İki örnek verelim.
İlki Kırşehir’deki türbesi halen ziyaret edilen sufi şair ve şeyh Gülşehri'nin Mantıku't-Tayr çevirisi. Gülşehri Feridüddin Attar’ın Farsça klasiğini H 717 (M 1317)’de Türkçeye çevirmiştir. Türkiye Türkçesinin kesinlikle tarihlendirilebilen ilk eseri kanımca budur. [Eleştirel edisyonu: Aziz Merhan, Die 'Vogelgespräche' Gülşehrīs und die Anfänge der türkischen Literatur, Göttingen 2003]
Eserde belirttiğine göre Gülşehri namlı bir tarikat önderi ve tekke sahibidir, çok müridi vardır, evinde her gece “sema” (dinleti? raks?) düzenlenmektedir. H 701 (M 1301) tarihinde Farsça Felekname’yi yazmıştır. Bununla – kendi ifadesine göre – çok ün kazanmış, şairlikte Farsçanın büyük ismi Şirazlı Sa’di ile kıyaslanmıştır. Farsçada başarısını kanıtladıktan sonra şimdi Türk diliyle söylemeye karar verir. Farsçasından geri kalmayan bir başarıya ulaşmayı ümit eder. Bütün ilim ıstılahını (ilmi/tasavvufi terminolojiyi) Türkçede kullanmak suretiyle o güne kadar benzeri görülmemiş bir ustalık sergiler:
Çün Falaknāme düzetdük şāh-vār
Pārisīce taḫt u tācı zar-nigār
Türk dilince daḫı tāzīden latīf
Mantıku’t-Tayr eyledük aŋa harīf
Ben bu türkī defterin çün dürmeyem
Parısīsiy-ile değşürmeyem
Kimse böyle tatlu söz söylemedi
Kimse bundan yéğ kitāb eylemedi
Pārisīce taḫt u tācı zar-nigār
Türk dilince daḫı tāzīden latīf
Mantıku’t-Tayr eyledük aŋa harīf
Ben bu türkī defterin çün dürmeyem
Parısīsiy-ile değşürmeyem
Kimse böyle tatlu söz söylemedi
Kimse bundan yéğ kitāb eylemedi
Burada çarpıcı olan husus, yerel üne sahip Kırşehirli bir tarikat önderinin Farsça eser yazması ve bu eserle popüler olmasıdır. Emperyal Osmanlı’nın aksine, 14. yy Kırşehir’i mütevazı bir şehir devletidir. Egzotik dillere meraklı bir saray çevresinin bulunması ihtimali yoktur, ve eser zaten böyle bir çevreye hitap etmemektedir. Şair müritleri olan ve her gece evinde toplantılar düzenleyen, dolayısıyla siyasi etkinliğe sahip biridir. Bundan, 14. yy ilk yıllarında Kırşehir ahalisinin – en azından ikinci dil olarak – Farsça bildiği, Farsça popüler şiire rağbet ettiği, ve – en azından – dini ve edebi sohbette Farsçayı tercih ettiği sonucunu çıkarıyoruz.
Şairin 1317’de, ilerleyen yaşına rağmen Türkçe yazmaya girişmesi kişisel bir hevesin veya geç uyanan bir milli duygunun ürünü olabilir mi? Zayıf olasılıktır. Tekil bir vaka olsa belki olabilirdi. Ancak tam olarak aynı yıllarda, Kütahya ve Tire’den Tebriz’e, Kahire’den Musul’a, Volga boyundan Semerkand’a kadar uzanan bir coğrafyada çok sayıda yazar ve şairin aynı hevese kapılmış ve çok kısa sürede şaşılacak sayıda Türkçe eser üretmiş olmaları, olayda kişisel tercih veya tesadüften başka toplumsal veya siyasi faktörlerin de etkili olabileceğini düşündürür.
Codex Cumanicus
İkinci örnek, bugünkü Ukrayna’da yaşayan Kuman Türklerinin dili hakkında 1303 yılında isimsiz bir İtalyanın yazdığı el kitabıdır. Tek nüshası eskiden Venedik’te (halen Vatikan Kütüphanesinde?) bulunan eseri Macar Türkologu Géza Kun Codex Cumanicus adıyla yayınlamıştır. [Comes Géza Kun, Codex Cumanicus Bibliothecae ad Templum Divi Marci Venetiarum, Budapest 1880.]
Kitabı kaleme alan kişinin dil konularına vakıf ciddi bir araştırmacı olduğu ve muhtemelen siyasi bir misyonla Kuman ülkesinde bulunduğu anlaşılmaktadır. İmlası son derece özenli, kelime seçimleri akılcıdır. Eserini Kuman ülkesiyle ilgilenecek Avrupalı tüccar ve resmi görevlilere yardımcı olmak amacıyla yazmıştır.
Kitabı kaleme alan kişinin dil konularına vakıf ciddi bir araştırmacı olduğu ve muhtemelen siyasi bir misyonla Kuman ülkesinde bulunduğu anlaşılmaktadır. İmlası son derece özenli, kelime seçimleri akılcıdır. Eserini Kuman ülkesiyle ilgilenecek Avrupalı tüccar ve resmi görevlilere yardımcı olmak amacıyla yazmıştır.
Kun edisyonunda metnin 235 sayfa tutan ana gövdesi, konulara göre ayrılmış kelime listelerinden ibarettir. Açıklama kolonu yer yer Latince ile karışık sevimli bir Ortaçağ İtalyancasıyla verilmiş, karşılığında Farsça ve Türkçe eşdeğerler gösterilmiştir. Farsça ve Türkçe fiil çekimlerine ilişkin bir bölüm, Türkçe atasözleri listesi ve bir dizi Katolik duasının Türkçe çevirileri eklenmiştir. Metnin sonunda, muhtemelen Kuzey Avrupalı bir tüccar olan ve fazla eğitimli olmadığı anlaşılan biri eliyle ilave edilmiş Türkçe-Almanca kelime ve deyimler listesi vardır.
Kuman Türklerinin diline ilişkin bir kitapta neden Farsçaya yer verdiğine ilişkin yazar bir açıklama yapmamıştır. Çıkarabileceğimiz en makul sonuç, Karadeniz’in kuzeyindeki Don havzasında yaşayan Kuman Türklerinin 14. yy’ın ilk yıllarında Türkçe ve Farsça iki dilli oldukları, ya da en azından Kuman ülkesinde Fars dilinin bir misyoner-seyyahı ya da ticaret adamını ilgilendirecek denli yaygın kullanımda olduğudur.
Codex Cumanicus’un aktardığı leksikal malzeme üzerinde şu gözlemleri yapabiliyoruz:
1. Türkçe ve Farsça söz hazinesi yüzde yirmiyi bulan bir oranda ortaktır. Bu ortaklıkta, her iki dilde kullanılan Arapça kökenli kelimeler (maymun, layık, ikrar, nakş, nokta, sarraf, ḫaber, hüküm, nimet, attar…) ve Türkçeleşmiş sayılan çok sayıda Farsça kelime (cömard, çarsu, çuwaldus, ḫoros, incir, cigar [ciğer], marwimak [mercimek], rawand, şaftalu, şişa, brinç, bazar…) belirleyici roldedir. Yanısıra daha az sayıda olmak üzere Farsçada kullanılan Türkçe kaynaklı kelimeler de vardır (çerçi, ordu, göbek…).
2. Çok sayıda örnekte ‘Türkçe’ olarak verilen sözcük aslında Farsça kaynaklıdır. ‘Farsça’ başlığı altında ya bir başka Farsça deyim (Fa: hemtā = Tr: çift; Fa: ḫişt = Tr: çirkin; Fa: gulinar = Tr: kiras; Fa: mūm = Tr: çirak) ya da bir Arapça alıntı (Fa: sanaat = Tr: pīşe; Fa: sahrā = Tr: meydān; Fa: haywān = Tr: cānāvar) gösterilmiştir.
3. Bazı Farsça kelimelere karşılık olarak ‘arı Türkçe’ karşılıklar gösterilmiştir: Fa: osta = Tr bilişman; Fa: nardouan (nerdüwan, merdiven) = Tr: ağıngıç; Fa: tawa = Tr: yağlağu; Fa: ustura = Tr: yülüngüç; Fa: hawan (havan) = Tr: töğgüç (döğgüç); Fa: kīsa (kese) = Tr: yancık; Fa: ayna = Tr: gözgü; Fa: digar (diğer) = Tr: özga (özge); Fa: drust (dürüst) = Tr: köni; Fa: dastara (testere) = Tr: biçki; Fa: amrud (armut) = Tr: kertme, Fa: mīva (meyve) = Tr: yemiş. Ancak sözlüğün tümü incelendiğinde, Farsça çoğu sözcüğün aynı rahatlıkla Türkçede de kullanıldığı anlaşılmaktadır. Örneğin murator karşılığı olarak Türkçe diwar ostası verilmiştir. Benzer örneklerin çoğunda, Türkçe gündelik pratikte hangi seçeneğin (yani Farsça sözcüğün mü, arı Türkçe eşdeğerinin mi) daha sık kullanıldığı hakkında bir fikir edinmek güçtür.
*
Üçüncü örneği maalesef es geçmek zorundayız. [Yenipazar Cezaevinde kullanabildiğim kaynaklar çok kısıtlıydı; bugün Samos’ta da arşivim ve kitaplarımın çoğundan yoksunum. Aradığım kaynak yanılmıyorsam 13., belki 12. yy’a ait bir Bizans yazarı. Tarihçi değil bir tür sosyal yorumcu ya da dedikoducu diye kalmış aklımda. “İstanbul’da yetmiş iki dil konuşulur” tezini örneklemek için Latinden, Rustan, Araptan, Sırptan, Ermeniden birer kalıp cümle aktarıyor. ‘Skythia’lının (yani Don veya Volga tarafından gelenin) cümlesi Türkçe. Yanlış hatırlamıyorsam ‘Kapadokya’ gibi bir isim verdiği ülkeden geleninki – Farsça! Bilen veya bulan olursa makbule geçer.]
Diglossia mı? Türkler nece konuşur?
Saydığımız örnekler, son yıllarda sosyolinguistiğin moda kavramlarından olan diglossia’yı akla getirmektedir.
Yaygın varsayımın aksine, insanoğlunun doğal hali tek-dillilik değildir. Dünyadaki insanların sayısal çoğunluğu, işlev ve statü açısından ayrışmış iki veya daha fazla dilin bir arada kullanıldığı toplumlarda yaşarlar. Bireyler küçük yaştan itibaren bu dilleri öğrenerek büyürler; dillerden herhangi birini ‘yabancı dil’ olarak algılamazlar.
Bir dil genellikle evde ve tarlada konuşulan ‘aşağı’ dildir; kadınlarla, çocuklarla ve ailenin – hizmetkâr, evlatlık, besleme, dul kadın gibi – bağımlılarıyla iletişim ortamıdır. Diğeri kamusal alanda, okulda, dini toplantılarda ve toplu oyunlarda kullanılan ‘yüksek’ dildir. Erkekler çoğu zaman aralarında bu dili konuşmayı tercih ederler; onu iyi bilmeyi bir prestij meselesi olarak görürler. Yabancıların bulunduğu ortamlarda aşağı dilin telaffuz edilmesi ‘ayıp’ ya da ‘tuhaf’ sayılır; çoğu zaman utanma ve gülme duygusu uyandırır. Aşağı dili yüksek dilden kelime ve deyimlerle beslemek olağandır; buna karşılık yüksek dile aşağı dilden alıntılar karıştırmak ‘cahillik’ hatta ‘saygısızlık’ sayılır. Yazı faaliyeti doğal olarak yüksek dilde sürdürülür. Aşağı dilde yazı yazmak, iç çamaşırıyla sokağa çıkmak gibi, usul ve erkâna aykırı bir davranıştır; insanlar böyle bir şey yapsalar dahi sözünü etmekten hoşlanmazlar. Aşağı dilin edebiyatı sözlüdür; türkülerde ve masallarda kendini gösterir. Ender olarak, belki ‘ayıp’ fıkralar ya da köylülere has gülünç deyişleri aktarmak, ya da yabancıları ilgilendirmeyen yerel konuları tartışmak için yazıya baş vurulur.
Günümüzde Sahra-altı Afrika ile Güney ve Güneydoğu Asya halklarının ezici çoğunluğu, iki ya da daha çok dilli sistemlerde yaşamaktadır. Çin halkının yarıdan fazlası ulusal dille karşılıklı anlaşmaya izin vermeyen yerel diller konuşur. Yüzlerce yerel dilin konuşulduğu Endonezya’da, ulusal dil küçük bir başkent eliti dışında herkesin ikinci dilidir. Dünyanın en çarpıcı linguistik haritalarından birine sahip olan Dağıstan’da halk 24 civarındaki yerel dile ilaveten, çarşı dili olarak üç bölgesel dilden birini (Avarca, Darğınca ve Lezgice), üst düzey iletişim dili olarak Rusçayı, ve ayrıca bazen Kumık Türkçesini bilir. İsviçre’nin Romanş halkı eğitim ve edebiyat dili olarak Orta çağlardan beri İsviçre Almancasını kullanırlar.
İran halkının yirmi milyona yakın bölümü özel hayatta Azeri Türkçesi konuşurken, kamusal ve ticari hayatta Farsça kullanırlar, Farsça yazarlar ve Fars dilinde zengin bir edebi yaşam sürdürürler. Tebriz ve Urmiye gibi Batı İran kentlerinde Türkçe bilmeyen hemen hiç kimse olmadığı halde, yazılı Türkçenin izine tesadüf edilmez. Bu durum sadece yasal kısıtlamalarla açıklanamaz. Türkçe konuşan halk Farsçayı da kendi anadili olarak algılamakta ve yazılı iletişimi, okullarda talim edilen bu anadili üzerinden sürdürmeyi doğal saymaktadır.
1070 ile 1300 yılları arasında Anadolu’da Türkçe yazılı üretimin olmayışı böyle bir diglossia vakasının yansıması mıdır? Yani mutfaklarında ve hizmetçi odalarında Türkçe konuşan bir toplum, kültürel üretimini Farsça (ve akademik ve dini konularda Arapça) yapmayı mı tercih etmiştir?
Yoksa daha radikal bir ihtimali değerlendirmeliyiz? Anadolu’da Malazgirt’ten sonraki iki yüz yılda gerçekte hangi dilin konuşulduğunu bilmediğimizi itiraf mı etmeliyiz?
Cevabı tahmin ve hissiyatla verilebilecek sorular değildir bunlar. Edebi ve epigrafik kaynaklardaki ipuçlarını didik didik etmek gerekir; yer ve kişi adlarının derinlemesine incelenmesi gerekir; muhtemelen arkeoloji ve genetikten de yardım istemek gerekir. Burada yapabileceğimiz şey sadece doğru soruları sormaktan ibaret.
Çok zekice ve analitik bir makale olmuş, tebrik ederim. Önce eldeki veriler sunuluyor, sonra da bilinmeyene net cevaplar aramak yerine ihtimaller üzerinde duruluyor ve doğru sorular soruluyor, en sonunda da soruna (bana göre doğru olan) çözüm yolları öneriliyor. Baştan sona çok iyi inşa edilmiş bir makale.
ReplyDeleteBu arada, Müslümanlaşma öncesi Türkçedeki (ya da Türki dillerdeki) Farsça tesiri çok kısıtlı bildiğim kadarıyla. Müslümanlaşma öncesinde Orta Asya ve Avrasya bozkırının yerli İrani dillerinden gelmiş İrani tesirler esas olarak, ama onlar da hiçbir zaman Müslümanlaşma sonrasında Farsçanın (ve de Arapçanın) yapacağı kadar yüksek bir etki yapmadı.
ReplyDelete"Bozkırın yerli İrani dillerinin" etkisi umulmadık ölçüde zayıf veya belirsiz. Köktürk hakanlığı döneminde Soğdcanın kültürel cazibesi hissedilir, ama Soğdca bozkır dili filan değil, Semerkand ve Buhara'nın şehirli dili. Pehlevice, yani Farsça, çok erken dönemden, belki 700'lerden, belki de 500'lerden itibaren hakim "yabancı kültür dili"dir.
Delete"Bozkırın yerli İrani dillerinin" etkisi umulmadık ölçüde zayıf veya belirsiz. Köktürk hakanlığı döneminde Soğdcanın kültürel cazibesi hissedilir, ama Soğdca bozkır dili filan değil, Semerkand ve Buhara'nın şehirli dili.
DeleteEvet, zaten o yüzden "Orta Asya ve Avrasya bozkırının yerli İrani dilleri" tabirini kullandım, Orta Asya yerli İrani dillerine bozkır olmayan bölgenin yerli İrani dilleri (Soğdca, Baktriyaca, Harezmce) de giriyor.
Pehlevice, yani Farsça, çok erken dönemden, belki 700'lerden, belki de 500'lerden itibaren hakim "yabancı kültür dili"dir.
Peki ama Pehlevice yani Orta Farsçanın Türki diller üzerinde ne kadar tesiri oldu? Esas mühim olan konu bu bence. Türki diller üzerindeki Farsça tesiri ezici çoğunlukla Yeni Farsça yani İslamize Farsça üzerinden olmuş görünüyor, o da Müslüman Türki halkların dillerine tesir etmiş esas olarak. Altaylar ve Sibirya'daki gayrimüslim Türki halkların dillerinde ya da Tatarca tesiri çıkarıldığında Çuvaşcada Farsça tesiri yok gibi bir şeydir, eski devirlerin gayrimüslim Türki halklarının dillerinde de bu böyleydi bildiğim kadarıyla.
Codex Cumanicus'taki Farsça, şu anki Farsça'nın atası mı, yoksa İskit,Sarmat ya da Alan dillerinden olabilir mi? Bildiğim kadarıyla bu diller de Pontic-Caspian Stepi bölgesindeki diller. Bu bölgeye ait İrani,Türki ve diğer tespit edilemeyen dil ve kültürlerin tamamen Slavlaşmış olması ve bu halklarla günümüzdeki İrani ve Türki halkların ilişkisi ilgi çekici.
ReplyDeleteBildiğimiz Farsça, 11. yy'ı izleyen dönemde İslam dünyasının lingua franca'sı olan dil. "Yüksek" kültür dili. Firdevsi'nin, Sadi'nin dili.
DeletePekala, bayağı saçmalamışım sanırım şu steple alakalı yorumda. Ama yine de İrani ve Türki, Para-Türki, Urali halkların şu anki Avrupa'yla ilişkisini anlamakta zorluk çekiyorum. Orta Asya'daki İrani halklara ne oldu, Türki halkların hangileri nereli, Hunlar ve Xiongnu Türk mü, bunları konuşan halklar beyaz mıydı, mongoloid miydi, Peçenek, Kuman, Kıpçak, Bulgar ve Volga, Kırım Türkleri mongoloid mi, eğer değilse, İç Asya Türkleri ile nasıl bir dil benzerlikleri oluyor ilgimi çekiyor doğrusu. Hee beyaz ve mongoloid tabirlerinin bilimselliği tartışılır da o devirlerde belki de kullanışlıydı. Açıkçası şu anda bile dil ailesi benzerliği ile milliyetçilik yapıyoruz ve bu bana elma ile keneviri aynı kefeye koymak gibi geliyor.
ReplyDeleteİlber Ortaylı, Türkler Müslüman olmaya başladıktan sonra, bugün Türkçe'deki Arapça kökenli kelimelerin ekserinin Farsça üzerinden Türkçe'ye intikal etmiş olduğunu söyler, mesela onun için Arapça "dad", "ze" olmuştur falan... Çünkü Türkler İslamı Araplardan değil Farslardan ögrendiler. Bu yüzden dinî tabirlerin bile bir kısmı Farsça(namaz, oruç, abdest vs...). Etimolojisi Arapça fakat tabiren kullanımı Farsça olan Hazret(-i) ifadesi, Türkiye ve İran'dan başka, 20. yy başlarına değin Farsça'nın kültür lisanı olarak yaygın olduğu Hind altkıtasında( yani bugünkü Pakistan, Bangladeş müslümanları arasında) hala devam eder.
ReplyDeleteBu konuyu benim kavramamı sağlayan iki kitap: Vikram Seth, A Suitable Boy (1950'lerde Hindistan taşrasında Müslüman ve Hindu elitler arasında Farsça ve Urducanın işlevini anlamama yardımcı oldu). Zeki Velidi Togan, Hatıralar (Ekim devrimi öncesi Başkırt, Kırgız ve Türkistan geleneksel elitleri arasında edebi dil olarak Farsçanın rolünü aydınlattı).
DeleteMüslüman kelimesi etimolojik olarak iki Müslim demek.Bu ifadenin tarihi ve ilk kullanımı hakkında kaynak var mı?
Delete-an eki aryan lisanlarinda tipik cogul ekidir. 2 degil birden fazla manasina gelir. Bkz. Nikomedyadaki Rumiyan mahallesi. Müslüman yerine muhtemelen 19. asirda bir zamanda niye israrla hatali Muslumanlar tabiri yerine Muslumler tercih edilmemis diye kafa yormuslugum olmustur. Az da olsa cogul kelimeyi -lar kullanmadan yazanlar var bkz Bosnalı Müslüman.
DeleteTürkiye Türkçesinin en eski eserleri konusunda, okuyucu düzeyinden bakarak, kaba çizgileriyle:
ReplyDelete1) Hace Bektaş’ın “Makalat”ı için Arapçadan çeviri iddiası çürütülmüştür. Farsça’dan çeviri olasılığı varsa da elimizde Farsça metin yoktur. Aslının Farsça olduğu tezi kadar, elimizdeki Türkçe metinlerin (biri düzyazı, biri şiir diliyle) özgün olma olasılığı da vardır. (1240-1270 arası Sulucakarahöyük’te -bugünkü Hacıbektaş- kendi oluşturduğu tekkede yaşamış olması nedeniyle Makalat’ın bu tarihler arasında yazılmış olma olasılığı güçlüdür.)
2) Yunus Emre. Bütün şiirleri Türkçe’dir. Yaklaşık 1260-1330 yılları arasında yaşadığı düşünülmektedir. Cemal Kafadar hocaya göre, Shakespeare, İngilizce’nin gelişkinliği açısından neyse Yunus’un dili de Türkiye Türkçesi için odur.
3) Yunus’la çağdaş, Aşık Paşa’nın “Garibname” adlı eseri Türkçe’dir.
4) Mikail Bayram hocaya göre Anadolu’daki en eski Türkçe metinler, bir hekimin yazdığı hekimlik notlarıdır ve yaklaşık 1220’li yıllarda yazılmıştır.
NOT: Bunların hiç biri Gülşehri’nin metninin çevirisi kadar nokta atışı tarihlememiyorsa da, ondan önceki 100 yıl içinde yazılmış olduğu kesin olan metinlerdir.
Saygıyla.
Ömer Bey, Hace Bekdaş külliyatının ve efsanesinin 15. yy en sonunda Balım Sultan tarafından oluşturulduğu bana aşikâr geliyor. HB adlı bir kişi Baba İshak zamanında belki yaşamıştır, belki yaşamamıştır. Ama menkıbesi kesinlikle Safevi ihtilali döneminin ürünü.
DeleteYunus konusunu yazdım, yarın çıkacak. Yunus'un kronolojisine dair söylentiler tamamen uydurmadır. Taşköprilizade 1390'lara, Aşıkpaşazade Orhan ve Murat dönemine (1326-1389) tarihlendiriyor. Risalei Nushiyeye 1307 tarihi düşülmüş, ama A) tarih muhtemelen sonradan ekleme, B) Risalenin Yunus'a ait olduğu çok şüpheli. Divan bence EN ERKEN 14. yy sonlarının eseri. Dili gelişkin ve güçlü bir edebi dildir; hiçbir şekilde Gülşehri veya Aşık Paşa döneminden eski olamaz.
Garibname'yi iyi biliyorum. H 730 = M 1330 tarihlidir. Gülşehri'den 13 yıl sonra.
Mikail Bayram hocanın bahsettiği hekimlik notlarına ilişkin yayınını görmek isterim. Haberdar değilim.
Yazık ki yazdığım cevabı, "oturumu kapat" tuşuna basıp yanlışlıkla sildim :( galiba. Yeniden özetlemeye çalışayım:
DeleteMikail Bayram hocanın "Sosyal ve Siyasal boyutlarıyla Ahi Evren Mevlana Mücadelesi" kitabını okumanızı öneririm. Bütün bu söz ettiğiniz tarihlere ilişkin bilgilerin çoğu o kitaba bir de Ahmet Yaşar Ocak hocanın çalışmalarına dayanıyor. Cemal Kafadar hocanın "İki Cihan Aresinde"sinin yeni (galiba hocanın denetimindeki) bir çevirisinin bu sıralarda çıkmak üzere olduğunu biliyorum. Ayrıca benim çok geç keşfettiğim Pehlevi Farsçasına egemen Mehmet Kanar hocanın çevirileri ve çalışmaları var. İşe yarar diye düşünüyorum.
Ne kadar okuyucu düzeyinden de olsa -emekli bir belgeselciyim-, benim geçen Şubat'ta çıkmış olan "Sosyal Sınıflar, Kültürler ve 13. Yüzyıl Anadolu Devrimi" başlıkli kitabımın dipnotlarında daha pek çok kaynak var. Göz atmak isterseniz ve Massenger üzerinden özel mesajla adres gönderirseniz kitabı göndermek isterim. Döneme bakış açım için Marxçı sosyolojiyi seçmiş olmam size ne kadar güvenilir gelecektir, bilemiyorum.
Benim elimdeki kaynaklara göre, "Garipname", Aşıkpaşazade'nin değil, doğrudan Aşık Paşa'nındır. Yani yazılışı 1280-1300 arasında olmalıdır diye düşünüyorum.
Türkçe hekimlik üzerine notları Mikail hoca, yanlış anımsamıyorsam, özel bir konuşmamızda söylemişti. Ama zaman zaman telefonla hal hatır sorduğum oluyor. Bir yerde yayımlamış olup olmadığını sorarım.
Selamlar.
Aziz Merhan'ın şu makalesi http://www.tdk.gov.tr/images/Aziz%20MERHAN.pdf Hekim Bereket iddiasını bir hayli zayıflatıyor sanırım.
DeleteBektaşiliği bir tarikat haline getirerek kurumsallaştıran kişi Balım Sultan, fakat ilk yayan kişi Hacı Bektaş'ın müridi Abdal Musa'dır.
DeleteAbdal Musa'nın Osmanlı topraklarına gelerek Orhan Bey'in Bursa fethine katıldığı söyleniyor. Bölgede Hacı Bektaş kültünü yaymaya başladığı, ve böylece sonradan Yeniçeri ocağı ile Bektaşilik arasında bir bağlantı kurulmasıyla - ki aslında bu da bir efsaneleştirme - bir ilgisi olduğu anlaşılıyor. Daha sonraları ise asıl ününü kazandığı yöre olan ve türbesinin bulunduğu Elmalı'ya gelmiştir.
Hacı Bektaş'ın yazdığı söylenen eserlerin - ve tabii ona atfedilerek sloganlaştırılan özdeyişlerin - ona ait olmadığı kesin. Abdal Musa'nın şiirleri ise, bazıları sonradan ona atfedilse ve bir kısmı şüpheli de olsa, onun gibi görünüyor. Fakat Alevi-Bektaşi edebiyatının ilk önemli temsilcisi Abdal Musa'nın müridi - ve Alaiye (Alanya) beyinin oğlu olduğu söylenen - Kaygusuz Abdal'dır.
Aynı bölgede yaşadıklarını düşünürsek, Abdal Musa ve Kaygusuz Abdal arasındaki ilgi ve gerçek tarihi kişiler oldukları, dolayısıyla Hacı Bektaş'ın da - hayatı daha fazla efsaneleştirilse de - yaşadığı belli oluyor.
Mevlana’nın Divanındaydı sanırım, Rumca beyitler vardır bir düzine kadar, halk ağzı kaynakları sınırlı olduğundan bu değerli görülür, şimdi fotokopi dosyalarıma başvuramayacağım 50 60 sene evvel Fransız bir türkolog yayımlamıştı bir dergide.
ReplyDeleteUfacık Kuzey Irak'ta bile Kurmancilerle Soraniler birbirlerini iyi anlayamaz da çoğu zaman aralarında mecburen Arapça konuşurlar.
ReplyDeleteTürk dediğimiz bir kitle var Evet ama ne oldukları belli değil. Hiç bir zaman temelden bir devlet veya İmparatorluk kurmadılar, kuramadılar.
ReplyDeleteDevlet ele geçirdiler,kurnazlıkla ve sinsilikle,siyasi boşluklardan iyi faydalandılar örneğin Pers İmpratorluğunun Selçukluya dönüşmesini gördü tarih ve yahut 1453 de çöken Doğu Romanın Kostantinapolis'deki artık çürümüş olan tahtına yakın ilişkiler ve akrabalıklar kurup oturarak sanki yeni bir devlet kurmuşlar gibi Bizansıda Osmanlıya çevirmeleri ve üstüne sultan Mehmetin Roma hayranlığı.Vs vs.
Vel hasıl Bizans orta çağ sonuna kadar bile o kadar güçlü ve etkiliydiki çürümüş tahtına oturanlar bile tarihe büyük Sultan veya İmparator olarak geçti.
Şimdi böyle bir topluluğun nece konuştuğunun ne önemi var ortamın ve gücün dili ne ise onu konuşurlar Örn:Bin yıldır Arap Alfabesi ile Farsça ve Arapça yazıp okuyup edip,bir anda Latince alfabeye geçmeleri gibi.
Ve bu topluluk veya güruh artık kimseler,Bilimsel zekanın ağır bastığı bu çağda Homo erectus kurnazlığı ile işlerin dönmediğini anladılar.
Biraz garip bir anlatım oldu ama, kusura bakın artık.
Öff, siz de bir bitmediniz yahu. He Türk diye bir halk yok evet, Türkler beceriksiz millet evet. 30 tane komşu milleti de tesadüfen yönettiler.
DeleteŞu zehirli kanı bir boşaltın artık heval kardeş.
He, sinir bozucu tabii. Ama neye tepki olduğunu da unutmayın lütfen.
DeleteSevan abi Kırımdaki Ermeni Kıpçakçası konusu nedir? Bu insanlar Gregoryan Kıpçaklar mı? Ermeniceyi unutmuş ve yerine Kıpçakça konuşan Ermeniler mi? Konuştukları Kıpçak aksanı Tatar aksanı mı yoksa Karaçay veya Kumuk aksanı mı?
ReplyDeleteRivayete göre Karakoyunlular ve Timur zamanında Ermeni ülkesinden göçmüş Ermeniler. Kıpçak ağzıyla Türkçe konuşmuşlar, bu dilde bir literatür üretmişler. Aksanı bilmem.
DeleteSafevi ihtilali döneminin ürünü bir kült nasıl düşman Osmanlı ordusunun bir nevi ideolojik temeli oldu? Nasıl bu kadar revac bulabildi?
ReplyDeleteYalnız üstad, bu etki çok öteden beri tüm coğrafyada var olan bir durum. Sadece 13-14. yy Türklerine ait değil.
DeleteOkuyup anladığım kadarıyla bir mesele de günümüz İran sınırlarında konuşulan her İran dilinin Şahname dönemine kadar "Farsça" diye sınıflandırılması. Örneğin bu durum eskiden Azerilerin konuştuğu Azarî dilinin araştırmalarında büyük sorunlar çıkarıyor(muş). Yani bayağı bir zamandır çevresini domine etmiş bir kültür gibi görünüyor bana. Hocanın daha iyi bir açıklaması vardır herhalde.
Oldukça farklı bir dil konuşan Kumanlar icin tipki, irkci Turkculer gibi " Kuman Türkleri" diyorsunuz? Türkçe denen dil sadece ve sadece TC ve Kıbrıs'ta konusulan resmi dile denir. Osmanlica ve Azerice'de buna benzeyen en yakin diller olmasina ragmen Türkçe degildirler.
ReplyDeleteBu durumda Iran olu dili Sarmatca'ya Sarmat Kurdcesi; Norvec diline, Norvec Almancasi dememiz mi gerekiyor?
O konuda Sevan Bey'e gelmeden önce bu tip tabirleri dillere pelesenk edenleri suçlamak gerekir biri suçlanacaksa. Sloven Slavı, Dan Cermeni, Fransız Latini gibi tabirler duyunca herkese komik gelir, ama Uygur Türkü, Kuman Türkü gibi tabirler dillere pelesenk olmuştur, özellikle de konuştuğumuz Türkçede. Ama İngilizcede bile bazı böyle tabirler yayılabilmiş, örneğin Oghuz diyeceğine Oghuz Turks diyor birçok kişi sadece Oghuz demek dururken, bu da tuhaftır.
Delete