Halim – Hıristiyan alemi modern dünyaya daha iyi adapte olmuş görünüyor. Neler yaptılar bu sonuca ulaşmak için?
Selim – Aklıma ilk gelen üç maddeyi sayayım:
1-
Dini reddeden azınlığa toplumsal saygınlık kapısı açtılar. Ateistle
dindarların birbirinin gözünü oymadan aynı sofrada oturabilmesi
sağlandı. Bu demek ki toplumsal tenasübün, yani uyumun, zemini din
olmaktan çıktı, başka bir şey oldu. 2- Dinî inancı bir mit, bir felsefi
mecaz, bir insanî abide, bir ecdat saygısı olarak korumaya ve sürdürmeye
olanak veren düşünsel yapıları inşa ettiler. “Tanrı var mı yok mu
bilmem, ama İsa’ya gönülden bağlıyım” diyen görüş, düşünsel tapınağın
baş köşesine yerleştirildi.3- Alakart din servis edildi. Dinin farklı
yorumlarının ve farklı inanç derecelerinin eşit derecede saygıdeğer
olduğu fikrini teşvik ettiler. En devrimci sosyal görüşlerle en
muhafazakâr gelenekçilik aynı Katolik kilisesinin kurumsal bünyesinde
yer bulabildi mesela.
Halim – İslam dini buna benzer veya paralel bir dönüşüme izin verir mi?
Selim
– Dönüşümün yolunu kesmek için kanının son damlasına kadar mücadele
etmeye hazır büyük ve cahil bir kitle var. En ufak provokasyonda
şiddetebaşvurmaya, olmadı avaz avaz bağırmaya, olmadı alınıp kin tutmaya
yatkınlar. Daha beteri, o kitleyi iktidar aracı olarak gören siyasi
örgüt ve liderler var. Onlar devre dışı bırakılmadan veya zararsız hale
getirilmeden çok zor.
Halim – Türkiye Cumhuriyeti 20. yüzyıl boyunca
dönüşümü gerçekleştirmeye çalıştı. Şimdilik başarısız görünüyor. Sence
bu, İslam’ın yapısından kaynaklanan bir durum mu?
Selim –
Varsayımınıza katılmıyorum. Kemalist rejimin laikliğini Batı
sekülarizminin muazzam başarılarıyla kıyaslayamazsın. Biri gökdelen,
öbürü gecekondu.
Bir kere Kemalist rejim, tanrıtanımazlığı
meşrulaştırmak yönünde en ufak bir çaba göstermedi. Toplumsal söylemin
bir parçası haline gelmesine izin vermedi. Okul müfredatına katmadı,
üniversitelerde öğretmedi, devlet radyolarında tartışmadı. “Komünizme”
kapı açar diye korktular.
İkincisi ve çok daha vahimi, dini bir
felsefi ve kültürel gelenek olarak yeniden yorumlayan görüşlere cevaz
verilmedi. Böylece, ayak takımının İslam’ından farklı bir İslam
anlayışının, okumuşlar nezdinde dahi olsa, saygın bir seçenek haline
gelmesine izin verilmedi. Tarikat, Nurculuk, Türk-İslam sentezi gibi
arayışlar, belki ayakta duracak zemin bulamadıklarından, avam
şakşakçılığına yönelmek durumunda kaldılar; çağdışılıkta yarıştılar.
Dinde
çoğulculuk, rejimi şeytan görmüş gibi korkuttu. O çoğulculuğun kurumsal
çerçevesi olması gereken Diyanet, tam tersine, alabildiğine dar ve
yasaklarla çevrelenmiş bir ortodoksinin savunucusu oldu. Resmen
tanımlanmış din dışındaki yönelimlerin din kisvesi altında belirmesine
en sert yöntemlerle karşı çıkıldı.
Özetle din, devletin tapınağından
– çok kısa bir süre için, de ki 1920’lerden 1940’ların sonuna dek -
uzaklaştırıldı. Yerine 23 Nisan ve 29 Ekim törenleri kondu. Geri gelmesi
kaçınılmazdı, çünkü doğa boşluk kabul etmez.
Halim – Neden yapamadılar?
Selim
– Cahillik belki. Ya da korkaklık. Kontrolü elden kaçırma kaygısı.
Belki İslami geçmişten ve gelenekten gelen tekçilik arzusu.
Daha
başka bir boyutu var o hikayenin ki üzerinde hemen hiç durulmamıştır.
Ben bile, cesaret edemiyorum derinlemesine analiz etmeye.
Halim – Merakımız zirvede!
Selim
– İlk bin üç yüz yılı boyunca İslam hep kolonyal bir yönetici zümrenin
dini olarak kaldı. Fetihle büyüdü. Haraç ve cizye ile beslendi. Osmanlı
nüfusu 19. yy başlarına dek yarıdan fazla gayrimüslimdi. 20. yy başında
dörtte birden fazlası hala öyleydi. 1913 – 1923 etnik temizlikleri bu
anlamda tarihi bir dönüm noktasıdır. Tarihte ilk kez homojen bir
Müslüman toplum yaratıldı. İlk kez Müslümanlar, sömürecek bir reaya
sınıfı olmadan, birbirleriyle baş başa kaldılar.
Bu olayın
sonuçlarını iyi düşünmek lazım. Gerçekte büyük bir çöküştü. Dini ve
toplumu yeniden düşünmek için bir fırsattı. Yapılması gereken oydu.
Yapılmadı. Sonuçlarından, belki haklı olarak korkuldu. Onun yerine o
dönüş büyük bir zafer olarak anlatıldı. “Düşman” denize dökülmüştü.
“Vatan kurtulmuştu. “Millet” hâkim olmuştu.
Kimdi peki zaferi
kazanan? Vatan, millet, bunların hepsi kaçamak tabirler. Zaferi kimin
kazandığını halk pekâlâ biliyordu. Zaferi kazanan İslam’dı. Ve elbette
günü geldiğinde asli kimliğiyle ortaya çıkıp zaferinin şan ve şerefini
talep edecekti. Nitekim etti.
Dikkat edersen Mısır’da da hikâye
aynıdır, Suriye ve Irak’ta da aynıdır, Hindistan’ı tasfiye edemeyince
kendi homojen İslami alanlarını kuran Pakistan ve Bangladeş’te de
aynıdır. İran’dan emin değilim, Malezya ve Endonezya’da ayni sürece yeni
yeni giriyorlar.
19. yy’da modern dünyaya ayak uydurma yönünde
önemli adımlar atan İslam. 20. yy’da neden durdu ve o duruşun
sonuncunda, 21. yy’da neden batağa sürüklendi, sorumuz buydu. Cevabı, en
azından kısmen burada aramak yanlış olmaz sanıyorum.
Tuesday, January 31, 2017
Saturday, January 28, 2017
Müzik hocası
Klasik müziğe nereden başlayayım diye soran bir arkadaşıma bir seferinde sonundan başlamasını önerdim. Neden olmasın? Richard Strauss, Son Dört Şarkı (Vier letzte Lieder), yıl 1946 veya 47. Batı yüksek müziğinin son nefesidir, bir tür kuğu şarkısı. Kaç yorumunu bulabilirsen topla, bir kaç gün dinle. Ama en başta ve en sonda Elisabeth Schwarzkopf olsun. Bir süre sonra mutlaka hissedeceksin devasa ve ürpertici bir şeyin huzurunda olduğunu. Sonrası sana kalmış, elbette bulursun kendi yolunu, el yordamıyla da olsa.
Zor bir deneydi, başarılı oldu mu bilmiyorum. Belki daha kolay bir yerden başlamak daha iyi. Mesela Bach, Das wohltemperierte Klavier (Türkçesi ne olabilir? “İyi Huylu klavye” desek?), do majör birinci toccata ile başla, çalan illa ki Glenn Gould ayarında biri olsun. İlk dinleyişte 60 defa mı, 70 defa mı tekrarlanan bir basit motif duyacaksın. Tekrar dinle. Burada ne oluyor diye sor. Bağırarak eşlik etmeyi dene. Her motifin sadece ilk iki notasını söyleyerek bir daha dene. Sonra bir yandan dans ederken tekrar bağırmayı dene. Gerilimin adım adım nasıl yükseldiğini, bir kaç kez uçurumun kenarına kadar gelip beklediğini, sonra sonsuz bir zarafetle boşluğa atılıp ayakları üstüne düştüğünü duyacaksın. Başka şeye gerek yok. Devamı kendiliğinden gelir.
Bir tek şeyi unutma. Sakın, ama sakın, “pop klasikler” tuzağına düşme. İyi müzik mi arıyorsun? İyi müzikle başla. İyinin en iyisiyle başla. Sirk müziğiyle başlayan sirk müziğinde kalır. Çocuğunu ebleh yerine koyan, çocuğunu ebleh yapar.
En önemlisi, müziğin kolay yutulur olması için yanına saçma sapan bir takım anekdotlar ya da program notları eklemek gerektiğini zannedenlere asla kanma. Müziğin tek konusu kas hareketleridir. Varlığından bile haberdar olmadığın kaslarını oynatıyorsa iyi müziktir, oynatmıyorsa kötüdür. İki zamanlı emme basma pompası gibi oynatıyorsa sıkıcıdır, az sonra ölecek bir kuğu gibi oynatıyorsa tadından yenmez.
Friday, January 27, 2017
Kitap yasağı
[Bu yazı 15 Ocak civarında yazılmıştı. Kitap yasağı birkaç gün sonra kaldırıldı. Kitapları alabilecekmişiz. Sevinçliyiz.]
Ekim başında bir kitap listesi yapıp göndermiştim. Büyük oğlum Arsen sağolsun hepsini bulmuş, ama babasına vermeden kendi okumaya karar vermiş. Bu hafta nihayet getirdi, ama bu sefer de Bakanlık genelgesi engeli çıktı. Yılbaşından bu yana cezaevlerine Kuran hariç her türlü kitap sokmak yasaklanmış. Almadılar.
Neler gelmiş bakalım.
Fustel de Coulanges, La cité antique, çev. The Ancient City. Eski Yunan dini ve siyasi düşüncesi üstüne bir klasik, 1850’ler galiba, tam tarihini unuttum. Arsen “bu fikirler artık mainstream oldu, orijinalliği kalmadı” diyor. Yine de okumalı. Düşünceler tarihi çoğu zaman tarihin kendisinden daha ilginç.
Peter Brown, The Cult of the Saints. Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında yerel aziz efsanelerinin doğuşu, kaynakları, detayları. Bu da alanında klasik. Türkiye’deki evliya ve türbe kültleri üzerine böyle bir çalışma yapılabilir mi, yapmaya değer mi diye Arsen’le bir süre konuştuk.
Millar, The Roman Middle East. Ne zamandır ilgimi çeken bir konu. Roma egemenliği altındaki Orta Doğu, Geç Antik Çağda, yani 5. 6. yy’larda, dünyada medeniyetin odak noktası olarak ön plana çıkmış. Neden olmuş? Nasıl olmuş? Nerede başlamış? Süryani kültürü neden öyle parlayıp sönmüş? Önceki sene Torbalı cezaevindeyken Freya Stark’ın The Eastern Frontiers of the Roman Empire’ını okudum, kesmedi.
Moorman, A History of the Franciscan Order. İki ya da üç ciltlik büyük bir çalışma. Alabildiğine radikal bir anti-establishment hareketin kurumsallaşması süreci ilgimi çekiyor. Fransisken tarikatıyla sınırlı bir şey değil, komünist partilerden Alman Yeşillerine kadar her yere uygulayabilirsin. Ayrıca 13. yy’da Avrupa’da ortaya çıkan derviş tarikatlarının islam dünyasında aynı tarihlere denk gelen sufi akımlardan etkilenmemiş olması imkânsız diye düşünüyorum. Ama Batılı tarihçiler bunun farkına varır mı ya da varabilir mi, emin değilim. (Nayır, Batılılar ahlaksız olduğundan değil. Kilise tarihi disiplini ile şarkiyat disiplini arasında aşılmaz duvarlar olduğundan.)
Rashdall, The Universities of Europe in the Middle Ages. Bu da bir klasik, Orta Çağda Avrupa üniversiteleri, iki cilt. Kafamı kurcalayan yine aynı konu: besbelli 12. yy’da İspanya medreselerini takliden kurulmuşlar. Ama Batı’nın öz-benlik bilincinde hikâyenin o bölümü tamamen silinmiş. Silinmiş anılar meselesi bende saplantı oldu galiba.
Christoph Baumer, The History of Central Asia, 3 cilt. Yeni bir kitap, övgüsünü okudum. Erken Orta Asya tarihi tahmin etmeyeceğiniz kadar ilginçtir. Ne yazık ki bilgi kaynakları çok kısıtlı; o yüzden, bir ölçek bilgiye üç ölçek tahmin ve spekülasyon katıp pişiriyorlar, biraz yavan oluyor. Türk milletine adını veren Kök Türklerin ilk dönem hükümdarlarının ve klan totemi olan boz kurt Aşina’nın adı neden Türkçe değil İranca, mesela? Türklerin zafer çağı olan 1070’lerden 1300’lerin başına dek neden – gayrimüslim Uygurlar dışında – tek kelime Türkçe yazı yazılmadı?
Cyprian Broodbank, The Making of the Middle Sea. Akdeniz havzası tarihi. Yanılmıyorsam Fernand Braudel’in aksine daha çok prehistorik dönemleri vurgulamış. O konuda son yıllarda çok bilgi üretildi, derli toplu okumak lazım.
T. M. Lovell, A Mirror to the Human Condition. Bach kantatlarının sembolik ve teolojik altyapısına dair, adını çok duyduğum bir eser. Bakalım neymiş.
Son olarak Vikram Seth’in Tibet ve Sinkiang gezi anıları, From Heaven Lake. Arsen beğenmemiş, “beyinsiz” diyor. Bakalım beyin standartlarımız tutuyor mu?
Seth’in A Suitable Boy’unu geçen yaz sonu başlayıp bininci sayfaya kadar okuyabildim. Tam yerli TV dizisi kıvamında ─ esas kız üç talibinden hangisi ile evlenecek? Ama bir iki hafta oyalıyor işte. 1950’ler Hindistan’ı hakkında da bir sürü malumat ediniyorsun.
5 yorum:
- "Christoph Baumer, The History of Central Asia" şu kitap ilgimi çekti. Amazon kelimesi de mesela Farça ve bir hipoteze göre orta asya'dan gelen kadın savaşçılar bunlar. Herkes kendine maletmeye çalışıyor tabi de kadın oldukları için. Fakat buluntulara göre Amazonların orta-asyalı oldukları bana daha mantıklı geliyor. Fakat niye isimleri Farsça? İlk Perslerle karşılaştılar, persler bunlara "ha-mazan" dediler, sonra Yunanlılara mı söylediler acaba.Yanıtla
- Arsen acele etmesin. Bazı kitaplar iç dünya zenginlestikten sonra okunmalı.Yanıtla
Türkiye'de azizler ve evliyalar konusunda birşey yaparsanız gelecek yüzyıllar hep referans alınacak eser olur.
Mesela Sivasta Aziz Boaz ve başka tabirle St.Bless diye birinin yaşadığı söyleniyor. Bu zat müslümanlardan da saygı görmüş. Olayın derinliği hakkında net bir şey okuyamadım.
Yok olma noktasına gelen milletler de önemli bir araştırma konusu. Mesela Moğollar...Bir Moğola siz şimdi neden böyle ufaldınız deyince o da bana Osmanlı-Türkiye örneği vererek cevap vermek istedi. Belki haklıydı ama beni kesmedi.
Bu arada Ermenilerin büyük felaketten çok çeşitli ve aktif bir ulus olarak çıktığı söylenebilir mi?Yanıtlar- Adsız30 Ocak 2017 03:25Meraba ben Arsen. Tamam acele etmeyeceğim. Bazı kitapları iç dünyam zenginleştikten sonra okuyacağım.
- http://www.diken.com.tr/homo-sapiensin-yazari-harari-gereksizler-diye-yeni-bir-sinif-doguyor/Yanıtla
Konu ile ilgisi yok ama Yuval Noah Hariri'nin kitaplari da değişik bakış açısı sunuyor. Yukaridaki linkte güzel bir söyleşisi var. İlgilenebilirsiniz - Türklerin zafer çağı olan 1070’lerden 1300’lerin başına dek neden – gayrimüslim Uygurlar dışında – tek kelime Türkçe yazı yazılmadı?Yanıtla
Atabetü'l-Hakayık
Thursday, January 26, 2017
İfademe kim karışır?
İfade özgürlüğünün tek sınırı şiddet değildir. Bir, hakaret var: fiziksel şiddet içermese dahi kişilerin onuruna saldırıyı hak sayamazsın. İki, iftira var: bilerek ve kötü niyetle kişiler ve kurumlar hakkında yalan haber çıkarmak olmaz. Üç, kendini korumaktan aciz kişilerin istismarı var: çocuk pornosu, sanıkların teşhiri, hasta ve yaralıların teşhiri, artist frikikleri ve benzeri. Dört, kişisel bilgilerin ve kurumsal sırların korunması var. Beşincisi biraz farklı bir konu, sözleşmeye dayalı hakların korunması var: yani ifade özgürlüğü hakkını imzalı mühürlü taahhüdüne aykırı olarak ileri sürebilir misin? Nihayet altı, en belalısı, kamu güvenliğini ya da kamu huzurunu tehlikeye atan beyanlar meselesi var. Kalabalık salonda “yangın var” diye bağırabilir misin? Savaş sırasında halkın moralini bozan nutuklar atabilir misin? Savaş yoksa ama savaş tehdidi ya da savaş ihtimali varsa atabilir misin? Toplumsal birliğin ve uyumun temeli olan kutsal değerlere dil uzatabilir misin? Nereye kadar uzatabilirsin?
İntihar propagandası serbest olmalı mı? Liseli kızlara fuhuş propagandası serbest olmalı mı? Ortaokullarda uyuşturucu reklamı serbest olmalı mı? Ya sigara reklamı? Din reklamı?
Dikkat buyurun: Olmalı ya da olmamalı demiyorum, sadece belli bir sistematik içinde sorular soruyorum. Sınırı çizmenin kolay olmadığını hatırlatıyorum sadece.
Soyut düzeyde ilke basit. Her hakkın sınırı başkasının haklarıdır. Başkasının hakkı sadece şiddetten korunmak değil. Onurunu koruma hakkı var; malını, işini, evlat ve iyalini, özgürlüğünü koruma hakkı var. Güven ve huzur içinde yaşama hakkı var. Ve itiraf edelim ki, şahsi tercih, alışkanlık ve önyargılarını tehdit altında hissetmeden yaşama hakkı da var. Kıymeti kendinden menkul birtakım heriflerin durduk yerde benim yaşam tarzıma, çevreme, huzurlu düzenime tecavüz etmesine izin verilmeli mi? Mesela senin sevdiğin müziği dinlemek yasaklandı derlerse ne yaparım? Sizi bilmem ama ben dağa çıkmayı düşünürüm.
Bu denklemin matematiksel bir çözümü olduğunu sanmıyorum. Birbiriyle çatışan temel haklar arasında karar vermek bir tercih ve sağduyu sorunudur. İki soru sormak gerekir. Birinci soru: hangi tarafın hakkı toplumsal fayda açısından ağır basar? İkinci soru: hangi tarafın hakkı zedelenirse birey daha ağır ve kalıcı zarar görür? Bunların ilki siyasi, ikincisi felsefi bir karardır. İkisinin de objektif ya da "tarafsız" bir cevabı yoktur. Özetle söylemek gerekirse, toplumda kimin borusu ötüyorsa onun dediği olur.
Liberallerin 250 senedir söylediği şey, “ifade özgürlüğünü küçümsemeyin, vallahi billahi o da çok önemli”. Avamın kafasına kolay yatmayan bir konu olduğundan bazen abartmış, sanki ifade özgürlüğü mutlak bir hakmış, diğer her şeye koz basarmış gibi konuşmuş olabilirler. 1789’da öylesi doğruydu. Bugünün Türkiyesinde halâ yüzde yüz doğru. Ama batıda korkarım ki kantarın topuzu biraz kaçtı, bir miktar dengeleme gerekli görünüyor. Toplumlar istiyor bunu.
Bir de unutma ki ifade özgürlüğü öncelikle elitlerin sorunudur. Ezilme tehlikesini yaşamında hisseden çoğunluk açısından, doğal olarak, önce güvenlik, onun ardından da alışkanlık ve önyargıların korunması –- yani din -– gelir. İfade özgürlüğü savunuculuğu her zaman, az veya çok, elit taraftarlığı anlamına gelmiş ve öyle algılanmıştır. Buna karşılık özgürlükçü cephenin argümanı, fikir özgürlüğü olmadan keşif ve icatlar olmaz, yeni ufuklar ve yeni kıtalar bulunmaz, toplum yerinde sayar, ot gibi yaşamaya devam eder, o yüzden fikir özgürlüğü sadece o özgürlüğü kullanmaya meraklı olan seçkin azınlığa değil, dolaylı olarak tüm topluma faydalıdır demek olmuştur. Ki esaslı bir haklılık payı var sanırım.
8 yorum:
- Eğer özgürlüğü savunuyorlarsa, beraberinde gelecek sorunlara da katlanmak zorunda insanlar bence.Yanıtla
Ayrıca özgürlüğü
1. İfadede ve düşüncede özgürlük
2. Eylemde özgürlük olarak iki türlü ayırmak gerekiyor bence.
Freedom of speech, freedom of action.
Bu ikisi aynı değil bence.
Neyin yasaklanıp, neyin serbest olacağını toplumdaki dengeler belirliyor. Bu nedenle fikirlerin her türlüsü serbest, eylemlerde ise toplumun çoğunluğunun uygun gördükleri serbest olmalıdır. En rasyonel olan, insanlığa en faydalı olan olduğundan bir süre sonra dengeler rasyonel olana doğru değişecektir. Çünkü insan doğası çok yavaş da olsa irrasyonel olanı eliyor, kendine faydalı olanı alıyor, faydasız olanı atıyor. Bu şekilde gelişmeye devam ediyor.
İfade özgürlüğü nedeniyle tartışmalar, saldırılar, toplum huzunu bozan durumlar olabilir. Bu riskleri de kabul etmeliler eğer özgürlüğü savunuyorlarsa. - Bu arada;Yanıtla
Konuşmak ve yazmak da birer eylem olduklarından, freedom of speech ve freedom of action sanki ikisi aynı şeymiş gibi bir karmaşa çıkıyor. Aksiyon hangi domain için ortaya çıkıyor?
İletişim domaini için mi? Yoksa başka bir domain için mi?
İnsanlar düşüncelerini ifade etmek için eylem gerçekleştirmek zorundalar. Konuşmak, yazmak zorundalar. Başka türlü iletişim kuramazlar.
Ayrıca hakaretlerin birçoğu sıfatlar.
Gerizekalı, aptal, goblin suratlı vs.
Bu sıfatlar birer düşüncedir.
Bazıları ise eylem grubuna giriyor.
Birisine it herif dediğinizde, bir insan köpek olamayacağı için, iletişimi düşünce ifade etmek için değil şiddet için bir silah olarak kullanıp eyleme dökmüş oluyorsunuz.
Eğer düşünce ifadesi nedeniyle birileri intihara sürükleniyorlarsa, liseli kızlar fuhuş yapıyorlarsa yapcak bir şey yok. Bunları kabul etcez. Öyle sonuçları da oluyor ifade özgürlüğünün.
Belki yanlıştır veya eksiktir fakat böyle düşünüyorum. - "Soyut düzeyde ilke basit. Her hakkın sınırı başkasını haklarıdır."Yanıtla
Cümleyi söylemesi basit evet. Ama kasıt cümle değil ilkeyse - ki öyle - hiç basit değil maalesef. En iyi ihtimalle 'recursive' bir ilke ki karmaşıklığın daniskasına davetiye çıkarıyor. Aslına bakacak olursanız da boş bir laf. Benim haklarımın sınırı başkalarının haklarıyla belirleniyormuş. Peki başkalarının haklarının sınırı neyle belirleniyor? Onlar da başka-başkalarının haklarının sınırlarıyla belirleniyor heralde. Oldu gülüm... İçi boş yaldızlı bir laf. Sevan Bey'in matematiği niye anlayamayıp "deli saçması" dediği* anlaşılıyor biraz :)
* Ali Nesin'in 100 Güzel Kelime'ye yazdığı önsoze referans veriliyor - Adsız26 Ocak 2017 22:05Şuraya on satır yazsam beni öldürmeye çalışmayacak on adam yok dünyada.Çıkmışsınız ifade özgürlüğünden bahsediyorsunuz.Eğer Rab Teala hazretleri peygamberlerinin eliyle mucizeler zuhur ettirmeseydi kesinlikle hiçbir peygamber seslerini çıkartamadan ahirete irtihal ederlerdi.Hakikat hep susturulmaya çalışılır.Sesi çıkandan,borusunu öttürenden,ben hakikatim yahut o yoldayım diyenler duyarsan,suratlarına gönül rahatlığıyla tükürebilirsin.Yanıtla
İfade özgürlüğü, ardına kadar açık olmalı,
fakat, insanın, daha ağzını açarken,
“Bakın, ben ne çok şey biliyorum!”
der gibi konuşması ayıplanmalı;
“Bakın, ben her şeyi biliyorum
ve bildiklerimi, nasıl da müthiş,
nasıl da herkesten güzel, herkesten süslü
ifade edebiliyorum!
Çünkü ben ‘özel’im, ben başkayım,
ben sizin hepinizden akıllıyım,
hepinizden beyazım!” der gibi konuşması
yuhalanmalı, ıslıklanmalı.
Cahit Koytak
- Bir Özgürlük Şarkısı- Hakaret neden ifade ozgurlugu sayilmasin efendim? Hakaret nedir? Siniri kim cizer? Ornegin birinin cok onemsedigi bir sahsi elestireceksem, kullandigim herhangi bir olumsuz kelime hakaret olarak algilanirsa ne olacak?Yanıtla
Amerikalilarin 1st amendment'ini ornek almaliyiz; iftira, yalan ve siddete dogrudan tesvik haric hodri meydan.
Ifade ozgurlugunun yol actigi sorunlar nedir batida? Bana ifade ozgurlugunu benimsemeyen etmenler sorunun kaynagi gibi gozukuyor. - Adsız29 Ocak 2017 19:17http://bianet.org/bianet/insan-haklari/171085-universite-ve-ozgurluk-edward-said-ve-columbia-rektoruYanıtla
Monday, January 23, 2017
Rejim dersleri - 1-2-3
Demokrasinin faydası ne? “Halk iradesi”, “halkın çıkarı” gibi fantezi
fikirleri bir yana bırakırsan, çok basit, çok mütevazı, ama önemli birkaç şey.
Bir, iktidarın kan dökülmeden el değiştirmesini sağlar. İki, iktidar süresini
sınırlar. Üç, seçimler sayesinde iktidarı geniş kesimler nezdinde meşru kılar.
Monarşi
Eskiden bu işler için tercih edilen model ırsî monarşi idi. Şef
ölür, yerine evladı geçer. Şansın varsa yüz yıl, üç yüz yıl rejimin istikrarını
koruyabilirsin.
O modelin de handikapları vardı. Hükümdarın evladı olmayabilir (8. Henry
sendromu, 4. Murat sendromu). Evladı küçük olabilir, gay olabilir, ebleh
olabilir. Evlatlar birbiriyle kavga edebilir (Cem Sultan sendromu). Bir başka
enteresan ihtimal var üzerinde durulması gereken: hükümdarlık süresi çok
uzayabilir. Gerek Kanuni Süleyman, gerek 2. Abdülhamit devrinin rejim
krizlerine bir de bu açıdan bak, çok şey aydınlanacaktır. Eski kadrolar
iktidara kazık kakıp kemikleştikçe, kapıda bekleyenlerin gözünü hırs bürümüş.
Avrupa monarşileri bu dertlere çeşitli çareler aradılar. İktidarın büyük
payını parlamentoya ve başbakana emanet edip, monarkı bir denge unsuru olarak
korumayı denediler. Buna rağmen çoğu ülkede monarşi yürümedi. Çünkü monark,
Avrupa ülkelerine has bir dizi tarihi tesadüf sonucu, ırsî aristokrat
sınıfıyla fazlaca iç içe geçmişti. O sınıf çökünce monarşi de dayanağını
yitirdi.
Osmanlı’nın sonu
Avrupa öyle. Bizde neden yürümedi? Bu soruyu ikiye bölmek lazım. Osmanlı
hanedanı neden yürümedi, bu bir. Yerine neden başka hanedan değil cumhuriyet
tercih edildi, bu iki.
İlk sorunun cevabı Avrupa’dan farklıdır. Osmanlı hanedanı hiçbir
zaman ırsî bir aristokrasinin temsilcisi olmadı. Son devir Osmanlı
sadrazamlarına bak: birinin babası Eminönü’nde aktar (Âli Paşa), biri Ispartalı
eşekçi oğlu (Hüseyin Avni Paşa), ikisi kölelikten yetişme (İbrahim Edhem ve
Tunuslu Hayreddin Paşalar), biri Vefa’da kaynanasının iki katlı evinde oturur
maarif komisyonu üyesi (Sait Paşa), büyük çoğunluğu orta sınıf kökenli
memurdur. Padişahlık kurumuna karşı biriken ve 1876’dan sonra gitgide artan bir
şiddetle patlak veren tepkinin kaynağı o halde sınıfsal değil, başka şey.
Peki nedir? Fransa’dan esen rüzgârların etkisi vardır şüphesiz. Fransa son
devir Osmanlı elitinin gerçek kıblesi idi. Orada cumhuriyet 1871’de kuruldu,
burada 1876’da Mithat Paşa vakasında mırıltısı duyulmaya başladı. Tesadüf
olabilir mi?
Öbür faktör, aksini iddia etmeye kalkma lütfen, Abdülhamit rejiminin 33
yıllık (1876-1909) kara gölgesidir. Sovyetlerdeki Brejnev dönemini andıran bir
skleroz çağıdır: atalet, çürüme, köhneme kol gezer. Ardından gelen iki ihtiyar
ve ürkek kardeşi –- Reşat ve Vahidettin -– Osmanlı’nın iflah etmeyeceğine
ilişkin genel kanıyı pekiştirmiştir. Düşün ki 1918’de Vahidettin yerine mesela
2. Mahmut kalibresinde dinamik bir padişah, ya da son Abdülmecit’in oğlu Ömer
Faruk Efendi gibi genç ve karizmatik bir modern şahsiyet başa geçse sonuç aynı
olur muydu?
Neden cumhuriyet
Türk ve İslam tarihinde kadim usul, bir hanedan eskiyince yerine yenisinin
gelmesidir. İkinci sorumuz bu: 1920-23’te neden öyle olmadı?
Üç faktör sayalım.
Birincisi gene dışarıdan, bu sefer Fransa’ya ek olarak Almanya ve Rusya’dan
esen fırtınalardır. Fransa bizim yüz yıllık modelimizdi; Almanya savaşta kader
ortağımız, Rusya 1920’lerin başında tek dostumuz. Fransa kırk yıllık
cumhuriyetti; Rusya 1917’de, Almanya 18’de monarşiyi devirip cumhuriyet ilan
ettiler. Öyle olunca bizde başka türlü olması çok zordu. Oysa Britanya
gölgesindeki Mısır’a, İran’a, Irak’a, Ürdün’e bak. Oralarda yeni monarşiler
denendi. Kimi kısa sürdü, Ürdün’deki halâ yürüyor, pekalâ da sağlıklı.
İkinci faktör iç siyasi dengelerin niteliği ile ilgili olabilir. Tam emin
değilim ama, 1923’te Gazi Paşa’nın siyasi gücü henüz padişahlık ilan etmeye
yetmezdi desek çok yanılmayız sanırım. Bu demek değil ki düşünülmedi, ya da
Arnavutluk’ta başbakanken krallık ilan eden Ahmet Zogu gibi, yahut İran’da
askeri diktatörken şah olan assubay eskisi Rıza Pehlevi gibi, sonradan
olamazdı. Belki cesaret edilemedi.
Üçüncü faktör en önemlisidir. Gazi’nin evladı yoktu. Öyle anlaşılıyor ki
ilerde olabileceğine dair bir beklenti de yoktu. Evladın yoksa ırsî monarşi
neye yarar?
Türkiye’de cumhuriyet rejiminin sebepleri o halde neymiş? Bir, Avrupa’nın
bazı ülkelerindeki olayların etkisi. İki, siyasi liderin kritik dönemeçte
yeterince güçlü olmaması. Üçüncü olarak, kişisel ahvalindeki bazı sıkıntılar.
Sözünü etmeye değer başka sebep görebiliyor musun? Ben göremiyorum.
İşleyen var …
Buna karşılık Türkiye’de kurulan cumhuriyet rejimi, demokrasilerden
beklenen asgari faydayı sağlamakta yetersiz kaldı. Neydi o fayda? En başta
söylediklerimiz. O beklentileri Türkiye cumhuriyeti karşılayamadı. İktidarın
vukuatsız devrini sağlama alamadı. Süresini sınırlayamadı. Dolayısıyla
meşruiyeti sağlayamadı.
Terimlerimizi tanımlayalım. Vukuatsız:
yani silah ve kelepçe kullanmadan, ayrıca eski iktidarın adamlarını cehennemin
ta dibine kadar kovalamak zorunda kalmadan. Sınırlı:
yani beş yıl, on yıl, her ne ise, makul iktidar süresinin sonunda iktidar
sahibine törenle plaket verip alkışlar arasında evine yollamacasına. Meşru: yani eski iktidarın adamları
dahil siyasi aktörlerin kahir çoğunluğuna “e canım, sevmiyoruz mevmiyoruz ama
hakkıymış” dedirterek.
Mesela nasıl diye sorarsan, meşhur örnek ABD’dir. 228 yılda 44 defa, bir
tek istisnayla (Lincoln), makul sürede ve vukuatsız değişimi başarmışlar. Gerçi
son yıllarda oğul, kardeş, eş marifetiyle iktidar uzatma denemeleri sıklaştı;
kaygı verici bir gelişmedir.
Bir o kadar etkileyici başka örnek Almanya’dır. Yetmiş yılda sekiz başbakan
değişti, ortalaması dokuz yıl eder. Hepsi süresinin sonunda sessizce köşesine
çekildi; Adenauer ve Kohl gibi direnmeyi aklından geçireni, hafifçe kolunu
büküp gönderdiler. Hepsi büyük çoğunluk tarafından rahmet ve minnetle anılıyor.
İngiltere de fena değildir. Yetmiş yılda on dört başbakan. Gittikten sonra
geri gelmeye teşebbüs eden iki tane (Churchill ve Wilson), onlar da çok kısa
sürede tasfiye edilmiş. Almanlardan farklı olarak İngilizler eski liderleri
kuyruğuna teneke bağlayıp uğurlamayı seviyor, belki aklına yanlış fikirler
gelmesin diye.
Fransa 1958’den sonra başarılı. Mitterrand’ın 14 yıllık saltanatı can
sıkıcı olunca hemen müdahale edip limiti on yıla indirdiler. İndira Gandhi’nin
tökezlemesini saymazsan Hindistan da başarılı sayılır.
Çin apayrı bir model. Bir küsur milyar nüfusla demokrasi olmaz deyip,
iktidar devrini ve meşruiyeti kurumsal bir oligarşi içinde halletmeyi
deniyorlar. Mao’nun ölümünden bu yana başarılı görünüyor. Ama otuz küsur yıl
nedir ki? Hiç.
… işlemeyen var
Peki bizde ne oldu? Bir iki istisnayı
saymazsan, iktidar hiçbir zaman barışçı bir şekilde el değiştirmedi. Hiçbir
siyasi lider iktidarın bir süre limiti olduğuna inanmak istemedi. Dolayısıyla
hiç birinin meşruiyeti şüpheden ari olmadı. Bu anlamda Türk demokrasisi bir
fiyaskodur. Fiyaskolar dizisidir.
Sırayla bakalım.
1938 devri konusunda bir yargıya varmak
güç; iç yüzünü pek bilmiyoruz. Ama en azından Atatürk’ün, devir teslimin kansız
olmayacağına dair kuşkular beslediği anlaşılıyor.
1950, cumhuriyet tarihinin ilk ve tek
kurallı devridir. Yalnız Türkiye’de değil, bazı açılardan dünyada örnek
sayılması gereken bir vakadır. Başka kusurları ne olursa olsun, İsmet İnönü’yü
bu açıdan takdirle anmak, hatta cumhuriyet tarihinin 20. yüzyıldaki tek
başarılı lideri saymak yanlış olmaz. Devamı gelebilse bugün nerede olurduk,
düşünmeye değer.
Devamı gelmedi. Menderes’in iktidarı
bırakmaya niyeti yoktu. En azından, rakiplerine o izlenimi verdi ve o izlenimin
doğurduğu reaksiyonla karşılaştı. İnönü iktidarı kendi eliyle rakiplerine
teslim ettikten sonra geri alma hırsına mağlup oldu; yaşamının son demine dek
bunun mücadelesini verdi. 1972 CHP kurultayında, 88 yaşında, iktidar umudunu
genç Ecevit’e kaptırmamak için nasıl canhıraş bir kavga verdiğini dün gibi
hatırlarım. 1923’ten 1972’ye, kırk dokuz yıl eder.
Demirel’inki otuz altı yıl, Ecevit’inki
otuz yıldır. İlkini iki defa döve döve iktidardan attılar, hapsettiler, ömür
boyu yasakladılar. Yılmadı. 2000 yılında, 79 yaşındayken, yedi yıl daha
cumhurbaşkanı olabilmek için hangi perendeleri attığını sen de hatırlarsın.
Öbürü 2002’de çişini tutamayan bir
ihtiyarken, kendisine komplo kurabilirler diye en yakınındaki adamları yok
etmekle meşguldü.
Özal’ın ömrü vefa etmedi. Etseydi farklı
olacağına dair bir belirti göremiyorum. Üst üste iki seçimde hezimete
uğradıktan sonra kendini cumhurbaşkanı seçtiren, sonra yeni parti kurup yeniden
siyasete atılma hayali kuran bir liderden söz ediyoruz sonuçta.
Ee?
Yeni anayasa tartışmalarını biraz da bu
açıdan değerlendirmek faydalı olur kanımca.
Cumhurbaşkanına sınırsız yetki tanıyıp
iktidar süresini de fakto 15 yıla, hatta hayat boyu uzatmaya imkân veren bir
düzenlemeden ne hayır gelir, takdir etmek zor değil.
Ancak iktidarın kaynağını, limitini ve devir
teslim koşullarını net ve berrak hale getiren ciddi bir anayasa
reformuna ihtiyaç bulunduğunu da, bu işlere az çok kafa yormuş olan hiç kimse
inkâr edemez sanırım.
Kaynağını: yani seçim, yahut plebisit, her
neyse. Limitini: mesela on yıl, ama lastiksiz, eklemesiz, karısını ya da
çocuğunu yerine seçmesiz. Devir teslim koşullarını: pazarlıksız, kartelsiz,
atamasız, onaylamasız.
6 yorum:
- Adsız23 Ocak 2017 14:35Sevgili Nişanyan biraz da komplo teorilerine ilişkin yazılar yaz lütfen. Rotschild ailesi, evanjelizm, büyük ortadoğu projesi, mason locaları, tapınak şövalyeleri, arap baharı, illuminati gibi konular hakkında neler düşünüyorsunuz, fikirlerinizi merak ediyorum.Yanıtla
- Sevan beyin hemen hemen tüm kitaplarını okudum. Kendisinin görüşlerine %50 katılıyorum. O da kafası karışık bir insan sonuçta. Çok bilen çok yanılıyor bu her daim böyle olmuştur. Kendisinin yazı stilini ve entelektüel bilgisini Cemil Meriç e benzetiyorum ama Sevan bey bu kadar okumaya kör olmamış Meriç gibi. Ayrıca hapis yatması sanırım Kendi isteğiyle olmuş bir olay. Devlet ve din ile bu kadar açık şekilde uğraşan bir insanın dışarda olması zor hele çok beğenip övdüğü AKP iktidarında. Bu kadar inat olmasa belki hapis olayı başına gelmez idi ama o zamanda kendisi olmazdı. Şimdi Türkiye gibi bir yerde hem Atatürk muhalifi hem din muhalifi olan fazlaca adam Yok. Ayrıca bu cesaretinden dolayı kendisini kutlarım gerçekten cesur (bana göre pek zekice değil) bir yazar. Nişanyan Kendi çapında bir insan sivri dilli. Umarım daha fazla yatmaz ancak kendisine çek düzen vermesi şart. Bu ülkeyi değiştirmek çok zor. Fazla kendini yorma genç değilsin.Yanıtla
- Karizmatik, yeni kafalı birisi olsaydı, Atatürk rakiplerinin arasından böyle kolay sıyrılamazdı sanıyorum. Fakat sıyrılsaydı, onu da gönderirdi heralde çünkü bu Sabiha Sultan'ı istemesinden de anlıyoruz ki; bir güç isteği var. (Yanılıyorum belki)Yanıtla
Konuyu bitirdikten sonra biraz bakınıp, düşüneyim bakalım.
Ayrıca;
"Demokrasinin faydası ne? “Halk iradesi”, “halkın çıkarı” gibi fantezi fikirleri bir yana bırakırsan"
Yukarıdaki cümlene çıkış yapcaktım. aklıma chomsky'nin demokrasi eleştirisi geldi. sonra "neden antik yunan demokrasisine dönmüyoruz" diyenlerin konuşmaları geldi ki; nasıl döncen bu çağın şartlarında?
Dedim Sevan Abi doğru söylüyor heralde. İnsan fantezi olmasını istemiyor nedense... Demokrasi pırıl pırıl bir sistem diye, aklımıza kazıdıkları için mi bilmiyorum. - Ayrıca Sevan bey Atatürk cumhuriyeti ile olan bitmez eleştirisi nin karşısına bir şey inşaa etmiyor. Yani Cumhuriyet onun gözünde yanlış peki o şartlarda 1920 ve 1930 karda Mussolini kere , hitlerler çağında devrim yapmak ve bunu bir şekilde rayına oturtmak kolay mı? Devrimler kansız olmaz bu bilinen gerçektir ancak Cumhuriyet devrimi kansız denebilecek derecede az insanın öldüğü bir devrimdir. İstiklal mahkemelerinde idam edilen kaç insan var sayı 2000 üstünde değildir. Ve şunu da iddia ederim ki Cumhuriyet devrimi komünist devrinden ve Fransız devriminden daha başarılı olmuş elle tutulabilir bir devrim olmuştur. Devrimler tarihinde yeri bellidir. Bu yazdıklarımdan Kemalist olduğum çıkarılmasın ama sezarın hakkını sezara verelim. Atatürk bir diktatör idi ancak o zamanlarda diktatörlük bir yönetim biçimi olarak monarşi den sonra geliyordu. Yani bir geçiş dönemi diyebiliriz. Ben sayın nişanyan ile bu tür bir tartışmaya giremem tabii kendisi bizi kitaplar ile döver ancak Dünya'da gördüğüm gezdiğim ve okuduğum kadarı ile bu yorumu yapıyorum. Bir de kendisinden o zamanlarda alternatif bir yönetim biçimi tasvir etmesini istiyorum. Cumhuriyet yerine İstanbul hükümeti olsa daha mı sağlıklı bir ülke olurduk? Monarşi kalsa nasıl olurdu? Mustafa Kemal ve arkadaşları 1919 da tutuklansa ne olurdu? Ya da kurtuluş savaşı hiç verilmese idi. Böyle fantastik bir deneme yazısı olabilir. Kendisi ne der acaba?Yanıtla
Yanıtlar
- Aristo devrimi iki şekilde tarif etmiş. Latince Revolutio, dönüşüm.
1. Bir yapının tamamiyle diğer bir yapıya dönüşmesi.
2. Mevcut yapının güncellenmesi.
Atatürk devrimleri diye sunulan aksiyonların birçoğunda bir yapının diğer bir yapıya dönüşmesi durumu yok; İkincisi var. Mevcut yapıdaki modifikasyonlar.
Atatürk devrimleri diye adlandırılan aksiyonlar içinde bana göre sadece saltanatın kaldırılıp, ulus devletin kurulması Aristo'nun 1. seçeneğine uyuyor.
Fakat sanki bütün aksiyonlar birinci seçeneğe uyuyormuş gibi bir yanlış düşünce var.
Ulus devlet yapısı da ülkemizde sorunlu. Katılsak da katılmasak da açık bir şekilde olan olaylardan ülkemizde ulus devlet modelinin diğer gelişmiş ulus devletler gibi halkın tamamı tarafından kabul görmediğini gözlemliyoruz.
Ayrıca; Atatürk devrimlerinin devrimler tarihinde yeri bellidir şeklinde cümle kullanmışsınız. Şahsi olarak öyle bir şey gözlemlemedim. Genç Türkler, dünyada “devrim” anlamında daha çok öne çıkıyor.
Çünkü devrimin günümüzde kullanılan anlamıyla mevcut yapıya baş kaldırılarak değiştirme isteği Atatürk’ten ziyade Genç Türkler’de var. - Yanlış Cumhuriyet'i okursanız bu soruları - milyonuncu kez - sormaya gerek kalmaz.
29 yorum:
- Adsız24 Ocak 2017 15:00Üstad sağolasın yahu,Harvard ve New Yorker'ın yerel bayisi olarak bize çok büyük hizmet sağlıyorsun.Ben de neden cahiller iktidar oluyor diye arıyordum siz açıkladınız.Ancak yine de şunu anlayamadım:Toplum birbirinden çok farklı sınıflar ve gruplardan oluşurken neden hepsinin oyu aynı değere sahip? Yani Harvard'daki hukuk profesörü ile profesör çıktıktan sonra yerleri paspaslayan yeni vatandaş olmuş Meksika kökenli Gomez kardeşimiz neden aynı güçte oy kullanabiliyor.Neden çiftçilerin oyu 3 puan memurların oyu 2 puan banka CEO'su 10 puan değerinde oya sahip değil üstad.Saygılar...Yanıtla
- Adsız24 Ocak 2017 18:05Sayın üstad,demokrasiyi anladık da devlet neden var? Avcı toplayıcılarda yok böyle bir kurum.Liberallerin dediği gibi sadece güvenliği sağlamak mıdır devletin görevi yoksa Marxistlerin dediği gibi ekonomik düzenin sonucu olarak mı ortaya çıkıyor,yani başımızda silahlı bir otorite olmazsa birileri akşama kadar masada ara sıra yazı yazarken diğerleri akşama kadar madenlerde,tarlada,inşaatlarda çalışmayı kabul etsin diye mi var lütfen bizi aydınlat sayın üstad sonuçta sen Amerika görmüş New Haven görmüş birisin.Yanıtla
- Adsız24 Ocak 2017 21:3515:00'da ve 18:05'te yorum yazan arkadaşlara hayran kaldım.Bende uzun müddet yazdım.Sonra sildim.Kehf 93'e laf anlatılmaz.Adamlar dünyada eşi benzeri görülmemiş bir zulm ile zulmettiler bize.Birileri halen neden demokrasi diyebiliyor.Sen şu zulümlerden bahset hele.İster şapka takarım ister sarık de.Dilediğim dili konuşurum,değiştirmek sana düşmez de.Hilafeti de saltanatı da demokratik çoğunluğa sahip halk mı kaldırdı yoksa faşist bir yönetim mi de..Desene !!!Yanıtla
Yanıtlar
- Adsız25 Ocak 2017 18:46Haklısın. Görülmemiş bir zulüm(!) gördüğümüz için de imam hatip mezunu nevrotik bir adamı başkan seçmek zorundayız.
- Çinde democratic centralism olarak adlandırılan, bir üçgen gibi tabandan tepeye doğru aşamalı şekilde seçim yapılan bir sistem var. 18 yaşını geçen herkes oy kullanıyor. Her bölge bir üst meclise seçtikleri temsilcilerini gönderiyorlar. Sonra o temsilciler kendi aralarında yaptıkları seçimle kendi temsilcilerini ulusal meclise gönderiyorlar. Ulusal meclis başkanı seçiyor. Sisteme göre liberal birisi tabandan tepeye gelip Çin'de başkan olabilir mi? Olabilir. Fakat Çin Komünist Partisinin adamı değilsen sistem, real durumla örtüşmüyor. Günümüzde Türkiye'de AK partinin adamı değilsen, devlet teşvik ve kredilerini alamaman gibi bir durum var. Yasaya göre her vatandaş, koşulları yerine getirdiğinde devlete başvurup teşvik alabilmesi lazım aslında.Yanıtla
21:35'teki yorum yapan Adsız kişi. Azcık sakin olun yahu. Ananem de babamı sevmezdi. Çocukluğumda "Git babana karaktersiz de", "Elleri kırılasıca de", "Kahrolasıca de" diye bağırıp dururdu. O geldi aklıma. Gidin kendiniz deyin yani. Ne Sevan Abiyi kullanıyonuz.
Yanıtlar
- Keşke günde 10 post yazsa. Türkiye'de okucak insan bulamadığımızdan ya İngilizce okuyoruz ya da Sevan Nişanyan'ın bloğuna bakıp bakıp duruyoruz.
- Nişanyan adına konuşmak bana düşmez.Lâkin,kinayeli dil kullandığınıza göre bir bildiğiniz var demek ki.Cevabı da siz yazsaydınız aydınlanırdık.
- Büyük oyun bozucular buraya da sicramis. Ulan Sevan Nisanyan hesap kitap yapacak adam olsa su an hapiste mi olurdu? Hodri Meydan Kulesine gidiniz, hesapsiz kitapsiz baskaldirinin abidesini görünüz.
- @for_auir he canım he, büyük oyun bozucu sıçramış. burası üç tarafı dağlarla çevrili korunaklı bir mevki oysa, nasıl sıçradılarsa.
bir senede 9 post atan biri bir ayda 30 post atarsa zihni melekelerini yitirmemiş biri sorar "hayırdır?" diye. sen anlamazsın. hesap kitap yapanlardan hapse düşen de çok olur ayrıca. hesabın yanlış çıkması deniyor ona da. - Ulu reis asiklari facebook sayfasinda büyük resim görsen de surda adam gibi okusak Nisanyan'i. Uzun zamandir yazmiyordu, tadini cikarsak. Illa salca olacaksin degil mi gerzek gerzek fikirlerinle.
- Bu blogda yorum yazan insanlar birbirine hakaret etmez genelde bilmem dikkat ettin mi?
Muhatabına "gerzek fikirler" izafe etmek bir argüman değildir, argüman geliştirme konusunda aciz olduğunun ilanıdır.
Reis'e bir sana iki bu arada, o kadar salaksın ki...
Benim sıçtığım bok senden daha zeki. - Rıza Ertuğrul, lütfen başka yorum yazmayınız, yayınlanmayacaktır.
- Bir küçük ekleme: ABD'deki ikinci bir istisna 1933-45 arası FDR. 4 seçim kazanmış üst üste. Ondan hemen sonra zaten 2 dönem kuralını getirmişler.Yanıtla
- 90 yıllık zaman dilimi az olmasa da, diğer ülkelerle karşılaştırıldığında "daha zaman var" denecek gibi. Bizde er geç benzer duruma geleceğiz.Buna, galiba 'gelişmişlik' diyorlar...Yanıtla
Yanıtlar
- Hayır, sosyolojiyle alakası yok bence. Oyun kurallarıyla, yani anayasayla alakalı.
- Sosyoloji ne işe yarıyor peki? Oyunun kurallarına "uzaylılar mı" uyacak? Toplum oyunun kurallarını idrak edecek bilince sahip değilse ne olacak? Oyunun kurallarına uyulmadığında ne olacak? Üstelik hoş benim kriterlerime göre dünyada demokratik tek bir rejim yok. Hepsi "demokrasi tiyatrosu". Şirketlerin ve para babalarının olduğu yerde demokrasi falan olamaz. Bizzat şirket denen şeyin işleyişi anti-demokratiktir. Şirketlerin kışlalardan farkı yok. Ama genede şunu belirtmem lazım malum "liberal demokrasi tiyatrosunun" anavatanlarında İngiltere'de anayasa yok. Ama eminin bu yorumu yayımlamazsın. Çok demokratsın ya. Senin söylediklerini çürütenleri sansürleyerek demokratlığını sergilersin...
- Adsız25 Ocak 2017 18:23Beklemeyecek derecede yüzeysel bir yaklaşım olmuş ne yazık ki. Avrupa'nın Osmanlı devleti ile kurduğu siyasi ve iktisadi ilişkileri, Avrupa ülkeleri arasındaki rekabeti, ülkenin içinde teba olarak bulunan Hıristiyan nüfusun zamanla güçlenerek komprador bir burjuva haline gelişini, yönetim ve iktisadi hayat üzerindeki etkilerini, doğuda Kürtlerin baskısını/tehdidini göz ardı ederek, tüm bu çeşitliliği bir arada tutmak için meclis gibi bir mutabakat/ikna platformunun gerekli olduğunu göz ardı ederek, saltanat değil de Cumhuriyette karar kılınmasını Kemal'in çocuğu olmamasına bağlamak o kadar rövanşist bir yaklaşım ki, içinde bulunduğunuz durumdan kaynaklanan duygusallığınıza bağlıyorum.Yanıtla
Bu yaklaşımla ikinci meşrutiyeti nasıl açıklarsınız?
Yanıtlar
- "Duygusal" dediğiniz görüşü ilk kez 1994'te yazdığım, 2008'de yayınladığım Yanlış Cumhuriyet'te dile getirmiştim.
- Pardon ama burda Atatürk'ün aklına hakaret ediliyor. Cumhuriyet ilanının nedenleri nasıl da eften püften sebeblere bağlanabilir. Atatürk çok araştırdı ayrıca Rusya'dan da teklif geldi komünist olun diye. Biliyorsunuz kurtuluş savaşında bize tek yardım eden Rusya idi. Atatürk kabul etmedi. İsviçre anayasasını temel alarak Türkiye'ye uygun bir anayasa hazırladı. Ekonomi politikası da tamamen Türkiye'ye özgüdür. ...Yanıtla
Yanıtlar
- Owww, ortaokul tarih kitabı da geldiğine göre artık dağılabiliriz.
Sevan Bey de artık bu blogu kapatabilir. Ortaokul tarih kitabında yazıyor zaten ne lazımsa, değil mi?
Bir alıntıyla bitirelim:
"Bunlar zaten kitapta yazıyor" (Anonim) - "İsviçre anayasasını temel alarak"? "Rusya'dan teklif geldi komünist olun diye"? "Ekonomi politikası tamamen Türkiye'ye özgüydü"?? Fantastik edebiyatı deneseniz Fatoş hanım?
- Adsız26 Ocak 2017 19:30"[M]eşhur örnek ABD’dir. 228 yılda 44 defa, bir tek istisnayla (Lincoln), makul sürede ve vukuatsız değişimi başarmışlar."Yanıtla
Bu, 2 Temmuz 1881'de katledilen Başkan James Garfield ve 6 Eylül 1901'de katledilen Başkan William McKinley sayılmazsa doğrudur. Hadi JFK'yi Cumhuriyetten sonra olduğu için hesaba katmayalım.
Yanıtlar
- Özensizce ifade etmişim. Kastedilen şey 1) süre aşımının önlenmesi, 2) meşruluğa dair konsensusun sağlanması.
- Bu durumda Fransız devrimi'ni yapanların hepsi kısırdı. :)Yanıtla
Üstelik kendinle çelişiyorsun.
Senin iddialarınla cevap vereceğim :
Hem atatürk astığı astık kestiği kestik "bir diktatördü".
Ülkede "ezici çoğunluk olan dindarları" bile ezebilecek kudrete sahip atatürk'ün padişah olmaya "gücü yetmiyordu" :)
"Anti-kemalizm" bir ideoloji değildir.
Maalesef Türkiye'de resmi tarihi eleştirenler gerçekliğe resmi tarihçilerden daha "saygısız".
- İyide bahseettiğin ülkelerin hepsinde kişiler değişsede "iktidar" aslında hiç değişmiyorki.
Bir avuç para babası yönetiyor bahsettiğin ülkeleri.
Ne demokrasisi?
ABD'de demokrasi olsa %1 bütün servete sahip olabilir miydi?
Olamazdı.
TC ile aralarındaki fark "makyajdan" ibaret.
Üstelik Hindistan hariç hepsi hırsız / talancı / yağmacı / katliamcı cumhuriyetler.
Dünyanın geri kalanından çaldıklarıyla inşa ettikleri refah toplumları üstüne yapılan "makyaja" demokrasi denemez.
O makyajda akıyor zaten. 22 yorum:
- Azerbaycan'a çevirmezler ülkeyi umarım. Aliyev gibi bıyıklı bir adam, yıllarca gitmicek ülkenin başından. Akp de "biz koltuk meraklısı değiliz, 2 dönem sonra bırakıcaz" şeklinde sözler ediyordu. Yahu insan başka şeylerle uğraşmak istemez mi? Bırakayım siyaseti, bir tekne alayım, golfe gideyim. Bunların belki başka hayatı yok diye, deri koltuk olmadan yaşayamıyorlar. Kanadalı Justin Trudeau boksör, Obama Golf meraklısı, Putin balık ve av meraklısı. Bizdekilerin başka hayatı yok ki; Ancak bıyık bırakıp, göbek yapmak. Yahu bırak git azcık da başka hayatlar yaşa.Yanıtla
Yanıtlar
- Adsız26 Ocak 2017 11:37"Bunların belki başka hayatı yok diye, deri koltuk olmadan yaşayamıyorlar."
Harika tespit :)
- Türk Siyasal Hayatı bu kadar güzel özetlenemezdi.Nişanyan, görüşlerine katılın veya katılmayın Türkiye'nin sayılı aydınlarından biridir.Yanıtla
Yanıtlar
- kesinlikle. siysetten anlamadığım halde merakla okuyup anlayabiliyorum.
- Adsız29 Ocak 2017 23:46O yüzden görüşlerine katılmadığım halde takip ediyorum zaten.
- Adsız25 Ocak 2017 12:39Koltuğu bırakamama olgusu ülkemizin muhalefet liderlerinde de var. Veya daha doğrusu ülke siyasetinin tabiatında var.Yanıtla
Bkz; Baykal, Bahçeli, ve galiba o yolda ilerlediği izlenimi veren Kılıçdaroğlu. Veya yazıda belirttiğiniz gibi "iktidarı kendi eliyle rakiplerine teslim ettikten sonra geri alma hırsına mağlup ol"an ve "iktidar umudunu genç Ecevit’e kaptırmamak için nasıl canhıraş bir kavga ver"en İnönü.
Aşağıdaki yazınızda da dikkat çekmişsiniz;
"Kırk yıllık İnönü saltanatı, 36 yıllık Demirel saltanatı, yirmi küsur yıllık Bahçeli saltanatı gibi vakalara başkanlık rejimlerinde rastlanmaz."
İlm-i Siyaset Sohbetleri - 3
Başkanlığın Faydaları - Adsız25 Ocak 2017 13:08Peki, Ahmet Necdet Sezer'in bir istisna olmasının nedeni ne olabilir?Yanıtla
Onun döneminde ülkede etkin olan asker/sivil bürokrasi ve Kemalist/milliyetçi muhalefetin bir lidere ihtiyaç duymaması olabilir mi?
Yanıtlar
- Sezer'in bürokrasinin lideri değil temsilcisi olması olabilir belki.
- Ahmet Nejdet Sezer siyasi bir figür değildi. Siyasetçi hiç değildi. Cumhurbaşkanı kim olacak diye merakla beklerken parti liderleri aralarında belirlemişler.
Kendisi de ona biçilen kaftanı giymekte beis görmedi.
Bir daha aday olabilmesi de mümkün değildi. Onu elinden tutup getiren Ecevit'in kalbini fena kırmıştı. - Adsız26 Ocak 2017 23:04Yani bürokrasinin (atanmışların) bir liderliğe ihtiyaçları yokken siyasetçilerin (seçilmişlerin) var, bu koltuk sevdası da bundan kaynaklanıyor diyebilir miyiz? Koltuğu bırakmak onlar için kaybetmekle eş anlamlı, ama sistemin bir parçası olan maaşlı bürokratların böyle bir kaygısı yok.
- Burası ortadoğu bunu unutmamak gerek. Bu tür demokrasi hiç olmamasından iyidir. İnsanlar demokratik bir ülkede yaşıyorum diye düşünür ve halkın gazı alınır. Bu yazıda anlatılmak istenen "yav durun daha Bu adam 13 yıldır iktidarda bir 30 yılı görsün "demek istemiş. Ancak Türk siyasi tarihinin en başarılı ismi açık ara Erdoğan bunu kabul edin. Hayatta kaldığı sürece her seçimi kazanır çünkü muhalefet edecek kimae yok. Sağı sol yıkamaz hele ılımlı İslam a dönmüş bir sistem de ancak sosyalist Müslümanlar diye bir parti solu yukseltir. Yani CHP nin günleri sayılidır. Nisan ayinda evet çıkarsa CHP tarihe karışır. Bunu not edin.Yanıtla
- Adsız25 Ocak 2017 18:23Bu yazıların ne tarih ne dil ne din ve ne de biraz siyasetle uzaktan yakından alakası yok.Aydın karanlığı aydınlatandır.Bu yazılarda karanlığın dip köşelerine bir yolculuk söz konusu.İktidar da olma süresi neden kısıtlanmalıdır sorusu var lakin cevap yok.Ki cevap verilse dahi bu cevabın mutlak doğru denilebilir bir dayanağı yok.İbtilahi rasihinin saçmalıkları bir dairedir ve hakikat bu dairenin dışındadır.Bu daireden çıkma ihtimalin yok Sevgili Nişanyan.Maalesef acı gerçek budur.Yanıtla
- TR o ceylan derisi koltuklarda saplanmali bir mekanizma var zaar...Yanıtla
koltuga oturanin gotune saplaniyor ve ayrilmiyor daha o "got"ten....
Yani sorun siyasi gotlerde degil, koltuklar arizali bizde, bir de payandalar... - Adsız26 Ocak 2017 01:05Sevgili üstad,Konya'da sığır çobanıyım,şunu merak ettim:Bürokratik rejim neden 2007-2010 arasında göçtü,militarist cumhuriyet yıkıldı? Yani neden 1970 veya 2040 değil.Neden islamcılar kazandı, TSK duman oldu asıl konu bu değil mi üstad?Yanıtla
Yanıtlar
- Ragıb Cüneyd27 Ocak 2017 17:55Nişanyan'ın 15 ekim 2014'teki makalesini oku, orada tam senin sorduğunu anlatmış.
- Atatürk ile olan tespitlere genelde katılmasam da diğerlerine amenna! Çok doğru ve zihin açıcı...Yanıtla
- Adsız27 Ocak 2017 01:48Erdoğan'ın da bir keresinde söylediği gibi "ayaklar baş olamaz". Hoşumuza gitse de gitmese de halkı yönetecek bir "baş" lazımdır.Yanıtla
"Halkın hakimiyeti" diye bir şey olamaz. Halkın sistem içindeki yeri belli; okumak, sonra mezun olup çalışmak, sonra çalıştığından kazandığını alışverişte, tatilde vb. harcamak, arada da sandığa gidip çoğunluğun belirleyeceği liderin seçilmesi için oyunu kullanmak.
Bu sistemden memnun değil misin? O zaman bırak şu anki işini gücünü, gir siyasete, çoğunluğun desteğini almaya çalış. Çoğunluk senden yana değilse darbe veya devrim yap. Bu da olmuyorsa çoğunluk olduğun bölgende kendini yönetmek için özerklik veya yerel yönetim talep et. Hakikaten, bu CHP seçmeni HDP'yi "bölücülük"le suçlayacağına neden aynısını kendisi için istemiyor? Sonra da seçmen çoğunluğundan şikayet ediyor? - Ragıb Cüneyd27 Ocak 2017 17:08Sayın Nişanyan'ın, Ekim 2014'te gene bu blogda, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu üzerine yazdığı birkaç makale var, onları da okuyun. Burada yazdıklarının biraz daha detaylısı. O zaman ne demek istediğini daha iyi idrak edersiniz.Yanıtla
- Adsız28 Ocak 2017 00:44Sevgili Nişanyana sonsuz Merhabalar olsun, Tespitler gayet yerinde, tarihsel olarak anlam bulmuş,genel olarak bakarsak, (dacik) toplumunun Demokrasi kültürü maalesef hiç olmadı vede hiç bir dönemde gelişim bile gösteremedi, bunca emeğe zorlamalara rağmen, Sonuçta karşımızda Aydınlanma çağını yaşamamışYanıtla
Doğu şarkiyatçılığının en dipsel noktasında doğumunu ve varoluşunu gerçekleştirmiş, Tarih sahnesine ilk ortaya çıktıkları 600 yıl boyunca Dinsel ve rejimsel olarak bir bütün Mutlak monarşi ile yönetilmiş bir toplum dan bahsediyoruz, ayrıca Osmanlının yıkılması sonrası ikinci safha'da ise Cumhuriyet dönemi tek adamlar Monarşisine geçişi görüyoruz.ve geldik 1950 yıllar! Tarihlerinin ilk Demokratik halka dayalı seçimi ve seçilen turk lider Menderesin idam edilip askeri vesayet döneminin başlaması ardından 1980 darbesi ve yine bir askeri vesayet yönetimi ve sonrası çalkantılı yıllar ve ardı ardına sonrası 28 şubat 1997 Post-modern bir askeri vesayet darbesi ve takip eden 5 yıl sonunda toplam 15 yıl ve daha fazlası muhtemel sürecek olan tek lider rejimi Recep Tayyip Erdoğan dönemi. "Çürük tahta çivi tutmaz" Saygılar - Adsız2 Şubat 2017 12:02Referandumdan evet çıksın da şu statükocu Kemalist kafalar bir darbe daha alsın.Yanıtla
Ötekiler yeni bir statüko kurmaya çalışan daha da eski kafalar olduğundan 21. yüzyılın giderek bütünleşen dünyasında zaten fazla bir güçleri olamaz. Uluslararası toplum bir yana ülke içinde bile devamlı tepkiyle karşılaşmaları kaçınılmaz. Gezi'den bu yana iktidarlarını sarsan girişimleri bir düşünün. Kendi içlerindeki çatlaklar da cabası.
Gün Zileli'nin bir yazısındaki (AKP’nin İki Kurtarıcısı: PKK ve MHP) şu tespit önemli bence:
"AKP diktatörlüğü, iktidarını konsolide edebilmek için, Gezi’den bu yana adeta bir kültürel savaş başlatarak, tamamen İslamcı-muhafazakâr kalelere çekilip kendini oralara hapsetmiş, dolayısıyla toplumun canlı kültürel dokusuyla arasına kalın duvarlar örmüştür. Muhafazakâr alt katmanlar kalabalık olabilir ama kültürel gerilikleri nedeniyle toplumun esas canlı dokusundan kopukturlar ve canlı dokudan kopan siyasi güçler önünde sonunda toplumun yönlendirici gücü olma şanslarını kaybederler.
Dolayısıyla AKP diktatörlüğüne çok uzun bir ömür biçmediğimi belirtmeliyim." - İnönü koltuğu bırakmış görünse de 80 sene kemalizm bırakmamıştır.Yanıtla
Akp 15 senedir iktidar gözükse de halen ekol oluşturamamıştır. - Adsız5 Şubat 2017 01:50Recep Tayyip Erdoğan iktidarının gayrı meşrulaşması neredeyse AKP’nin iktidara geldiği tarihte başlamıştır. Deyim yerindeyse, “sarı öküz” başlangıçta feda edilmiştir.Yanıtla
“Sarı öküz”, 2002 seçimlerinden sonra AKP ve CHP’den oluşan meclisin “iki lideri”, Recep Tayyip Erdoğan ile Deniz Baykal’ın Boğaz’daki “balıkçı lokantası”nda vardıkları “mutabakat”la verilmiştir. Ve bu “mutabakat”, mevcut anayasanın fiilen çiğnenmesini ve “hülle” yoluyla aşılmasını sağladı. Böylece seçim yasası hükümleri nedeniyle milletvekili olamayan ve milletvekili olamadığı için başbakan olması olanaksız olan Recep Tayyip Erdoğan’ın Siirt’ten milletvekili seçilmesinin yolu açıldı. “Anayasayı bir kez çiğnemekten bir şey olmaz” olduğu böylece görüldü.
İkinci büyük gayrı-meşrulaşma adımı, 2007 yılında yapılan ve cumhurbaşkanının “halk tarafından” seçilmesi hükmünü getiren anayasa değişikliğiyle atıldı. Anayasa değişikliği meclis tarafından kabul edilmiş ve 21 Ekim 2007’de referanduma gidilmesi kararı alınmış olmasına rağmen, Abdullah Gül, “eski anayasa hükmü” uyarınca, 28 Ağustos 2007’de meclis tarafından cumhurbaşkanı seçilmiştir.
Buna rağmen, tümüyle “kadük” olması gereken değişiklik için referanduma gidilmiş ve “halkın” %68,95’inin “evet” oyuyla kabul edilmiştir.
Bu iki büyük gayrı-meşrulaşma adımı karşısında Deniz Baykal’lı CHP ve onun yörüngesinde hareket eden toplumsal muhalefet ve sol tam bir aymazlık içinde atılan adımları “demokratik gelişme” olarak değerlendirme gafletine düşmüştür.
Böylece mevcut anayasanın ve yasaların fiili davranışlarla aşılabileceğini gören Recep Tayyip Erdoğan (ve elbette onunla birlikte mehteran takımı), fiili durumu Mart 2008’deki “Ergenekon operasyonu”yla bir adım öteye taşımıştır. Çok açıktı ki, “Ergenekon operasyonu”, Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından açılan AKP’nin kapatılması davasına karşı fiili bir tutumdu. Ama “medya”daki neo-liberallerin yaygarası ve “Ergenekon operasyonu”nun gözdağı içinde bu fiili durum da toplumsal muhalefet tarafından “algı”lanmadı.
Üçüncü büyük gayrı-meşrulaşma adımı 2010 anayasa değişikliğiyle atıldı. Özellikle HSYK’ya ilişkin yapılan değişikliklerle Recep Tayyip Erdoğan iktidarı fiili durumlara ilişkin “kanuni” bir temel oluşturmuştur.
Yazımızın başlangıcında belirttiğimiz gibi, dördüncü büyük gayrı-meşrulaşma adımı 17-25 Aralık sürecinde ortaya çıkmıştır. “Paralel devlet yapılanması”nın, bugünkü namıyla FETÖ’nün 2010 anayasa değişikliğiyle sağlanan “kanunilik” içinde yürüttüğü “yolsuzluk operasyonu”, İçişleri Bakanı Efkan Ala üzerinden yapılan ve polise mahkeme kararlarına uyulmaması direktifi veren fiili müdahale ile yok hükmünde sayılmıştır.
Buraya kadar Recep Tayyip Erdoğan’ın “icranın başı” olarak başbakanlık düzeyinde fiili ve gayrı-meşru durum ortaya çıkmıştır. Ama en önemli gelişme, Recep Tayyip Erdoğan’ın 10 Ağustos 2014 tarihinde cumhurbaşkanı seçilmesiyle olmuştur.
Cumhurbaşkanı seçilen Recep Tayyip Erdoğan, seçilir seçilmez yetkilerini fiilen oluşturmaya başlamıştır. Hemen herkesin kabul ettiği gibi, cumhurbaşkanı olarak Recep Tayyip Erdoğan anayasada varolmayan yetkileri fiilen kullanmaya başlamıştır. Ve Türkiye Cumhuriyeti devletinde hiçbir güç bu fiili yetki gaspına karşı çıkmamış ve çıkamamıştır.
15 Temmuz sonrasında OHAL’le birlikte Recep Tayyip Erdoğan’ın gayrı-meşru fiili iktidarı tam anlamıyla pervasızlaşmıştır. Sulh ceza hakimleri aracılığıyla her türlü muhalefet unsuru gözaltına alınmış ve tutuklanmıştır. İşkence, alenileştirilmiş ve yalın bir “ceza biçimi” haline dönüştürülmüştür.
Gayrı-Meşru Bir İktidarı “Meşrulaştırmak” - KURTULUŞ CEPHESİ – Ocak-Şubat 2017
http://kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc154_1.html
Subscribe to:
Posts (Atom)
R. Strauss'un ikinci dunya savasi akabinde besteledigi Metamorfoz'u denemelisiniz. Tukenmisligin seslere essiz bir yansimasidir.
Elisabeth Schwarzkopf, 91 yılından hatırladığımız general Norman Schwarzkopf'un(nam-ı diğer "çöl ayısı") halasıydı. Zaten Norman Schwarzkopf'un simasına dikkat edersen, halasına benzediğini farkedersin.