[Bu yazıların cezaevi koşullarında kısıtlı kaynaklarla yazılmış notlar olduğunu hatırlatayım. QUOTE diye yazdığım yerde, "tam alıntı elimde değil, meali şöyleydi" diye okuyun. Şimdi Samos'ta arşivim ve kitaplarımın çoğu halâ elimde değil.]
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından itibaren Türkiye’nin resmi
kurumlarında muteber olan Türkologların birçoğu, kariyerlerinin bir bölümünü
13. ve hatta 12. yy Türkiye Türkçesi örnekleri aramak ve bulamadıkları zaman
uydurmakla geçirdiler.
Bu yaklaşımın ilk ve en önemli temsilcisi Prof. Dr. Fuad
Köprülü’dür. Köprülü’ye göre Mevlana, Sultan Veled, Ahmed Fakih, Yunus Emre,
Şeyyad Hamza, Hoca Dehhani QUOTE [13. yy Türk edebiyatının kurucu figürleridir].
Mecdut Mansuroğlu, Nihad Sami Banarlı, Hasibe Mazıoğlu, Zeynep Korkmaz ve diğerleri bu görüşü eleştirisiz
kabul ederek, üzerine bir akademik ve kritik aparat inşa ederler. Ders
kitaplarında Köprülü’nün görüşü binlerce kez yinelenerek, tartışılması lüzumsuz
ve hatta sakıncalı sayılan bir veriye dönüştürülür.
Türkiye Türkçesinin başlangıcını öne alma çabasında üç tez
veya varsayım belirleyici olmuş görünüyor. Her üçü, ciddi bir eleştirel
analize direnme ihtimali bulunmayan mantık ve bilgi hatalarıyla maluldür.
1. Köprülü’nün temel kaygısı, Selçuklular döneminde
Türklerin yüksek kültürden nasipsiz, bir edebiyat oluşturamamış, ümmi, “cahil”,
“göçebe” vb. bir topluluk olduğuna ilişkin yaygın kanıyı gidermektir. Buyurun, mesnevi
yazmışlar, divan yazmışlar, demek ki “kültürlü” idiler! Köprülü’nün çeşitli
alanlardaki çalışmalarının hemen hepsinde bu temel kaygı kendini hissettirir.
Amaç, Türklerin Anadolu’ya özgün bir “milli” kültür getirdiklerini
kanıtlamaktır. Bu çaba, yeni cumhuriyetin Emperyal Osmanlı mirasının altında ve ardında milli bir
altyapı (substratum) keşfetme arzusuyla uyum içindedir.
Oysa en basit mantıkla görülebilir ki Türklerin Türkçe yazı yazmamış
olması yazıyla ilgilenmediklerini, "cahil" vb. olduklarını
göstermez. Sadece Türkçe yazmadıklarını gösterir. 11. ila 13. yy’lar, Türk
egemenliği altındaki coğrafyada Acem edebiyatının şaşaalı bir Rönesansına
tanıklık etmiştir. Üç yüz yıllık bir aradan sonra Yeni Farsça’nın muazzam bir
edebi enstrüman olarak yeniden doğuşunu haber veren Firdevsi’nin Şehname’si Türk
hakanı Gazneli Mahmud’a ithaf edilmiştir. Sa’di, Attar, Enveri, Genceli Nizami,
Ömer Hayyam, Celaleddin Rumi Selçuklu hükümdarları altında ve onlarla dostluk, patronaj, ittifak, kavga vb. ilişkileri içinde yaşamışlardır. Klasik Arap ilim ve edebiyatının parlak eserlerinden birkaçı yine aynı dönemde, Türk siyasi
egemenliği altında üretilmiştir: bkz. Gazali, Nasırüddin Tusi vb. Dönemin mimarisinden ve plastik sanatlarından arta kalan örnekler da, ‘ilkel’
ya da ‘göçebe’ sayılacak bir kültüre işaret etmez.
Etnik kökeni Türk olan kişilerin bu kültürel faaliyetten ne
kadar pay aldıkları konusunda net bir fikir sahibi değiliz, çünkü dönemin
yazarları genellikle etnik kökene ilişkin bilgi vermezler. Ancak, Gazne’de,
Semerkand’da, Rey’de, Tebriz’de, Musul’da, Kahire’de, Konya’da, Sivas’ta, Türk
egemenlerinin dünya çapında edebi eserler ısmarladıklarını ve en azından
bunları okuyacak kadar okuryazar olmaları gerektiğini söyleyebiliriz.
2. Erken döneme ait bazı Türkçe metinlerin kelime dağarcığı
ve imla ile sentaksta sergilediği arkaik özellikler, onların, kesin tarihleme
yapabildiğimiz 14. yy ortalarına ait eserlerden ‘çok önce’ yazdıklarına delil
olarak gösterilmiştir. “Olğa bolğa
diyor, demek ki Moğol-öncesi” diye özetlenebilecek akıl yürütme, Ortaçağ Türk
filolojisine ilişkin tez ve makalelerin vazgeçilmez repertuvar ögelerindendir.
Bu argüman, dilde değişim hızının sabit olduğunu varsayar. “On
şey Kaşgarî gibiyse on sene, yüz şey Kaşgarî gibiyse yüz sene” gibi yanlış bir lineer
mantığa dayanır. Oysa siyasi ve kültürel yaşamdaki ani değişimler, bildiğimiz
gibi, yazı dilinde kısa sürede “devrim” sayılacak nitelikte değişimlere yol
açabilir. Örneğin yazı Türkçesinin 1930 ile 1980 arasındaki evrim hızını kıstas
olarak alırsak, lineer mantıkla, Atatürk’ün 1927 tarihli Nutuk’unun bu tarihten birkaç yüz yıl önce yazılmış olduğu sonucuna
varmamız gerekir.
Türkçe 14. yy’ın ilk onyıllarında aniden yoğun bir edebi
üretim talebiyle karşılaştığında, bazı yazarların, eldeki tek veri olan arkaik
modellerden yararlanmış olması pekala mümkün ve doğaldır. Yeni yazı dilinin
normları oturdukça bu “çocukluk alışkanlıklarının” bir bölümü hızla terk edilmiş
olabilir.
3. Türkiye Türkçesi ile Doğu Türkçesi (“Harezm Türkçesi” ya da "Pre-Çağatay Türkçesi") ve
Kuzey Türkçesi (“Kıpçakça”) arasındaki edebî alışverişin 15. yy başlarına dek
aktif olarak sürdüğü anlaşılıyor. Erken devir TTü metinlerde “arkaizm”
olarak değerlendirilen ve dolayısıyla metnin eskiliğine kanıt olarak sunulan
unsurların bir bölümü gerçekte Kıpçak ve Harezm Türkçesi izleridir. Yazar
belki doğu veya kuzey ülkelerinden Anadolu’ya göçmüş, ya da, daha güçlü
olasılıkla, o ülkelerden gelen bir yazmayı kopyalamış veya kendi ihtiyaçlarına
uyarlamıştır.
Mesela Atebetü’l-Hakayık
gibi, yazım tarihi ve koşulları hakkında hiçbir sağlıklı bilgiye sahip
olmadığımız bir eserin Kutadgu Bilig’e
benzer bazı dil özelliklerine sahip olması, bu eserin KB gibi 11. yüzyılda ya
da ondan “kısa süre sonra” yazılmış olduğunun kanıtı değildir. Olğa bolğa diyen herkesin Moğol öncesinden kaldığına hükmedilemez. Zira edebiyatta taklit
vardır, parodi vardır, uyarlama vardır, hatta edebi sahtecilik de vardır.
Dil ile ulusal kimlik (veya daha doğrusu o dönemde uluslar ve ulus-devletler olmadığı için etnik ya da kavmî kimlik) arasında zorunlu bir bağ kuran hatalı yaklaşımın bir örneğine değinmişsiniz bu ve bir önceki yazıda. Daha önce de bazı yazılarınızda değindiğiniz gibi.
ReplyDeleteBöyle yazıları çok seviyorum.
Bu makaleye konu olan hususlar o devirlerde elitlerin tekelinde olan yazılı kültürle ilgili sadece. Elitler de azınlık bir zümreyi teşkil ediyordu. Rum Selçuklu elit kültüründe mimari, vergi ve toprak sistemi gibi maddi öğeler dışında gayrimüslimlerin tesiri bayağı sınırlıydı. Halbuki aynı Rum Selçuklu ülkesinde gayrimüslim nüfus çoğunluktaydı. Tarihi kayıtların elit odaklılığı görüşümüzü kısıtlıyor maalesef.
ReplyDeleteBuyurun güzel bir soru. 13. yy itibariyle Anadolu'da İslam toplumunun yüzde kaçı "elit" mensubuydu? Modern devir kavramlarıyla düşünmemek lazım bunu.
Delete16. yy Latin Amerika'sında Hispanik (ya da Katolik) halkın ne kadarı fakir sınıflara mensuptu? Yerli halk hangi aşamada İspanyolca konuşmaya başladı, hangi aşamada kendini "Katolik" ve "Hispanik" olarak tanımlamaya başladı?
Türk-İslam edebiyatı 19., hatta 20. yy'a dek nefes kesici ölçüde elitist bir edebiyattır. Bu elitizmin karşı kutbu olan "öteki" ne ölçüde İslami alt sınıflar, ve ne ölçüde gayrimüslim reaya idi?
Tahminimce 1250 yılında Konya'da elit zümre ile İslam aşağı yukarı eş anlamlı olmalı. Daha sonra a) Moğol fırtınasının yerinden ettiği İslami alt sınıflar, ve b) fırsattan istifade Müslüman olan yerli unsurlar sayesinde, peyderpey bir İslami alt sınıf oluştu.
DeleteThis comment has been removed by the author.
DeleteSizinle bu konularda hemen hemen hemfikirim zaten. Yalnız ben Orta Asya'dan Anadolu taraflarına esas göç dalgasının Selçuklu göçüyle birlikte yani 11. yüzyılın ikinci yarısı ile 12. yüzyıl sıralarında geldiğini düşünüyorum. Çünkü o zamanlar gelenler büyük ekseriyetle Oğuz/Türkmenlerdi, halbuki 13. yüzyılda Moğolların tetiklediği göç dalgasında gelenler çok çeşitli bölge ve halklardan gelen mültecilerdi ve o mülteciler yalnız Anadolu taraflarına değil, Mısır dahil Yakın Doğu'nun daha güvenli olan bütün bölgelerine geldiler, ama nedense bizim tarihçiler sadece Anadolu taraflarına olan mülteci göçüne odaklanıyor.
Delete13. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Anadolu'nun batı bölgelerinde Oğuz/Türkmen beyliklerinin mantar gibi bitmesi bence yeni Oğuz/Türkmen göçlerinden ziyade Rum Selçuklu'nun güçlü olduğu önceki devirlerde fazla başına buyruk hareket edemeyen Oğuz/Türkmen gruplarının İlhanlı idaresi altında Rum Selçuklu devletinin zayıflaması ve İlhanlılar'ın batı Anadolu'yu kontrol etmekte güçlük yaşaması ile beraber gitgide daha bağımsız hale gelmesi ile alakalı.
D. Anadolu'ya yakın coğrafyadaki Eretna Beyliği'nin İlhanlılar'ın nüfuzu altında olduğu bir gerçek.
DeleteEretna Beyliği geç bir dönemde, 1330'larda, İlhanlılar'ın çöküş sürecine girmesi ile beraber ortaya çıktı, aynı sıralarda bütün İlhanlı toprakları parçalanmaktaydı. Ama yine de batı Anadolu beylikleri ile kıyaslandığında Eretna Beyliği Selçuklu-İlhanlı kurumlarını ve elit kültürünü daha iyi korumuştur.
Delete