Halim – Allah rızası için kuşlara yem veren teyzede, dini inancı için insanlara hizmet etmeyi seçmiş Katolik rahibede, atalarının inancına saygıdan ötürü tapınağı ziyaret eden Japon ev kadınında soylu ve onurlu bir şey olduğunu teslim edersiniz herhalde. Tanrı inancı bu davranışlarda belirleyici unsur değil mi? Tanrıyı lağv ederseniz ne sunacaksınız bu insanlara alternatif olarak?
Selim – Dini inancın niteliğinden ve niceliğinden bağımsız olarak her toplumda bu davranış tiplerini görürsünüz. Ahlaki cömertlik davranışlarını desteklemek için soyut anlamda bir tanrı inancına gerek var mı, emin değilim.
Belki bir mitolojik altyapı gerekli diyebilirsiniz. O insanlar çoğu zaman soyut bir tanrı inancı adına değil, meselâ "acılı Meryem ile masum evladı adına", ya da "sevgili peygamberinin yüzü suyu hürmetine" davrandıklarını ifade ederler. Yani metafizik boyutu önem taşımayan, insani bir öyküyle temellendirirler ahlaki davranışlarını. Meryem ya da peygamber, filan Hazret veya Rinpoche ile kendi ahlaki tercihleri arasındaki irtibatı kuran şey filanca kitapta yer alan bir öğreti ya da öğüt değil, serbestçe yorumlanan bir insani sempatidir. Meryem şöyle ya da böyle dedi diye değil, Meryem’i sevdiği ve kalbine yakın hissettiği için güzel davranma gereği duyuyor.
Belki bir mitolojik altyapı gerekli diyebilirsiniz. O insanlar çoğu zaman soyut bir tanrı inancı adına değil, meselâ "acılı Meryem ile masum evladı adına", ya da "sevgili peygamberinin yüzü suyu hürmetine" davrandıklarını ifade ederler. Yani metafizik boyutu önem taşımayan, insani bir öyküyle temellendirirler ahlaki davranışlarını. Meryem ya da peygamber, filan Hazret veya Rinpoche ile kendi ahlaki tercihleri arasındaki irtibatı kuran şey filanca kitapta yer alan bir öğreti ya da öğüt değil, serbestçe yorumlanan bir insani sempatidir. Meryem şöyle ya da böyle dedi diye değil, Meryem’i sevdiği ve kalbine yakın hissettiği için güzel davranma gereği duyuyor.
Evet, sanırım mitoloji lazım. Ve o mitolojinin gerçekten derin bir anlam ifade edebilmesi için herhangi bir mitoloji olması yetmez, ecdadın mitolojisi olmasında fayda var. Annen ve bütün ataların ezelden beri Meryem’i sevdiği için Meryem senin için özel bir anlam taşır. Yoksa turistik bir obje ya da gelip geçici bir hobi olmaktan öteye geçemez.
Halim – E dinin gerekli olduğunu itiraf ettiniz. Bir adım sonra kaçınılmaz olarak tanrı inancının da gerekli olduğunu kabul edeceksiniz.
Selim – Katılmıyorum. Mitolojinin güzel ve bazı açılardan gerekli olduğunu kabul ettim. Meryem ve İsa sevgisinde, aziz ve evliya kültlerinde akla mantığa aykırı bir şey yok. Akla mugayir bir Kadiri Mutlak Varlık teorisine hiç bulaşmadan, ya da onu aklın bir kenarında paranteze alarak da bunları benimseyebilirsiniz.
Aslına bakarsanız kişiselleştirilmiş pagan tanrılarında da, bir takım detaylar dışında, akla çok aykırı bir şey yok. Sonuçta Meryem’e ya da Hz. Muhammed’e meftun olduğum gibi Pallas Athena’yı, ya da şakacı fil tanrı Ganeşa’yı da gönlüme yakın bulabilirim. Onların öyküleriyle hayal dünyamı ve ahlaki söylemimi zenginleştirebilirim. Her unsurunun gerçekçi olması şart değil. Sonuçta idealize edilmiş masal varlıkları bunlar, tıpkı Atatürk gibi, ya da Don Kişot veya Batman veya Kemal Sunal’ın temsil ettiği karakterler gibi.
Halim – İşin püf noktası işte tam burada. Don Kişot ya da Kemal Sunal tanrısal öykünün parçası olmadıkları için pek cılız kalırlar. Kozmik bir hakikatin temsilcisi değiller. Ciddi değiller. Ağırlıkları yok. İnsan kalbini ta derinden kavrayamazlar. Kimse Kemal Sunal uğruna canını feda etmez. Ama Muhammed ve Meryem uğruna, hatta kabul edelim ki eski Yunan ve Hindu dinlerinin hayali tanrıları uğruna seve seve kendini kurban edecek çok insan var.
Selim – Haklısınız. Bazı mitik anlatıların, tanrı fikriyle birleşince olağanüstü bir güç kazandıklarını teslim etmek gerekiyor.
Peki ne sonuç çıkar bundan? Tanrı inancı içeren mitlerin bazı insanlar için gerekli olduğu ve bazen güzel sonuçlar doğurabildiği çıkar. İyi de ben bunu inkâr etmedim ki? Tanrı inancı tümden saçmalıktır ve insanlığa hiçbir katkısı olmamıştır diyecek biri yok karşınızda. Birtakım insanların hayatına anlam ve değer katıyorsa demek ki iyidir. O teyze Allah rızası için komşusuna yardım ediyorsa, ya da vaktiyle insanlar tanrılarını onurlandırmak için katedraller inşa etmişse, demek ki en azından bu bağlamda tanrı inancı güzel bir şeydir. İki kere iki dört.
Halim – Peki itirazınız ne? Neyin mücadelesi bu?
Selim – Birkaç şeyin.
Birincisi, aklî hakikat bazılarımız için önemli. Yalnız bazılarımız için değil, genelde insanlık için de önemli olduğunu düşünüyorum. Tek önemli odur diyen yok, insan yaşamının başka boyutları da var. Ama insanlığın son beş yüz yıldaki büyük atılımlarının temelinde, akli gerçeği eskiye oranla daha ön plana geçirmenin yattığı aşikâr. Aklî zeminde “tanrı” fikrinin herhangi bir dayanağı olmadığını insanlara hatırlatmak lazım.
İkincisi, Antik çağlarda yazılmış dini metinlerin bilgi dünyası ile bugünkü bilgi dağarcığımız arasındaki uçurum, tevil ve terkip kaldırmayacak ölçüde açılmıştır. Düne kadar mecazdı, şiirdi, hikmetti deyip eski kitapların geçerliliğini savunmak belki mümkündü. Artık çok zor. Eski toplumların edebi fantezileri olarak okuyacağız, ya da terk edeceğiz. Başka çare yok.
Üçüncüsü, eski kitapların yalnız bilgi dünyasını değil, ahlaki yargılarının birçoğunu da bugünün ihtiyaçları ve problemleriyle bağdaştırmak mümkün değil. O yargıları, ya da onların çeşitli kurum ve otoritelerce yapılmış yorumlarını bugüne uyarlamanın, ya kavram kargaşası ve kakofoniye, ya da daha kötü ahlaki yanlışlara yol açtığını görmek gerekiyor.
Dördüncüsü, tüm dinlerin müktesebatında hiç şüphesiz ahlaken doğru ve kullanışlı unsurlar bulunmakla birlikte, geçmiş tecrübemiz ve bugünkü bilgimiz ışığında yanlış olduğu aşikâr unsurların da var olduğunu; özellikle bazı dinlerde bu yanlışların çok vahim boyutlara vardığını itiraf etmek zorundayız. Eğer dinleri topyekün reddetmeyip kısmen de olsa korumak istiyorsak, aklî bir eleştiri şarttır. Bu da, ister istemez, dini öğretinin ilahi temelini sorgulamayı gerektirir. Öğretide bariz yanlışlar varsa, demek ki ya Allah ya da onun namına kitap yazanlar yanılabiliyormuş.
Nihayet beşincisi, tanrı inancı sorgulandığı zaman, o inanca sahip olanların pek çoğunun bunu akıl ve itidalle karşılayamadıklarını, duygusal ya da hukuki, hatta fiziksel şiddet yoluna baş vurma eğilimine girdiklerini görüyoruz. Bununla mücadele etmek gerek. Tanrı varmış yokmuş, inanmak iyiymiş kötüymüşten öte, aksini beyan etme özgürlüğünü savunmak lazım. Aklın özerkliğini korumak için şart. Bugünün ahlaki sorunlarını tartışabilmek ve çözüm üretebilmek için şart.
Halim – Bu dediklerinizi şimdi Türkçeye çevirirsek?
Selim – Birinci paragrafın tercümesi: Kuşlara yem vermek güzel, ama herkes hayatını bununla sınırlamak zorunda değil.
İkincisi, dünya altı günde yaratılmadı. Kızıldeniz yarılmadı. Aksini söyleyen ya cahildir ya şair.
Üçüncüsü, “eşcinselleri öldüreceksin” diyen kitaptan rehber olmaz. Ya çöpe atacaksın, ya da “eskiler öyle zannediyormuş” diye okuyacaksın.
Dördüncüsü, özeleştirisini yapamayan islam, bugünün dünyasında sıkıntı kaynağıdır. “Allah söylemiş” tezine sığınabildiği sürece özeleştiri olmaz.
Beşincisi, zorbalarla mücadele etmek de, en azından kuşlara yem vermek kadar soylu ve onurlu bir davranış.
Size (önceden hazırlanmış) argüman(lar) önermek hem deneyiminiz, zihniniz ve üslubunuza karşı ve dolayısıyla hem de bizzat size karşı bir hadsizlik olur. (Belki sözünü ettiğiniz cesaretsizlikte böyle bir had-bilirliğin ufak da olsa bir rolü vardır?) Dahası, literatür -hatta dindar ve mistik literatür dahî- sizin zaten fazlasıyla aşina olduğunuza inandığım yüzlerce muhtemel Halim argümanıyla dolu. (Hatta, örneğin filozofun nebîden epistemolojik olarak üstün olduğunu savunan Farabî'nin rasyonel gerekçeleri ya da "Ich bin wie Gott und Gott wie ich" diyen Silesius ve onun hemen her kültürde rastlanabilecek muadillerinin mistik deneyimleri bile bence -sizin kurgunuz uyarınca Halim'in de Selim'in de repliklerine yerleştirilebilecek- müthiş birer örnek teşkil ediyor.)
Daha önce izlediğim bir ders kaydınızda ('Akıl ve Din Semineri'ydi yanlış hatırlamıyorsam) iman sahiplerinin müthiş basit, saçma ve dolayısıyla akıl ile karşı konulamaz bir argümana (omnipotent tanrı) sahip olduklarını söylemiştiniz. 'Credo quia absurdum est' -ya da belki çok daha iyisi 'credo quia absurdus sum'- İnanılır, çünkü saçmadır; saçmadır, çünkü (emprik ya da rasyonel) düşüncenin konusu değildir/edilemez. Düşüncenin konusu edildiği anda inanılmaktan, inanç konusu olmaktan mecburen çıkar; zira inanılacak bir zat, bir fert, yani hakkında işaret zamiri kullanılabilecek bir 'O' kalmaz. Bu yüzden bence Halim'in 'duygusal' reaksiyonlarına karşı getireceği her muhtemel duygusal re-reaksiyon, sunacağı her tür (f)actual veri, Selim'i her seferinde "ne mutlu onlara ki görmeden iman ederler" tuzağına, yani deplasmana bir adım yaklaştıracaktır. Hele hele Halim'e verilecek her tarihsel zorbalık ve zulüm örneği, Halim'in kaçınılmazcasına "gerçek iman bu deyiill!" demesine zemin hazırlayacaktır. Yani, naçizane fikrim o ki, aslen kendisi de bir duygu olan inanca yönelik (imanın saçmalığı/gereksizliği/vb. üzerine kurulu olan) karşı-argümanlar kısır kalacaktır. (Dölleyenden değil döllenenden kaynaklı bir kısırlık.) 'Duygu', büyük hayret verecek denli karanlık (nöro-bilimciler istedikleri kadar aksini iddia etsinler) ve emprik/rasyonel açıklamalara/kanıtlara hayret verecek denli bağışık bir şey. Takdir edersiniz, esasen bir tıp doktoru olan Frued gibi müthiş ve sistematik bir zeka bile (ki psiko-analiz alanındaki selefleri Spinoza, Schopenhauer, Nietzsche, vb. gibi daha da müthiş zekalardı), duyguların emprik/rasyonel olarak gözlemlenmesi/açıklanması projesini, sonunda yine bir inanç nesnesi olan 'bilinç dışı' olmaksızın yürütemedi.
Bana kalırsa ateizm de (hangi theos'un ateizmi ise artık) bir inanç olmak bakımından teizm kadar kuru, sığ, bereketsiz bir '-izm'. Tanrının (hangi tanrıysa o) varlığı ya da yokluğu sahiden üzerine kafa yorulacak denli önemli bir konu değil. Fakat bir inanç nesnesi olarak değil de bir kavram olarak kafa yorulmaya başlandığı zaman, yani 'the Tanrı' ya da 'herhangi bir tanrı' yerine 'tanrılık' üzerine kafa yorulduğu zaman, tanrı(lar)ın varlığı/yokluğu gündem dışı kalır. (Varlığı ya da yokluğundan bahsediliyorsa anlarız ki henüz kavramsallaştırılamamış, düşüncenin nesnesi haline getirilememiştir.) (...)
Ayrıca, duygunun (inancın) daima onaylanmak istediğini herhalde kabul edersiniz. Kişi -ister Tanrı tarafından ister cemaat tarafından olsun- inancının onaylanmasını ister; bu inanç/duygu onaylandıkça da nicel olarak ve katlanarak artar. Fakat hakikat hiçbir onaya muhtaç değildir; bilakis, hakikat, dünyadaki herkes aksine inansa bile kendisini kişiye zorbaca dayatır, seçenek sunmaz. Halim, inanç nesnesinin bir hakikat değil de duygusal bir nesne olduğu, mümkün yorumlardan sadece bir tanesi olduğu konusunda ikna edilirse, belki bu bir başlangıç noktası olabilir? (Selim, tanrı inancının soylu ve onurlu davranışların yegane belirleyicisi olmadığını gösterirken bunu yapmaya çalışır görünüyor. Fakat Halim diyebilirdi ki, "iman olmaksızın bulunulan hiçbir eylem, Tanrıca makbul değildir". Ya da Halim kadar yumuşak huylu olmayan ve büyük bir püriten bağnaz olan Kant, Selim'e itiraz mahiyetinde "ilahi bir ödev duygusuyla yapılmayan hiçbir eylem iyi, doğru veya güzel değilidir" diyebilirdi. Bağnazlığın en kesif ve her yerde en sık görülen biçimlerinden biridir bu; "ben hakikatin yanındayım, o halde hakikat de benden ve sadece benden yana!" Halim, hakikatin kendisinden yana olup olmadığı yönünde biraz olsun şüpheye düşürülebilir mi acaba?)
Aşağı yukarı sizin kanaatlerinizi tekrar ettiğimin farkındayım. Yalnızca çorbaya muhtemel bir tuz zerresi katmak istemiştim. Gevezeliğimi de yapmaya çalıştığınız şeyi ilgi ve memnuniyetle izleyen bir gencin heyecanına vermenizi dilerim. Selamlarım ve sabır dileklerimle...
--Utkan--
Schopenhauer'in (maalesef) Say Yayınları'ndan çıkan Din Üzerine kitabında iki hayali karakter Philalethes ve Demopheles, din üzerine pek leziz şekilde tartışırlar. Halim ve Selim bana onları çağrıştırdı ister istemez. Dört gözle bekliyorum Halim ve Selim'in maceralarını.
"Akıl, acımasız bir sürücüdür. Aklın egemenligini kabul eden kisi,onun kendini sürükledigi yerlere gitmemezlik edemez. Hakikatin tek ve alısıldık cephesiyle yetinemez. Tutarlılıgın, ancak dürüstlükten taviz vererek kazanılan bir erdem oldugunu bilir. “Ben hakikati buldum, baska soru sormayacagım” diyen insan, aklıyla birlikte vicdanını uykuya yatırmıs olandır."
Aklın yolundan gitmek sadece cesaret değil aynı zamanda bir yaşam enerjisi istiyor. Görülen o ki kazançları sadece kalbinizde ama kayıpları baktığınız her yerde göze çarpıyor. Öyle ki gardı düşen bir insan "değer mi" diye kendine sorabilir. Büyük mücadele..
Yazı Azerice ama çoğu anlaşılıyor. Kendisiyle röportaj yapılan ateist Elşad Miri, Azerbaycan'da biraz tanınan biri, diyor ki, "ateistler, Allah yardım eder diye düşünmedikleri için, toplumda fakirlerin sorunlarına karşı inananlardan daha duyarlılar" (not: kasib Azerice fakir demek). İşlemin diğer problemleri üzerinde de enteresan bazı fikirleri var.
Ayrıca şunları da ilave ediyorum
http://www.garajimdakiejder.com/2012/05/ateistler-inanclilardan-daha-merhametli.html
http://www.ntv.com.tr/dunya/ateistler-daha-zeki-cikti,B59gr2YbPEqoIc-9vasHuw
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ezgi-basaran/ateistler-mi-daha-fedakr-dindarlar-mi-1469019/
diyanet bütcesi.....5,7 milyar
sağlık bakanlığının bütcesi..........2.7 milyar
doktor sayısı.......107000
imam sayısı........122000
cami sayısı..........85000
doktor açığı.......105000
imam açığı..........yok
hersene.....9000 doktor mezun oluyor
hersene......60000 imam mezun oluyor
(2016 rakamları burada https://indigodergisi.com/2016/11/diyanet-butcesi)
Bu yorumunuz için bir "like" tuşuna basabilmek isterdim :)
İsabetli bir alıntı yaptığınız fikrindeyim. Teşekkürler.
Aslında eskiler meleklere de tanrı isimlerini koyuyorlardı. Onun için işler karışıyordu.
Ahmet Altan Bey sevdigim, saydigim biridir, ve iyi niyetli oldugundan suphem yok. Fakat garibim bana nedense onemli bir animi hatirlatti. Yillar once ABD'de Orta Bati'da doktora yaparken New York Yahudisi bir kiz arkadasim vardi. Kizcagiz okulunu finanse etmek icin ne islerde calisti... Calistigi damizlik laboratuvari ustun irk erkek boga hayvanlardan tohum elde etmek ve bunlari dunyanin en ucra yerlerine satmakta uzmanlasmisti. Bu isi yaparken kukla disi kullaniyor ve damizligi kukla uzerine saliyorlarmis. Tabi hayvancagiz baba olacagini dusundugundendir istekle kuklanin uzerine atliyormus. Laboratuvar calisani da sagim isini yapiyormus.
Neyse tesbihte kusur olmazsa, Altanlar demokrasi dogacak diye yanlis seylerin uzerine atladilar. Birileri de Altanlarin demokrasi sehvetlerini kendi hain emelleri icin kullandilar. Bu kadar.
En ciddi kaynaklarda bile yaradan fikrine en uzak, "deniz kabuğunu gagalayan karga" gibi Kızılderili anlatılarının bile "Yaradılış Mitleri" başlığıyla sokulduğu. Sanıyorum akıl fikir bir yana öbür irrasyoneliteye bir simbiyoz var.