2019'da çıkan Halim ile Selim adlı kitabımdan bir pasaj. Sf. 31 ve devamı.
Fıtrat
HALİM: İnsanoğlu hakkında fazla iyimsersiniz doğrusu. Cehennem korkusu ve cennet umudu olmadan da insanlar ahlaki normlara uyarlar diyorsunuz.
SELİM: Gayet tabii. Cennet ve cehennem mitlerine vakıf olmayan toplumların ya da o mitlere inanmayı akla hakaret sayan bireylerin, diğerlerinden daha ahlaksız olduğuna dair en ufak belirti yok.
HALİM: Manevi bir inanç olmazsa, sadece yasa, polis, aile gibi toplumsal kontrol araçlarıyla ahlaki disiplini nasıl sağlayabilirsiniz? Toplumsal kontrol sadece bireyin görünen ve bilinen davranışlarını etkiler; vicdanını zaptu rapt altına alamaz, kimseye görünmeden suç işleme eğilimini gemleyemez. Hem ayrıca, sadece toplumsal kontrole güvenecek olursak toplumun bizzat kendisinin kontrolden çıktığı durumları ne yapacağız? 20. yüzyılda çok sık görüldü bunun örnekleri. Toplumun manevi dayanakları yıpratılmış ise, zorbalığa ve zulme boyun eğmesi kolaylaşıyor.
SELİM: Bir inanç sistemi mutlaka lazım, o konuda haklısınız. Fakat o sistemi geçmiş çağın dinlerinde, ve sadece onlarda bulabileceğimizi size düşündüren nedir?
Objektif araştırmaların defalarca teyit ettiği basit bir olgu var. Kültür düzeyi ve inancı ne olursa olsun dünyanın her yerindeki insanlar aynı temel ahlaki yargıları paylaşıyorlar. Trobriand adası yerlileri olsun1, Japon aristokratları olsun, Alman üniversite öğrencileri olsun, hatta muhtemelen ABD’nin Bible Belt yobazları olsun, çok fark etmiyor.
Birkaç temel ahlaki ilkede tüm insanlar alemi hemfikir görünüyor. Nedir bunlar? Bir, çocuğu korumak ve ana babaya saygı göstermek. İki, zor durumda olana – eğer düşman değilse – yardım etmek. Üç, sevdikleri için fedakarlık etmek. Dört, sözleşmeye sadık olmak. Beş, komşunun malına ve kadınlarına el atmamak. Altı, ait olduğun topluluğun haklarına saldırı olursa direnmek. Kuran ya da İncil okumuş, hiçbir şey okumamış ya da okuduktan sonra “bunlar tatmin edici değil” deyip reddetmiş, fark etmiyor. Öyle anlaşılıyor ki bunlar insanın fabrika ayarlarına yazılı, evrensel davranış normları. Kültürden kültüre değişmiyor. Bu değerleri benimsemek için birilerinin kitap yazıp uyarması ya da kitap okuyup uyanması gerekmiyor. O kitaplara istinat eden bir toplumsal baskı sistemi de gerekli değil. En kitapsız ve hatta tanrısız topluluklar dahi bu değerleri kendiliğinden keşfediyor ve çocuklarına aktarıyor.
HALİM: Kuran-ı Kerim de nitekim öyle der, Allah insanı fıtratı üzerine yarattı ve o fıtrat değişmez (Rum 30).
SELİM: Lüzumsuz bir hipotez, geçiniz. Biyolojik evrim yeterince açıklayıcı.
İnsan nefsi diyorsunuz. İnsan nefsi enteresan bir yapı, domuz nefsine ya da kedi nefsine benzemiyor. İnsanı kendi haline bıraktığınızda sabahtan akşama kadar yiyip içmekle ya da birbirini boğazlamakla ya da çamurda debelenmekle vakit geçirmiyor. İnsanın genetik donanımında domuzda ve kedide olmayan bazı özellikler var. Bunlar insan soyunun yeryüzündeki olağanüstü başarısının da temel taşlarıdır.
Bir kere, tüm memeli hayvanlar arasında yavrusu en uzun süre bakıma muhtaç olan, dolayısıyla yavrusuna en uzun süre sahip çıkan mahluk insan. Sahip çıkmasa ya da domuzlar ve kediler gibi kısa bir süre emzirip sonra sokağa atsa ne olur? Hiç, milyon sene önce soyu tükenmiş olur, soracak soru kalmaz.
İkincisi, insan diğer memelilerden çok daha üstün ve karmaşık bir düzeyde ittifaklar kuran bir tür. Organize avcılıkla başlamışız, eksik olan ihtiyaç maddelerini takas etmekle devam etmişiz, bugün parçaları Malezya’da üretilen cep telefonunu Çin’de monte edip Nijerya’da satma noktasına gelmişiz. O becerimiz olmasa bugün hala Afrika’da ağaç dallarında yatıp kalkıyor ve aslanların favori çerezleri arasında yer alıyor olurduk. İttifak ise, her şeyden önce bir güven meselesidir. Müttefik diye seçtiğim kişi benim için özveride bulunmaya razı mı? Yoksa benim katkımı alıp kaçacak mı? Zor günümde yardım edecek mi? Soframa davet etsem karımı veya kızımı kapacak mı? Katil Komançiler av sahamıza tecavüz etse savaşır mı? Nasıl güvenirim? Onun bana güvenmesini nasıl sağlarım?
Demek ki “nefs” deyip aşağıladığınız temel içgüdüler arasında yavrusunu koruyup kollama, koruyup kollayıcı ebeveyni kayırma, kalıcı ittifaklar kurma, toplumsal güvenilirliği önemseme gibi davranış kalıpları da var. İçgüdülerine teslim olan insan gidip çamurda debelenmiyor. Yavrusunun hayatı söz konusu olunca kendi hayatını hiç düşünmeden tehlikeye atabiliyor. Toplumsal itibarını bazen karnını doyurmaktan daha önemli sayıyor. Onu korumak adına hiç tereddüt etmeden en büyük fedakarlıkları göze alabiliyor. Var mı böyle huyları olan başka hayvan?
HALİM: Şüphe yok ki Allah insanı eşref-i mahlukat payesiyle şereflendirirken tam da bu özelliklerini kast etmiş. Hayvanlardan farkımız burada.
SELİM: Siz sebebini bilmediğiniz şeylere “Allah” adını vermeyi seviyorsunuz. Ben olsam genetik donanım derim. Daha nötr bir tabir. Donanımın kaynağına dair lüzumsuz ve yanlış varsayımlarda bulunmuyor. Sadece olanı söylüyor.
Türün hayatta kalmasını ve çevresine egemen olmasını sağlayan davranış algoritmaları diyebiliriz. Tıpkı kedinin yavrularını yalaması, sonra beş altı aylıkken hırlayıp sokağa atması gibi; köpeğin ağaçları sidikle işaretlemesi ve geçen arabalara havlaması gibi; karıncanın yuva yapması, leyleğin göçmesi, alabalığın dere yukarı yüzmesi gibi, türe özgü bir savunma mekanizması. Bir survival kit. İnsanlar bu donanımı Newton yasaları gibi düşüne düşüne keşfetmediler; Musa ya da Zerdüşt gibi bir aracıdan da öğrenmediler. Fabrika ayarlarında var zaten.
Düşünün, tanımadığımız bir insanın yüzüne yarım saniye bakıp, güvenilir biri mi değil mi karar verme yeteneğimiz var. Cinsel partnerimize attığı yarım saniyelik bir bakış yüzünden birine hayat boyu düşman olma yeteneğimiz var. Tanımadığımız birinin öyküsündeki hayali karakter çocuğunu sevdi ya da Komançilere göğsünü siper etti diye hüngür hüngür ağlama yeteneğimiz var. Bunlar eğitimle, bilgiyle ya da dini inançla elde edilen şeyler değil. Leyleğin göçü ya da horozun ötüşü gibi, yapısal beceriler. Ahlaki yargılarımızın temeli bunlardır.
Töre, edep
HALİM: Bazı değer yargılarımızın fıtri olduğunu kabul edelim. Sizin genetik donanım ve içgüdü dediğinize ben müsaadenizle fıtrat diyeceğim, yani yaradılış. Bu yargıların vicdan dediğimiz içsel duygu ya da sizin deyiminizle “davranış algoritması” aracılığıyla tezahür ettiğini ve insanlar aleminde genel kabul gördüğünü belirttiniz; buna da itirazım yok. O halde ahlakın, en azından bir boyutuyla, fıtri bir temeli olduğuna hükmedebiliriz.
Fakat olay bundan ibaret değil ki? Mesela Hz. Musa’nın bildirdiği On Emri ele alalım. On Emrin altısı belki sizin söylediğiniz anlamda tabii ahlakın kurallarıdır – anana babana saygı göster, öldürme, çalma, zina etme, iftira etme, komşunun malına ve karısına göz dikme. Fakat diğer dört emir öyle değildir; ve dikkat buyurun, ilk başa onlar değil bunlar konulmuştur. Bir, Rabbinden başka tanrıya tapmayacaksın. İki, put yapmayacaksın. Üç, Rabbin adını boş yere anmayacaksın. Dört, Şabat yasağına riayet edeceksin.2
Kurani emirlerin pek çoğunu da, sizin içgüdüsel dediğiniz davranış kalıplarından türetemeyiz. Namazın yahut orucun fıtri donanımımızla ne ilgisi var? Hac ve zekat, gıdaya ilişkin yasaklar, nikah ve miras yasaları, takvime ve beytülmale ilişkin düzenlemeler hiç şüphesiz insanın nefsi yönelimlerinden türetilemeyecek, ilahi bir yasa koyucuyu gerektiren davranış kurallarıdır.
Sizce insanlar ilahi bir mesnede dayanmadan, bireysel ya da kolektif akıl yoluyla, meşru düzeni kurabilirler miydi?
SELİM: Önemli bir konuya parmak bastınız. Haklısınız, ahlaki yargılarımızın tümü evrensel bir temele dayanmaz. Dayandığını iddia eden Kant ve diğer liberal düşünürlerin yanıldığını kabul etmek zorundayız. .
İnsan yaşamında yer tutan ahlaki yargılara baktığımızda önemli bir bölümünün “töresel” dediğimiz davranış normları olduğunu görüyoruz. Frenkçesi moeurs, Türkçede edep diyelim isterseniz, bir devir İslam kültürünün de en önemli kavramlarından biriydi. Bu normlar insan tabiatından – ya da Kant’ın deyimiyle, kategorik bir evrenselden – türetilemezler, kültürel birtakım kodlar üzerinde mutabakata varmış bir toplumu temel alırlar. Bu normları ecdattan miras kabul ederiz. Onlar vasıtasıyla “ötekilere” karşı “biz”i tanımlarız. Evrensel değil hizbi olduklarını gayet net olarak bilir ve vurgularız. Misal: Hintliler ineğe saygı gösterir. Türkler ekmeği ayak altına almaz. Bazı Müslüman toplulukları için kadının örtünmesi ahlakın gereğidir. Zerdüşt töresinde yakın akrabalar evlenebilir. Antik Yunanlar için ailenin ve klanın tanrılarına sadakat, ihmal edildiğinde cezası ölüm olan bir ahlaki yükümlülüktür. Oysa başka topluluklar bu normları saçma, yanlış, geri, hatta ahlaksızca bulabilir.
Aydınlanma Çağı felsefesi bu gibi töresel normları yok saydı. Bir kısmını birtakım mantıki zorlamalarla akli bir temele oturtmaya çalıştı – Descartes’ın tanrıyı rasyonelleştirme çalışmasını düşünün; geri kalanını hurafe sayıp çöpe attı. 18. yüzyılın köhnemiş düzenine karşı giriştikleri isyanda belki de öyle yapmaları doğaldı. Oysa ki şurası bir gerçek, insanlar ecdada ait birtakım kültürel değerleri kutsal sayma eğilimindeler. Onları seviyorlar, benliklerinin bir parçası sayıyorlar. Onlara uymaktan onur duyuyorlar. Ahlaki yaşamın temel taşları olarak görüyorlar ve o normlara uymayan yabancıları “ahlaksız” kabul ediyorlar. Bilirsiniz: “Almanlar domuz yediği için karılarını kıskanmaz”, “Müslümanlar kadını köleleştirir”, “Aleviler mum söndürür”, “Beyaz Adam yerin ruhlarına saygısız” vb.
Bu olguları demin anlatmaya çalıştığım genetik çerçeveye sığdıramayız diyorsunuz ama aslında sığdırmak hiç zor değil. Hatırlayın, insanın organik donanımından kaynaklanan bir grup-kurma güdüsünden söz ettik. Bu güdüden türeyen normlar bir değil iki çeşittir. Bazı normlar, genel anlamda grup oluşumunu mümkün kılan yönergelerdir: misal, sözünü tut, yaşlıları say, çocuğu koru, zina yapma. Diğerleri, spesifik bir grubu tanımlayan yönergelerdir: örneğin “bizde babanın yanında sigara içilmez”, “Katolik kızları böyle davranmaz”, “Şabat yasağına riayet etmeyen kafirdir”. Ahlaki algoritmayı elbette sadece genel anlamda güveni ve işbirliğini mümkün kılan normlara indirgeyemeyiz. Kant’ın hatası buydu. Altyapıyı kurduk diyelim, e sonra ne olacak? O altyapının üzerine bina nasıl kurulacak? O binanın da kendine göre usulleri, normları, bir edep ve töresi olması lazım. Tanım gereği, bunlar evrensel olamaz. Çünkü kurduğumuz binanın işlevi “bizi” “ötekinden” ayırmak, “bize” bir kimlik ve tanım getirmek. “Biz” iyiyiz. Neden? Çünkü erkek evladımızın pipisinin ucunu keseriz, çünkü Komançiler gibi hain değiliz, çünkü kadınlarımız asla namahreme kıl göstermez, çünkü tapınaklarımızda kiraz ağaçları çiçek açar.
Bunların ahlaki normlar olmadığını söyleyemeyiz, çünkü insanlar eylem ve duygularını bu kurallar üzerine inşa eder. Bunlara gerek yok, iptal edelim de diyemeyiz, çünkü insanlar kendilerini grup aidiyetleriyle tanımlar. “Sen kimsin” diye sorduğunuzda insanlar önce mensup oldukları çeşitli grupları, yani töre birliklerini sayarlar. Bununla gurur duyarlar, bununla kendilerine değer biçerler. Bireysel kazanımlarıyla övünen insan binde birdir; daha çok modern çağın bir ürünüdür. Ortalama insana kimsin diye sorulduğunda “ben”i değil “biz”i söyler. Kimliği ve kolektif aidiyet duygusu olmayan insan yaşayamaz. Yaşasa bile, göçten geri kalmış leylek yavrusu gibi pek sefil, pek aciz bir mahluk olur.
HALİM: Tıpkı dil gibi değil mi?
SELİM: Evet dil gibi. Dil yeteneği insanlarda evrenseldir; derin yapıları, Noam Hocanın gösterdiği gibi, genetik donanımımızın parçasıdır.3 Ama diller birbirine uymaz. Hatta Babil Kulesi meselinde gördüğümüz gibi, dilin esas işlevi insan topluluklarını ayrıştırmak olabilir. “Bizden” olanla anlaşırız, “yabancıyı” dışlarız. Büluğ çağından sonra yabancı bizim dilimizi öğrenip konuşsa bile kimseyi kandıramaz. “Yabancı, güvenilmez, potansiyel düşman” damgasını her kelimesinde, her hecesinde taşır.
Toparlarsak, demek ki Bir, içerik bakımından evrensel olan normlar var: çocuğu koru, borcunu öde gibi. İki, içeriği ümmetten ümmete değişen ama yapısal özellikleri benzeşen normlar var: ecdadın tanrılarına saygı göster, cenaze törenine katıl, kırkıncı gün helva dağıt, bayramlarda önce büyüğün sonra küçüğün elini öp, mambo jambo ayini yapmadan sevgilinle sevişme, Şabat günü lamba yakma, milletin yiğitleri hangi sakalı bırakıyorsa sen de öyle yap, eşcinsel bulursan taşla gibi.
HALİM: Açık ve net söyleyin, bu saydığınız normların varlığı sizce kötü bir şey mi? Bu normlara uymalı mı uymamalı mı sizce?
SELİM: Böyle normları olmayan bir toplum görülmediğine göre kaçınılmaz bir insani gerçekten söz ediyoruz, değil mi? İnsan topluluklarını güzel ve ilginç kılan her şey bir bakıma bu normların ürünüdür. “Kültür” dediğimiz şey nihayetinde edeptir, toplumsal töre’nin bir dışavurumudur. Toplumlar eserleriyle, tavırlarıyla, yaşantı biçimleriyle, kendilerine has olan edebi ifade ederler veya etmeye çalışırlar. Böyle bir şeye “kötü” demek için aklımı yitirmiş olmam gerekir. Edepsizliği kim savunabilir?
Araplar bir toplumun töresel davranışlarının inceliklerini ele alan ilim dalına edebiyyat adını vermişler. Düşündükçe ne kadar şahane bir adlandırma olduğunu daha iyi kavrıyorum.
HALİM: Peki uymalı mı?
SELİM: Hayır. Her zaman sorgulamalı. Her zaman vicdan ve akıl miyarına vurmalı, ve ancak o terazide ağır basıyorsa benimsemeli. Akıl ve vicdanın, gelenek ve görenek havuzunda uykuya dalmasına asla izin vermemeli. Unutmamalı ki, tıpkı dil gibi, töre statik bir şey değildir. Sürekli evrilir. Hatalarından ders çıkarır, ilk bakışta doğru görünen normların uygulamada talihsiz sonuçlar doğurabildiğini görür, değişen koşullara ve yeni insani durumlara ayak uydurur. Daha önce iman konusunda söylediklerimi aynen tekrar edeceğim. Töreye teslim olmak, insanın en değerli varlığı olan vicdanını susturmak demektir. İsterse dünyanın en güzel töresi olsun, isterse alemlerin yaratıcısı tarafından bizzat dikte edilmiş olsun, fark etmez. Normları sabitlediğiniz anda ahlaki davranışın temel motoru olan vicdani sorgu mekanizmasını stop etmiş oluyorsunuz.
HALİM: Sizin gibi filozofluğa meraklı olmayan kitleler açısından öylesi de yeterli oluyor çoğu zaman.
SELİM: Tabii, motoru stop ettikten sonra araba bir süre atalet gücüyle yola devam edebilir. Sonra duvara çarpar, ya da yokuşa gelir durur. Törelerine teslim olan toplumlar ahlaki dinamizmini yitirmiş toplumlardır. “Dur bakalım ne oluyor burada” sorusunu sorma yeteneğini kaybetmişlerdir. İlk bakışta zararsız bir muhafazakarlık sanırsınız, hatta sevimli bulabilirsiniz: geleneksel toplum, ne şirin! İlk linçler geldiğinde “töre işte, ne yaparsın” deyip omuz silkebilirsiniz. Vicdani pusulasını yitirmiş olan toplum adım adım ahmaklaşmanın ve cinnetin girdabına kapıldığında fark edersiniz yaptığınız hatanın dehşetli boyutlarını.
Organize dinlere, ya da en azından bugün var olan biçimiyle klasik dinlere en temel itirazım bu sanıyorum. Bunların temel işlevi toplumsal töreyi kutsallaştırmak. Sorgulanmaz ve dokunulmaz hale getirmek. Var olan toplumsal pratiği bir teori ağıyla sarıp sarmalayıp kıpırdayamaz hale getirmek. Sorgulamaya kalkanları caydıran, caymayanı cezalandıran bir baskı mekanizması sağlamak. Bu anlamda da yine vicdanı ve onun ürünü olan ahlakı zapturapt altına almak.
Dinle mücadele etmek lazım ki edep serbestçe nefes alabilsin, bireysel vicdanla doğal alış verişini sürdürebilsin desem, bilmem meramımı iyi ifade etmiş olur muyum?