır, targumannu ise Akadca < ragâmu (çağırmak 2. söylemek) eyleminden türetilmiştir. Yani targumannu > tercüman "çağıran, söyleyen" demektir, matah bir anlamı yoktur gördüğünüz gibi. Mütercim de anlam olarak "tercümeci" demektir, yani anlamca "mütercim" ile "tercüman" arasında bir fark yoktur.
Hatta "mütercim" gülünç bir sözdür, çünkü targumannu/tercüman zaten Akadca "söyleyen, çağıran" demektir, bunu bir de Arapçalaştırıp "mütercim" dediğinizde "söyleyenci, çağırancı" demiş olursunuz, yani "manavcı", "bakkalcı", "terzici", "berberci" demek gibidir.
Yani, savunduğunuz gibi "translate" için "tercüme", "interprete" için "mütercim" denmesi, aslında tranlate için "söyleyen", interprete için "söyleyenci" denmesi demektir, bence pek mantıklı değil, bu da benim görüşüm. Siz Türkçe alerjisi olan kimi solcu kimi Arapçıların görüşleri değerli ise benim gibi düşünen Türkçe savunucularının da görüşleri değerlidir değil mi? Sizin görüşlerinizi kabul etmek zorunda değiliz sanırım. Ne siz bizlere dayatmada bulunabilirsiniz ne de biz size... İsteyen istediği sözcüğü (ya da kelimeyi) kullanabilir. Türkçeden korkmayın yani, size zorla Türkçe dayatacak değiliz :) sadece siz de bize Arapça-Latince dayatmayın diyoruz.
"Turn, Spin, Wind, Rotate, Revolve, Swirl, Swivel, Twiddle"
İngilizcedeki tüm bu eylemler yerine günümüz Türkçesinde yalnızca "dön" eylemi kullanılmakta, bunu eleştirmekte haklısınız, ben de eleştiriyorum. Türkçe, kendi ellerimizle budandı (Osmanlı nedeniyle). Hatta inanır mısınız, daha dün bir arkadaşımla Türkçe hakkında söyleşirken tam da bu "dön" eyleminden söz etmiştim, eski Türkçede bir çok eylemin olduğundan söz etmiştim, ertesi gün sizin bu iletinizi gördüm :) Buraya da yazmak isterim...
İngilizcedeki "turn"un öz/gerçek Türkçedeki karşılığı "dönmek" eylemidir, söz gelimi "u dönüşü" dediğimiz şey doğrudur (bu arada İngilizce turn < Latince tornus "dönüş" < tornare "dönmek"ten gelir, öz İngilizce değildir).
İngilizcedeki "spin"in öz/gerçek Türkçesi "eğirmek"tir (bir şeyi kendi ekseni etrafında çevirmek, yün eğirmek vb.) Hatta bizim yörük ağızlarında "eğrim" (girdap), "su spin"i demektir (gird-âb da zaten Farsçada "dönen/eğrilen-su" demektir). Spin öz İngilizcedir bu arada Latinceden alınma değil.
İngilizedeki "wind"in Türkçesi "sarmak" ya da "dolamak"tır. İngilizcede bu söz aynı zamanda "yel" anlamına da gelir, ikisi de ayn sözdür < Proto-Germence *windan "dolanmak 2. dalgalanmak"
Rotate < Latince rotare "çevirmek 2. yuvarlamak"tan gelir, Türkçesi "çevirmek"tir.
Revolve < Latince re (geri 2. tekrar) + volvere (yuvarlamak 2. devirmek 3. dürmek) bileşimidir. Bu eylemin eski yani öz/gerçek Türkçedeki karşılığı "yörenmek"tir. Yani bir şeyin çevresine dolanmak, "yöre" (muhit, çevre) sözü de buradan gelir. Eski Türkçedeki yörenge'yi de bugün "yörünge" (yörenme güzergahı) olarak kullanıyoruz. Örneğin dünya, kendi ekseni etrafında evrilir/eğrilir (ya da "teger", buna aşağıda değineceğim), güneşin etrafında ise "yörenir", öz/gerçek Türkçeyi "bilmeyenler" ikisine de "dönmek" derler, oysa "dönmek" u dönüşü yapmak demektir.
Swirl = swivel aynı kökten gelir, ikisi da Proto-Cermence *swif- "sürüklemek 2. dolamak 3. sarmak" anlamına gelir. Yani "swirl" ile "swivel" Türkçedeki "dönmek" = "döndürmek" gibidir aşağı yukarı, kökteştir. Hatta whirl = wheel de aynı ana köke dek gider.
İngilizcedeki "twist" (bükmek 2. kıvırmak), "wrist" (bükülgen, döngen "bilek"), "wring" (burmak) gibi nice söz de yukarıdaki ana kökle bağlantılıdır.
Eski Türkçede bir de "tegmek" eylemi vardı, anlamı "swivel"a benzer diyebiliriz, bir dingil (mil) etrafında dönmek. Buradan > teger (çark, çakra günümüzdeki teker) türemiştir. Bu ana kökün ettirgen biçimi > tegir- (tegmesini sağlamak) üzerinden de söz gelimi "tegirmen" vardır, günümüzde "değirmen" diyoruz. Bu ana kökün ettirgeni olan eski Türkçe tegir- eylemi bugün dönüşüme uğramış > *değir- > devir- olmuştur. Yani Latince re-volution (geri-döndürme, geri-yuvarlama 2. dönüşüm) bizde de devrim < eski Türkçe ile düşünürsek *tegirim'dir. Ters-yüz etme, altını üstüne çevirme, Arapça inkılâb "birebir" aynıdır < Arapça qlb "çevirme, döndürme".
Latincede volvere "dürmek 2. yuvarlamak" demektir aslında. Re-volvere bir dürgüyü (ruloyu, tomarı) "geri-dürüm/geri-dürme" anlamına gelir, birincil anlamı budur. Eskiden kitaplar (codex "kütük" demektir) şimdiki gibi değildi, dürgü (rulo, tomar) biçimindeydi. Bu tomarı tersine açarsan da ex-volvere (dışa-dürüm/dışa-dürme) denirdi, o da bugün İngilizcede "evolve" olarak yaşar. Evolution da buradan gelir < ex-volution (dışa-dürülme) aslında bu da "dürülü bir tomarı açmak" demekti bir zamanlar...
Türkçede de buna "evrim" demişiz, eski Türkçe düşünürsek < *eğrim < daha da eski Türkçede *egirim olur "dönüşme, dönüşüm" gibi bir anlama gelir, yanlış bir türetim değil yani. Türkçe alerjisi olan İslamcılar "tekâmül" diyorlar, oysa tekâmül ayrı bir kavramdır, Türkçesi "olgunlaşma" ya da "erme"dir onun, "maturation" yani, evolution "değil". Evrim (evolution) ayrı olgunlaşma/erme (maturation) ayrıdır Türkçede...
Ayrıca Araplar bile "evrim" için tekâmül demezler (aynı şey olmadığını bildikleri için) tahavvil (dönüşüm, değişim) derler < bizdeki tahvil (döndürme, değiştirme) ile aynı kökten.
dönmek: (u dönüşü gibi dönüş yapmak)
evirmek/eğirmek: (kendi ekseni etrâfınsa dönmek. Eski Türkçe eğirmeç "yün eğirmekte kullanılan gereç"). Yer (dünya) kendi çevresinde eğrilir/evrilir.
dolanmak: (bir şeyin çevresinde dönmek/olmak > eski Türkçe dolay "muhit")
yörenmek: (bir noktanın/merkezin etrâfında dönmek > yöre "semt, muhit", yörünge "yörenme güzergâhı"). Yer, güneşin çevresinde yörenir.
değmek > değirmek/devirmek: Özellikle bir dingil (aks, mil) etrâfında dönmek > teker, tekerlek, değirmen. Yer, kendi çevresinde değer/teger (dokunmak anlamındaki değ- ayrı bir eylemdir).
çevirmek: Bir yüzden başka bir yüze aktarmak. Örneğin yazı tura attığınızda atılan para çevrilir.
aylanmak: bir şeyin etrâfında dolanmak 2. boşa ve amaçsızca dolanmak (birebir Latince ambulare karşılığıdır). Aylak buradan gelir. Ayrıca, aylanmak < ay'dan gelir, yani eski Türkler, ay'ın yerin çevresinde dolandığını biliyorlarmış ki aylanmak "ay gibi çevresinde dolaşmak" eylemini türetmişler. Aylanmak = yörenmek anlamdaştır.
kaymak: Geri dönmek, "return" demektir. Türkiye Türkçesinde unutulmuştur. Diğer Türk dillerinde ettirgeni yaşar: Kaytmak. Örneğin Azerbaycan Türkçesinde "Ankara'ya géden Prezident İlham Aliyev Baqı'ya qayttı" denebilir :) Türkçede kay- eyleminin ettirgeninin ettirgeni kullanılıyor ancak anlamı biraz değişmiş > kaytar- "geri dönmek". Aslında "işten kaytardım" demek "işten geri döndüm" demektir. Kaytan bıyık "geriye kıvrılan, döngün bıyık" demektir, ki eski Türkçede aynı zamanda "kaytan" (ibrişim) demektir. "Ayağım kaydı" kullanımındaki "asıl" anlam, "ayağım geri döndü"dür, "twist" gibi. Slide, slip anlamındaki asıl eylem "sürçmek"tir Türkçede.
Hatta ek ve ilginç bir bilgi de vereyim, 1200'lü yıllarda daha doğru ve daha düzgün bir Türkçe kullanıldığı için o çağda kimse "dönme" demezdi, çünkü "dönme" demek "u dönüşü yapmış" gibi bir anlama gelirdi, bu nedenle din değiştirenlere kay- "dönmek, olduğu gibi geri dönmek" kökünden "kayı" denirdi... Osmanlılar da "kayı"dır bildiğiniz gibi. Türk ve Türkçe düşmanlıklarının nedeni sanırım şimdi daha bir anlam kazanır, anlayamayanlar için.
Osmanlılara "kayı" diyenler diğer "gerçek" Oğuzlardır (Avşarlar, Çepniler, Dodurgalar, Karamanlar, Saruhanlar vb.), yoksa tarihte kayı diye bir boy yoktur, sonradan "icad" edilmiştir, "Bize Kayı deyürler, demek kü boyumuzun adudur" diye bir "kıvırma" yapmışlar. Bugün kendine Osmanlı torunu diyen ve azılı Türk ve Türkçe düşmanlığı yapan Arapçıların (ve çakma solcuların) da topu "kayı"dır, ya Arnavut, ya Çerkes, ya Arap, ya Ermeni, ya Kürt, ya Rum "kayı"sıdırlar (Türk ve Türkçe düşmanı olmayanları üzerlerine alınmasınlar).
Yazı daha da uzamasın, haydi esen kalın...
Kayı diye bir Oğuz boyu var, bütün Oğuz boy listelerinde geçiyor. Kaşgarlı Mahmud'da var, Reşidüddin'de var, Ebu'l Gazi'de var, hepsinde var ki Kaşgarlı'nın yazdığı 11. asırda Osmanlı mosmanlı yoktu ortada, Reşidüddin'in yazdığı 14. asır başında Osmanlı henüz ufacık bir uç beyliğiydi, Ebu'l Gazi 17. asırda yazdı ama Reşidüddin'i kaynak almıştır. Osmanlı kendi kendine Kayı boyundan demiştir ve bunu övüne övüne demiştir ve her yerde Kayı damgaları kullanmıştır, utanılacak bir şey olsa bunları yapmazdı. İlaveten, Osmanlı tarihlerinde Osmanlı sülalesinin soyu Kayı boyu üzerinden Oğuz Han'a bağlanır ve Horasan'dan filan değil, direkman Türkistan'dan geldikleri söylenir ki o devirlerde Türkistan Oğuz Yabguluğu'nun da dahil olduğu Orta Asya'nın bozkır tarafları için kullanılan bir tabirdi. Son olarak, Osmanlı devleti Anadolu'daki Türk sultanlık ve beylikleri içinde Türkçeyi resmi dil yapan tek devlettir, diğerlerinde resmi dil Farsçadır, Karamanoğlu bir ara Türkçeye geçmeyi denemişse de Fars dilli bürokrasinin Anadolu'da çok kuvvetli ve oturmuş olmasından ötürü bunda muvaffak olamamıştır. İslam'dan hoşlanmıyorsun anladık da, tarihi çarpıtmanın alemi yok.
Bu arada, bu blogda yazmış olduğum diğer yazılarımı okuma zahmetine girişseydin, asla Solcu olmadığımı da belki anlardın da bu kadar zırvalamazďın. Ayrıca Azerbaycan'daki bir müddet yaşadığım için Azerileri yakından tanıma fırsatım oldu, Azerice'de sizin ulusalcılar gibi götten uydurma (güya öztürkçe) kelimeler yok, Arapça'da Farsçadan vakt-i zamanında ne almışlarsa aynen muhafaza etmişler, çok da iyi yapmışlar, dillerini hiç bozmadan "öz zebanlarında danışìrler" :)