Friday, December 12, 2014

Sözlük çalışmasına devam


Bunlar 11 – 18 Kasım arası çalıştıklarımın bir kısmı. Bugün 19 Kasım. Not almazsam unutuyorum.

Sıkıntı: 17. yy’da sadece “sıkılmış meyve suyu” anlamında. “Dert, kasvet” anlamı 19. yy’da mevcut.

Dişlek eskiden “dişlenmiş” demekken sonradan “dişi eksik”. Düzgün 19. yy’dan önce sadece “preparat, kimyasal karışım, kozmetik madde, göz sürmesi”; düzülmüş şey gibi. 1876’da Vefik Paşa üçüncü yahut dördüncü anlam olarak “muntazam” demiş.

Çizi krakerdeki çizi (cheesy) eklendi. Sübye2 (badem ve kavun çekirdeği şerbeti) eklendi. Lizozomkovalentgeoidkaykaybestsellergrafthat trickblisterlevitasyonlaylaylom eklendi. Eskiden maddealtı olan topakilaheilahiyatçıtı pıtı için ayrı madde açıldı. 

İlahiyat ve ilahe 19. yy sonlarında uydurulmuş, Fransızca théologie ve déesse çevirisi. İslam geleneğinde böyle kavramlar yok. Mekke’deki dişi tanrılar ilahe değil, sanem diye geçer. Çıtı pıtı madde olmaya değer çünkü orijinal anlamı “hafif ses, çıtır pıtır” iken, 20. yy ortalarına doğru “ufak tefek” anlamını kazanmış.

+lı/+li ekinin evrimine ilişkin bir kafa karışıklığı vardı, düzeltildi. 20’ye yakın madde gözden geçirildi. Baki, cari, fani, müfteri, mühtedi, müsavi, müşteri, mütevelli, tedavi, terakki, veli vb. Arapçada uzun ye ile yazılmaz, oysa Osmanlıcada genellikle öyle yazılır, düzeltildi.

Frenkçe +oid ile biten kelimelerin bir kısmı oid, bir kısmı oit yazılmıştı, hepsi TDK’nın istediği gibi oit yapıldı (asteroit, androit, şizoit, tiroit, negroit, tabloit). Sonra vazgeçildi, kararsız kalındı.

Bir değil iki tane grip var, biri film setinde kamera tutan adam. Buram buram’daki buramın kokuyla ya da buğuyla alakası yok, burmak fiilinden, “halkalanarak dumanı tütme” anlamında. Düşününce basit aslında ama düşünememişim. Branda esasen hamak, 1950 dolayında hamak bezi. Tıkmak ile tıkamak 16.-17. yy’da ayrışmış. Peki tıkaç hangisinin türevi?

Sürmek fiili tüm Türk dillerinde var ama geçişsiz anlamda kullanımı ('işim uzun sürdü') Türkiye Türkçesine mahsus. Türkçede +r ile biten fiiller normal olarak geçişsiz olmaz. Çatı 17. yy’da sadece binanın üst örtüsünü tutan çapraz kaburga ağaçlarının adı, çatılan şey yani. 19. yy’da üst örtünün kendisi olmuş. Düşünürsen bizim ustalar da bazen o anlamda kullanırlar ('çatıları çaktık Sevan Abi').

Tıp (iyileştirme) ve tayyip (iyi) aynı nihai kökten. Arapçada kalırsan anlaşılmıyor, ilkinin kökü Tbb, ikincisinin Tyb çünkü. Ama Aramice ve İbraniceye bakınca anlaşılıyor, ortak kök Tb, çünkü o dillerin grameri iki harfli köklere izin veriyor, Arapça vermiyor.

Dalkavuk Vefik Paşa’nın iddia ettiği gibi “yalın kavuk” mu, yoksa benim tahmin ettiğim gibi “kavuk sallayan” mı? Yarım saat uğraş, ufak tefek düzeltmeler yap, kesin sonuç yok halâ. 

Sapık 17. yy’da “sapa” anlamında, ana yoldan uzak yer. Güç ve gütmek aynı kökten, güvenmek de muhtemelen onlarla alakalı, ama Türkçe kökler meselesini şimdilik ertele, gayya kuyusudur. Güllabi iki alakasız kelime, biri gül suyu, diğeri tımarhane.

Kama bir sürü kaynakta Kafkas dillerinden alıntı diye geçer, hatta Ermenice olduğu söylenir. Kesinlikle değil, Türkçe, kakma demek, ikinci kafın yutulması tipik. Eski örneklere bakınca kuşku kalmıyor. Ermenice kam (çivi) apayrı kelime, alakası yok.

Pafta 1. vida dişi açan alet, 2. giysiye dikilen pul ya da payet, 3. harita yaprağı. Üçü de aslında aynı kavram, dikiş demek. Sözlükte vardı bunlar, ama çok kötü ifade edilmişti. Ayrı ayrı örneklerle netleştirildi.

Üşenmek ve usanmak aynı fiilin telaffuz ayrımına uğramış halleri. Zamanla anlam ayrışması olmuş, adım adım izleyebiliyorsun.

“Art” anlamına gelen peş 17. yy’da henüz yok, sanırım 18. yy’da aniden moda olmuş. Kafa karıştıran detay şu: Farsçada “ön” anlamına gelen pîş de bazı türevlerde Türkçe peş diye söylenir, peşgir (önlük), peşrev (introduction), peşîn (önceden) gibi. Eski yazıda fark belirgin, bu son saydıklarım daima ye ile uzun yazılıyor. Yeni yazıda ayrım kalmadığı için kafa karışıyor.

Eyvallah Arapça mı yoksa Türkçe eyi vallah mi demek? Modern Arapça kaynaklar elimde olmadığından çözemedim. Uğurlamak 17. yy’da “hırsızlık etmek, soygun yapmak” demek. Uğrulamak değil, gayet net yazılmış, uğûrlamak. Anlam bağını anlatmak şimdi uzun sürer, ama anlaşılamayacak bir şey değil. Üs sözcüğünün matematikteki kullanımı (8 üssü 5) Yeni Osmanlıca, 19. yy sonu, Fransızca base çevirisi.

Alt ve üst Eski Asya Türkçesinde yok, Clauson açıklamakta zorlanır, ben de lafı dolandırdıkça dolandırmışım. Şimdi netleşti. Genel kural: Oğuzca ve Kıpçakçanın, yani Türkiye Türkçesi, Azerice ve Tatarcanın atası olan Eski Batı Türkçesi, birçok açıdan Eski Asya Türkçesinden daha muhafazakâr bir diyalekt.

Alayiş binde bir de olsa halâ “tantana, gösteriş” anlamında kullanılır. Vefik Paşa buna galat-ı fahiş demiş. Alayiş (bulaşma) başka, arayiş (gösteriş) başka. Refah esasen “dinlenme, kafa dinleme” demekken 19. yy’da “bolluk, ekonomik rahatlık” ağır basmış.

Saat ibresi anlamında akrep ilk 16. yy’da görülüyor galiba. Arapçada var mıdır emin olamadım.

Demirhindi’nin temr-i hindî yani “Hint hurması” olduğunu biliyordum elbette. Ama Tevratta geçen Tamar/Thamar adının İbranice “hurma” anlamına geldiğini farketmemiştim.

Asır çok ilginç. Arapça anlamı “çağ, dönem”. “Yüz yıllık dönem” anlamı Fransızca siècleçevirisi, 19. yy Osmanlıcası. Buraya kadar normal, esas macera Aramice-İbraniceye bakınca başlıyor. İbranice ayin ve sad ile asereth (eth dişil eki) neymiş? 1. “sıkışma, kalabalık,” 2. “büyük panayır, festival, özellikle Pesah’tan sonraki elli günlük kutlama döneminin sonundaki Sukkoth festivali”, 3. dolayısıyla “yıllık dini günler takvimi, yıl”. Fiil kökü ayin ve sad ile ‘asar “sıkma”. Bak şu işe ki Arapçada da ‘asar “sıkma” demek, özellikle meyve suyu sıkma. “Sıkılmış meyve suyu” anlamında usare oradan

İslami teknik terimlerin neredeyse tamamı İbranice veya Aramiceden alıntı; hiç boş çıkmıyor. Hülle de öyle sanırım. Bkz. İbranice hillel ve hullāl “yemin bozmak, koşer statüsünü bozmak, zina veya boşanmış bir kadınla evlenme nedeniyle rahiplikten tard edilmek”. Ama tam emin olamadığım ayrıntılar var.

Yeni Osmanlıca tabirata devam: Reddiye 20. yy ortası, dansöz anlamında rakkase yine o civarda (Arapça rakkase: bir tür dans). “Canlılık” anlamında hayatiyet 1940’lar, “mühim” anlamında hayatî 1920’den önce. Tayf esasen “hayalet” demek, 19. yy sonunda optik tabiri olması Fransızca spéctre çevirisi. O da “1. hayalet, 2. spektrum”. Tensik (düzenlemek) fiilinden tensikat (düzenlemeler), 1908 ihtilalinden sonra yapılan bürokratik kıyımın yandaş medyadaki adı imiş. O tarihten bu yana “ihtiyaç fazlası memurları işten çıkarma” anlamında kullanılıyor.

Şifah dudak, şifahî “dudaksıl, dudağa ait”. “Sözle verilen ama yazıya geçirilmeyen emir” anlamı 19. yy bürokrasi dilinde türemiş. Tereddi İslam hukukunda “hayvanın bayırdan düşerek ölmesi”. Allah bilir hangi nedenle 20. yy başlarında Fransızca dégéneration karşılığı olarak benimsenmiş, 1920-30’ların en popüler kavramlarından biri olmuş, sonra yozlaşmadiye Öztürkçesi icat edilmiş.

Mikyas “ölçü”; ilk kez 1900 tarihli Kamus-ı Türki’de görülen ilave anlamı “harita ölçeği”. Mevki “konum, konak”, yine aynı sözlükte ilk kez “vapur, tren ve tiyatroda farklı fiyatı olan bölüm”. Aynı sözlükten devam: iptidai (primitif, ilkel), tahkikat (recherche), inzal(ejaculation), teşrî (legislation, yasama), peyk (satellite, uydu), rüşeym (embryon), aksülamel (réaction, tepki), mazbatavukuat. “Yürürlükteki yasa ve kurallar” anlamında mevzuat ilk kez 1945’te sözlüğe girmiş. 1945’te ilk kez görülen diğerleri: zerk etmek(injection), vecize (locution), insiyak (instincte, içgüdü), inkişaf (dévélopement). Osmanlının uydurmasyoncası Öztürkçecilerden zerre geri kalmıyor.

İvaz “bedel ödeme, adak adama”. Sözlükte vardı tabi, yenilik yok. Ama fark etmemiştim, Hacı İvaz yani Hacivad, Türkçe Satılmış adının tam çevirisi. (Arapça dad harfi Türkçede bazen z bazen d olur, kadı/kazasker, ramazan/ramadan gibi.)

Tesadüf Arapçada ve 17. yy’da sadece “yolda birine rast gelmek, denk gelmek”. Soyut düzeyde “iradi kontrole tabi olmayan olay” anlamına 19. yy’dan önce rastlanmıyor. Ki İng/Fr accident kavramının o anlamı yüklenmesi de hayli geçtir. OED elimde değil, şimdi tam tarihini çıkartamadım, ama sanırım 18. yy olmalı. Bir ara bunu düşün: modern çağdan önce tesadüf kavramı var mıydı? Kavranabiliyor muydu? Kaza desen, “Allahın yargısı” demek. Kısmet desen “Allahın takdir ettiği” demek. Allah kavramı, bazı şeyleri henüz kavramlaştıramamanın eseri midir? Bir tür zihinsel azgelişmişlik?

Temkin esasen “pekişme, güçlenme” dolayısıyla “iktidar sergileme”. Meninski “vekar, kudret” demiş. Temkinli ilk kez 1900’da Kamus-ı Türki’de görülüyor, “ağır, vekarlı, sebatlı, metanet sahibi” diye açıklanmış. TDK 1945 basımı “ağırbaşlı” demiş. Bugünkü egemen anlamı ise “risk almama”. Evrime bakınız: “kudretli” > “ağır abi” > “ağırdan alır” > “korkak”. Gerçek dünyada da öyle değil midir? İktidar korkaklaştırır.

Elbise düğmesi 15. yy’da İtalya veya Felemenk’te icat edilmiş, Ortaçağ teknolojisine ilişkin bir kitaba başladım, oradan öğrendim. Eski Romalılar, Abbasiler, Haçlılar vb. henüz düğmeyi bilmiyorlardı yani, entari, aba, bornoz tipi şeyler giymişler. Türkçede esasen “düğüm” anlamına gelen düğme 1680 tarihli sözlükte elbise düğmesi anlamında geçiyor. Daha erkeni de vardır mutlaka ama bulamadım. Evliya Çelebi ise daima kopça diyor, daha ziyade gâvurların kullandığı egzotik bir nesne gibi söz ediyor. Kopça Bulgarca yahut Sırpça. Daha önce acaba Türkçe *topça ile alakalı olabilir mi diye fikir yürütmüştüm (Latincesi globulus mesela, “topçuk” demek). Ama değil sanırım. Olaydı Evliya farkında olurdu.

Dolay ve dolayı 17. yy’da sadece “çevre” anlamında. Mantıki illiyet ifade etmesi 19. yy’da. Dolayısîle (bilmünasebe) 1835 tarihli Bianchi sözlüğünde yok, 1876 tarihli Vefik Paşa’da var.

Kılık kılmak fiilinden, esas anlamı 19. yy’a dek “tavır ve hareket, adap, eylem tarzı”. “Giyinme tarzı” anlamı 19. yy’da öne çıkmış. Enteresan bir şekilde Arapça kıyafetsözcüğünün evrimi de aynı, ama o daha erken.

Farsça zer ve İngilizce gold aynı kelime. Daha önce de okumuştum, üzerinde durmamıştım, ya da aklım basmamıştı. İşin mekaniğine hakim oldukça olay çok basitleşiyor, “çocuk bile görür bunu yahu” oluyorsun. Hintavrupa Anadilindeki ötümlü damaksıl patlayıcıların (yani g, gh, gw, ghw) Hint-İran dillerinde sibilantlaşması (yani j, c, z ve dz seslerine dönüşmesi) standart kural. Farsçada r/l istikrarsızlığı da malum. Dolayısıyla *ghel zer. Hakikaten basit, çok ciddiyim. Gold’daki d ektir, parıl-dı gibi bir anlamı var. Farsça eşdeğeri zerd, “altın sarısı” anlamında. Ayrıca bakınız Slavca zlato, zoloto, zloty (altın). Bize ne bunlardan derseniz zerdezerdalizerdeçalzerrin ve zırnık (zer-nîk) derim.

Arapça kaf ve tı ile kutr öncelikle “halka”, ikincil olarak “yuvarlak olan her şey, küre, top”, geometride ise “dairenin veya kürenin çapı”. Bizde kutur. Aramice yine kaf ve tı ile katar “halkalanmak” ve ikincil olarak “dumanı tütmek” ve “tütsü”. Oradan ktreth “tütsü olarak yakılan reçine, sakız”. Arapça katre (ağaç sakızı, reçine) ve katran (çam sakızı, dolayısıyla sakız kıvamında neft, zift) Irak Aramicesinden alıntı mı, Arapçada paralel bir gelişme mi emin değilim.

Kurnaz Türkçe kurmak fiilinden gelir sanırdım. Değil galiba. Bir kere +naz ekini açıklamak zor. İkincisi eski sözlüklerde kurnas ve kurnaş geçiyor, 1900’den önce kurnaz yok. Anlamını da “hilekâr, ahlaksız, dolandırıcı, deyyus” diye vermişler.

Kubur 1. “lağım, kanalizasyon,” 2. dolayısıyla “yer altı su borusu, künk”, 3. “silindir şeklinde ok çantası”. Üçüncü anlam “boru” fikrinden mi türemiş, yoksa ayrı kelime mi? Karar veremedim.

Vakıa 18. yy’a dek öncelikle “rüya” demek, daha doğrusu rüyada gelen ve bir anlam ifade ettiği varsayılan şey. “Olay” anlamı 19., “olgu” anlamı 20. yy’da öne çıkmış.

Daha bir sürü var ama bu yetsin, işimden geri kalıyorum.

Wednesday, November 5, 2014

Hapiste boş oturma çalış

Nişanyan Sözlük'te son aylarda yaptığım düzeltmeleri arkadaşlar dün ya da bugün sisteme yüklemiş olmalı. Bakın bakalım iyi olmuş mu?
*
22 Temmuz’da bilgisayar kullanmama izin verdiler. O günden beri haftada önceleri dört, sonra beş gün, günde altı yedi saat sözlüğüme çalışıyorum. Şakran’dayken kâğıt üzerinde de epeyce çalışmıştım. O notları sisteme geçirmek iki aydan fazla vaktimi aldı.
Esas yaptığım iş, her kelimenin Türkçe metinlerde tespit edebildiğim en eski örneğini alıntı olarak sözlüğe eklemek. Tabii bir tane alıntı bulmakla iş bitmiyor. Aşağı yukarı her kelimenin zaman içinde ortaya çıkmış birden fazla anlamı ve türlü nüansı var, onları da belgelemek lazım. Kelimenin telaffuzunda ve yazımında değişiklik olmuşsa onu da bazen göstermek gerekiyor. Türkçede bugüne kadar böyle bir çalışma yapılmamış. Yakınına bile gelinmemiş. Bu işin ağababası Oxford English Dictionary’dir, Victoria çağında bir tane deli adamın, Charles Ed. Murray’in eseri. Fransızca, Almanca ve İtalyanca’da da harikulade çalışmalar var. Başka dillerde varsa ben bilmiyorum.
Elimde 1470 küsur, 1545, 1680, 1835, 1876, 1900, 1924 tarihli Osmanlıca sözlükler ve TDK sözlüğünün 1945 ve 1955 basımları var. 4000 sayfalık Evliya Çelebi’yi, Fuzuli Divanını, Miratül Memalik’i, Codex Cumanicus’u, geçenlerde baskısı çıkan III. Murad’a ait Kitabül Menam’ı taramayı bitirdim; şimdi Tacü’t-Tevarih’i çalışıyorum. Manyasizade’nin Gülistan tercümesi sırada. Aşıkpaşazade ve Kâtip Çelebi’nin güvenilir yeni yazı edisyonları var mı, bilmiyorum. Bilginiz varsa haber verin lütfen, işime yarar. Eski yazı olmuyor. Eski yazıyla bir tane kitap (Ahmed Şerif, Anadolu’da Tanin, 1909) taradım, çok fazla vaktimi aldı. Bir bakışta bütün sayfayı göremiyorum, mıy mıy mıy her cümleyi heceleyerek okumam lazım. Olmuyor.
Sözlükte halen 14,744 maddebaşı var. 22 Temmuzdan bu yana 5,177 maddede toplam 12,485 düzeltme ve ekleme yapmışım. Daha doğrusu bunlar teker teker elle yaptıklarım. Search & replace ile yaptıklarımı, veritabanı manipülasyon programını kullanarak yaptığım otomatik işleri sistem saymıyor. Onlar daha çok yazım tutarlılığı ile ilgili işler, tırnak içinde tırnakları sistemleştir, alıntıda geçen maddebaşı kelimenin altını çiz, Almanca isimlerin ilk harfini büyüt, son harfi ye ile biten Arapça kelimelerin imlasını düzelt gibi şeyler. Sayılmadılar.
2,977 tane yeni alıntı eklemişim. Toplam alıntı sayısı böylece 9,357’yi bulmuş. Daha bir 10,000 tane kadar gerekir diye düşünüyorum; ideal toplamın 20,000 civarında olması lazım. Alıntı koymaya 2011’de başlamıştım. 2012’de Arsen, sonraki yaz Lora ve Bahar Cumhuriyet ve Milliyet arşivlerini taramada epey yardımcı oldular.
Yeni eklediğim maddebaşı kelimeler 226 tane. Bunların bir kısmı daha önce başka madde altındayken bağımsızlığa kavuşan derivatifler (atıştırmak, yolsuzluk, mülkiyet, ekşimik, yekpare, yekdiğer, saçma, götürü, senatör, garantör, kaldıraç, sevişmek, davetiye, lebiderya, halen, dezavantaj, dipçik, denizanası, yeniçeri vs.). Nişanyan Sözlük sade etimolojik sözlükten tarihi VE etimolojik sözlük olmaya doğru evrildikçe bu kelimeler de önem kazanıyor. Bugünkü anlamda davetiye ilk kez 1900’de kaydedilmiş. Sevişmek ta 1950’lere dek “karşılıklı birbirini sevmek” demek, seksileşmesi sonra. Lebiderya “denizin kıyısı” demek iken “deniz manzaralı” anlamına 1970’lerde evrildi. Denizanası Evliya Çelebi zamanında deniz amı diye geçiyor. Etimolojik anlamda, yani köken itibariyle ilginç kelimeler değiller. Ama tarihi açıdan fantastik, değil mi?
Komple yeni olanlar 147 tane:
adana (kebap adı), agronomi, akar2 (minik sinek), amniyosentez, badya, behram, beybi, bıcır, bık bık, bonibon, break (boks terimi, bilgisayar terimi, dans türü), bulak, business, celali, celebrity, cibayet, couture, cover, çekçek, çırmık, dağlıç, dıdısının dıdısı, dilrüba, dulda, dum duma, eciş bücüş, efil efil, eğrek, emülgatör, faseta, festekiz, fevç, fılatiir, fısür, freak, freelance, frustre, gözgü, gurk (kuluçkaya hazırlanan tavuk), hab (uyku), happy hour, harddisk, hassa2 (sad ile özellik, sin ile duyu), havai, helme/helmelenmek, helot, hemipleji, hık, hilti. hodbin, hohlamak, illuminati, implant, in cin, inkısar, istima, izbarço, junior, kabala2 (“toptan” anlamı ayrı, Yahudi batıniliği ayrı), kalcı, kannabis, kantara, kelli (gayri anlamında), kemane, keşşaf, kickbox, klark çekmek, kobi, kupez, kuşane, lamekân, lorta, loser, lounge, lutr, mansur, maskara2 (makyaj malzemesi), metretul, mirket, mozzarella, muhaberat (modern Arapçadan), muharrer, murabba2 (dörtgen ayrı, reçel ayrı), musannif, müşabih, müterakim, nasır, nim, ninja, niyabet, numeratör, nusret, oğul2 (arı şeysı), om, orsa, otriş (devekuşu tüyü), panadura (domatesmiş), panç, pelet, pıtırcık, post-it, prekarize, premium, queer, quiz, reha, rikâp, rödövans, rubu tahtası, sandre, sazende, shingle, sırtı (bir tür olta), sin2 (bir yaş, iki mezar), single, sitcom, siyak, slow, sorbe, stensil, stick, sureta, suzinak, sübliminal, süfla, sürümek, şah2 (şah damarı ve şaha kalkmak, hükümdar olan şahla alakası yok), şambre2 (bir tür kumaş ayrı, ılınmış şarap ayrı), şelişepik, şıpıdık, tegafül, tillah, tiye almak, toma (toplumsal olaylara müdahale aracı), topic, tutarık, über, vinyl, viral, wireless, x-ray, yelve, yuka, zero, zırtarmak.
Her gün gazeteyi elimde kalemle okuyorum, “nahann! bu yok bende” diye ara sıra zıplıyorum. Taraf’tan bir tane bile çıkmıyor. Buna karşılık Hürriyet çok cesur. Özellikle magazin sayfaları ve sektör ekleri birer hazine.
Nasır (elde ayakta olan cinsi) yokmuş sözlükte, iyi mi? 18 sene boyunca gözden kaçmış. İzbarço yahut helot veya kickbox niye yok sözlüğünde diye kimse laf etmez herhalde, ama nasır olmaması ayıp.
*
On iki küsur bin düzeltme dedim. Ciddi ve yüz kızartıcı cinsten etimoloji hatası beş-altı tane çıktı. Mesela sürre (Osmanlı zamanında hac kervanıyla Mekke’ye gönderilen hediyeler) sözcüğünde uçmuşum. Halikarnas Balıkçısı ekolüne uyup kaldırım kelimesine Rumca etimoloji aramıştım; o da besbelli yanlış. Feci sayılabilecek editör hataları da var tek tük. Mesela “cetvel” anlamına gelen mastar ile “fiil kökü” anlamına gelen mastar yer değiştirmiş.
Yaklaşık 50 kelimede beni heyecanlandıran yeni etimolojik derinlikler buldum. Her biri birer ikişer Kelimebaz yazısı değer. Sade son bir haftadakilere (13-17 Ekim) değineyim:
Pür neşe ve pür nur o mevki’deki pür. Farsça, “dolu” demek. Bu kadarı vardı sözlükte tabii. Olmayanı şu: Sözcüğün Hintavrupai orijinali *pln-os. (HAv /l/ Farsçada daima /r/ verir; Orta Farsça purn kayıtlı.) Latince plenus (dolu) ve İngilizce full (dolu) aynı kelime. Poligami’deki Yunanca polys (çok) aynı kökün türevi.
Soytarı’nın aslı sa’terî, en az 18. yüzyıla dek böyle yazılmış. 1680 tarihli sözlükte “zıbıkçı avret” diye tanımlayıp şöyle açıklamış: mulier qui utitur instrumento zübuk modo explicato & se pro viro gerit, yani “zıbık adı verilen aleti kullanarak erkek rolü oynayan kadın”, anlam genişlemesiyle “rezillik, utanmazlık”. Arapça sözlüklerde sa’ter = “yapay penis, zıbık” diye vermişler. Klasik Arap sözlükçüleri Yunancadan alıntı olduğunda hemfikir imişler. Aslı tabii ki Yunanca satyros “1. Dionysos kültünde keçi ayaklı ve çıplak fallus ile tasvir edilen efsane yaratığı, 2. Eski Yunanda takma fallus taşıyan oyuncuların oynadığı gülünç ve müstehcen oyun.”
ˁÎd عيد bayram, özellikle Kurban Bayramı. Türkçede artık pek kullanılmıyor, ama muˁayede معايدة (bayramlaşma) sözüğünü hâlâ bilenler var. İslami teknik terimlerin neredeyse hepsi gibi Arapçaya Aramice/Süryaniceden alıntı. Aramice ˁîd “1.yıldönümü, özellikle Hıristiyan geleneğinde yılın belli bir azize adanmış olan günü, yortu, 2. ay dönümü, kadınların ay hali, periyod”. ˁîddetâ bunun dişil hali, yine “ay hali” anlamında. Arapçası ˁiddet “İslam hukukuna göre boşanan kadının bekleme süresi” olmuş. (Aramca fiil kökü ayin daleth. Arapçadan farklı olarak Aramice, iki harfli köklere izin veriyor ve fiil çekimi buna göre yapılıyor. Arapça gramer üçlü kökü zorunlu kıldığından, birinin kökü ayın ya dal, diğerininki ayın dal dal sayılmış, ikisi arasındaki anlam ve köken ilişkisi gözden kaybolmuş.)
Arife, Arapçası ˁarefe. Geleneksel Arap filolojisi burada iyice sapıtmış. Sözde Arafat dağından gelirmiş, Kurban Bayramını müjdeleyen boru o dağda çalınırmış, falan filan bir sürü palavra. Oysa hepimizin bildiği İbranice (ve Aramice) ˁerev “şabat arifesi” demek, yani “Yahudilerce kutsal sayılan Cumartesi gününden önceki akşam ve o akşam yapılan tören”. Sözcüğün esas anlamı “gün batımı, akşam”. Beth harfiyle ˁereb ערב yazılıyor, ˁerev okunuyor; “batmak” fiilinden geliyor. Bir Sami dilinde, muhtemelen Fenikecede “Batı” anlamına gelen ˁerebâ sözcüğüyle kökteş olduğu kesin de, Yunanca Europa oradan mı gelir emin olamıyoruz..
Put anlamına gelen sanem yine Arapçaya Aramiceden alınma bir sözcük. Aramice sad, yani kalın s harfiyle ṣelem Yahudilere göre “put, Musa’nın lanetleyip kırdığı kutsal inek tasviri”, Hıristiyanlara göre “aziz tasviri, ikona”. Aynı ṣlm kökünden gelen diğer kelimelere bakıyoruz: “kara”, “koyu renk”, “koyu renkli boya ile boyama”, “karalama”, “gece karanlığı” vs. Kalın s ile ṣalmoth, hem İbranice hem Aramice “karanlık”. Belli ki kara > kara boya > boyalı resim gibi bir anlam evrimi olmuş. Salmoth dedik, biz bu kelimeyi tanıyoruz. Aynı kökün öz-Arapça biçiminden, kalın za ile ulmet = “karanlık”. Genel kural, karşılaştırmalı Sami fonolojisine dair her makalenin ilk üç beş sayfasında karşına çıkar: öz-Arapça üç ayrı ses, kalın sad, kalın za ve kalın zad/dad, Aramice ve İbranicede tek sad sesini karşılar. Budur.
Bunlar göz kamaştırıcı olanlar. Daha sıradan yüze yakın ufak inci sayabilirim, hepsi son bir haftanın rekoltesi. Mesela nakış Arapça “çizim”, ama en dipteki anlamı “çalma, vurma, bıçak vurma”. Münakaşa aynı kökten, “çatışma, vuruşma”; “karşılıklı birbirinin karizmasını çizme” diye de yorumlayabilirsin, o da çizim sonuçta.
Atmosfer’deki sfer “küre” demek, ama orijinal anlamı “şişkin şey, top, balon”. Yunanca spairô (üflemek, solumak) fiilinden. Elbette Latince spiro (solumak) ve spiritus (soluk, nefes, ruh) ile eşkökenli.
Siyonizme adını veren Kudüs’teki Siyon tepesi esasen “işaret için konulan taş yığını” demekmiş. Arapça ortak kökten ṣawân “taş yığını, çakmak taşı madeni”. Kuru taş yığını için savaşıyorlar, evet.
Sinkaf değil ince k ile sinkâf olacak, nasıl farkına varmamışım hayret. İki ayrı şambre var, biri kumaş çeşidi (chambray), öbürü oda sıcaklığına ılınmış şarap (chambré).
Bilardo İtalyancadan değil Fransızcadan alıntı. En erken 1835 tarihli Kieffer & Bianchi sözlüğünde buldum. O devirde çift sessizle biten Fransızca maskülen kelimelere +o eklemek usulden.
Fransızca tıp ıstılahında kyste (kist, su dolu torbacık) ve cyste (mesane, yani sidik torbası) ayrı yazılıyor, yoksa ikisi aynı Yunanca kelime. Sistit (cystite) kist iltihabı değil, mesane iltihabı.
Türkçe sömürmek, aslen geniz n’siyle söŋürmek “hapır hapır yemek, yalayıp yutmak” demek. Aynı kelime İç Anadolu ağızlarında soŋurmak olur. 1920’lerde bunu duymuşlar, soğurmak diye ÖzTürkçenin dağarcığına ayrı fiil olarak eklemişler. Frenkçe absorber karşılığı, ki esasen o da ‘‘çiğnemeden yutmak” demektir.
Antik Yunanca ksystra “1. ahşap yontma bıçağı, 2. kumaşın havını sıyırma bıçağı.” Bizde şimdi “ahşap yontma aleti” anlamında sistre var, Yunancadan alıntı. Acaba Farsça ustüre de oradan alıntı olabilir mi? Orta Farsça gstura ve wstura biçimleri vardı diye hatırlıyorum, ama kaynaklar elimde değil. Kesin bir şey söyleyemem. Fransızca bisturi (keskin cerrah bıçağı) Şark dillerinden alıntıdır, nihai olarak Farsçaya dayanır.
*
Etimoloji ile ilgili olanlar böyle. Demin söylediğim gibi esas yoğunlaştığım bunlar değil, tarihi evrim.
Mesela “nefes kesici” anlamına gelen Arapça şahîk’ten şahika “dağ zirvesi” ilk kez 1890’larda görülmüş. Şair icadı olmalı.
Şaka esasen “incitme, can acıtma”. Evliya Çelebi’de “kaba ve gürültülü eğlence” anlamında geçiyor. Daha nötr bir anlama 18. yüzyılda kavuşmuş olmalı.
Sözcük ikinci kuşak Dil Devrimi ürünüdür diye biliriz, 1960’lardan önce görülmez, Nurullah Ataç’ın bildiği kelimelerden değil mesela. Ama bak, 1680 tarihli Meninski’de var. Vocabulum demiş, söz’ün küçültme hali, “kelime” anlamında.
Seyir ve seyeran Arapçada “yol alma, yürüme, promenad” demektir. 1330 tarihli ilk Türkçe örneğimizde aynen öyle. Ama 1680’e geldiğimizde “gösteriye bakma” anlamı ortaya çıkmış bile. Türkçeye has bir derivatif anlam.
Serseri aslen isim, “başıboşluk” demek. Sıfat olarak kullanımı avam dili, 17. yüzyıla doğru.
Serv 19. yüzyıla dek standart. Evliya’nın bir iki yerde kalemi sürçüp selv yazmış. Selvi ancak 1900’da kayda geçmiş, o da “feci yanlıştır, sakın öyle demeyin” makamında.
Senyör “feodal derebeyi”, Fransızcadan; sinyor Can Bartu’nun lakabı, İtalyancadan; senyor Meksika’da hitap sözü, İspanyolcadan.
Saye “gölge”. Mecazi kullanımını tam tarihlendiremedim. Tacü’t-Tevarih’te (1574) “etkili bir kişinin nüfuz alanı” anlamında birkaç kez geçiyor. Hazreti padişahî sayesini penah edindi demek, onun “gölgesine” ya da “nüfuz alanına” sığındı demek, “onun yüzünden” ya da “ondan ötürü” gibi bir anlamı henüz var mı? Çıkartamadım.
Sarf: üç anlamını ayır, üçünü ayrı ayrı örnekle. 1. sarfı-ı nazar etmek, 2. para sarf etmek, 3. Arapça gramerde morfoloji.
Sanat sözcüğünün halk arasında zanaat diye söylendiğini Meninski belirtmiş, tahminimden 240 sene erken.
Santur Arapça sözlüklerde yok. Osmanlıcada 1790’lardan önce görülmüyor. Arapçadan değil direkt Rumcadan mı alıntı acaba?
Santrifüj iki ayrı anlamda örneklenmeli. 1. merkezkaç (kuvvet), 2. bir tür motor.
‘“Dakikanın altmışta biri” anlamında saniye 1870’lerden önce piyasada görünmüyor. Saatlere üçüncü ibre ilk ne zaman takıldı acaba? Kolunda öyle bir gösterge yoksa kavram olarak varolması çok güç. An olabilir, ama saniye başka, sayılabilir bir şey.
Salt (mutlak) ile salmak fiili arasındaki ilişkiyi aç, daha anlaşılır olsun. Mutlak ile ıtlak, keza.
Salata esasen “tuzlanmış sebze, turşu” demekmiş; mantıklı. Eski insanlar yemeğin yanında ot yemez, turşu yer.
Sahne kelimesini Fr. scéne karşılığı olarak 1870 civarında kendisinin ortaya attığını Şemseddin Sami yazmış; o cümleyi alıntı olarak ekle.
Sayfa ve sahife sözlükte iki ayrı madde olmamalı; birleştir.
Safi ve saf Arapça aynı kelime, tenvinle yazılır, bazen öyle bazen böyle okunur. Türkçede ayrışmış, ilki zarf İkincisi sıfat olmuş. Ne zaman olmuş, takip et.
Saçak eski Türkçede çatı saçağı. Kumaş saçağı ilk hangi tarihte görülmüş?
Aslı rüzalet iken rezalet ne zaman çıkmış?
Rugan demek yağ demek, 1876’ya dek öyle. “Yağlı deri” anlamında ruganî sahtiyan’ın rugan’a, oradan rugan ayakkabıya evrilmesi 19. yüzyıl.
Raptiye ilk kez TDK sözlüğünün 1955 basımında görülüyor. Post-Osmanlıca.
*
Kieffer ve Bianchi’nin Türkçe-Fransızca sözlüğünün 1835 tarihli ilk basımını geçen sene internetten bulup indirmiştim. Üstünkörü hazırlanmış, sıkıcı bir sözlüktür. Meğer esas hazine birinci cildin Addenda’sında gizliymiş, farkına varmamışım. Şunlar orada bulduğum ilk kayıtlar:
abla, bilardo, çakı, çokolata, damacana, hamam böceği, işçi, pırlanta, rezene (raziyane yerine), zevzek (münasebetsiz kimse anlamında.
*
Bir yandan da geç devir Osmanlıcada üretilen bilimsel, teknik ve bürokratik tabiratı toparlamaya çalışıyorum. Bir kısmını Arapça (ve çok az oranda Farsça) kökten türetmişler, bazen de varolan kelimelere yeni anlam yüklemişler. Enteresan olan şu ve sanırım daha önce sistematik olarak hiç incelenmemiş: 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başlarında Osmanlı yazı dilindeki yenileşme, 1930-1970’lerin Dil Devriminden hiç geri kalmıyor. Mantık ve yöntem bakımından ikisi birbirine son derece benziyor. Sadece biri Arapçayı, diğeri Orta Asya Türkçesini baz almış. Her ikisi de esas itibariyle Batı kaynaklı yeni kavramlara karşılık bulmaya çalışmış. İkisi de Batıdan gelen sele direnemeyip bir süre sonra pes etmiş.
Şimdilik 219 kelimeyi YO (Yeni Osmanlıca) diye işaretlemişim. “19. yüzyıl ve sonrasında Türkçe metinlerde ortaya çıkan Arapça-Farsça kökenli yeni kelimeler ve daha önce varolup da yeni anlam yüklenenler” yani. Daha işin başındayım. Listeye eklenecekler olabilir, eski örnekleri bulunup eksiltilecekler olabilir. Taslak diye bakın.
abide, ademimerkeziyet, adese (mercek), afaki (dayanaksız söz anlamında), ahize, akamet, aksülamel, aleyhtar, ameliyat (cerrahi müdahale anlamında), anane (gelenek anlamında), ardiye, ariza (dilekçe anlamında), asabiye, avize (aydınlatma elemanı anlamında), ayan (senato anlamında), aza (üye anlamında), badire, bahriye, bedbin, bedii, behimiyet, belediye, berzah (kıstak anlamında), bevliye, beynelmilel, beyzi, buhran (ekonomik kriz anlamında), camia, ceriha, ciddi, cumhuriyet, daire (ofis ve apartman anlamında), darülelhan, darülfünun, daüssıla, davetiye, dehalet, dehşetengiz, devriye, diğerkâm, duhuliye, edebiyat, ehemmiyet, ekalliyet, emrivaki, enfüsi, esham, faaliyet, fahri, fasile, ferik (tümgeneral), feza (uzay anlamında), fezleke, fıkra (makale anlamında), fırka, fiyat, gaita, hafriyat, haile, halaskâr, halita, hariciye, harika, harikulade, harikzede, hars (kültür anlamında), hasıla, haşmetmeap, hassa (nitelik anlamında), hayati, hemfikir, hemzemin, heykeltıraş, hissikablelvuku, hurufat, hükümdar, hükümran, hüviyet, içtimaiyat, idadi, idare (yönetim anlamında), iddianame, ifade, ifrazat, iğtişaş, ihracat, itiras, ihtisas, iktisat, ilahiyat, illiyet, imalat, indifa, infilak, infisah, inhisar (monopol anlamında), insiyak, intaniye, intiba (impression anlamında), intişar (yayınlanma anlamında), inzal, inzibat, iptidai, irtica, irtifak, islamiyet, isticvap, istihsal, istimlak, istinabe, istinaf, istinat, istismar, işgaliye, itfaiye, ithalat, izafiyet, kalem (resmi daire anlamında), karargâh, kaime, kazazede, kefaletname, kurunu vusta, kutup (pole anlamında), layiha, leff (belge attach etmek), lehdar, leyli (yatılı öğrenci anlamında), liva (askeri rütbe), lubiyat, lüzucet, makale (gazete yazısı anlamında), makbuz (alındı belgesi), makes, maliye, maliyet, mamafih, mania, maslahatgüzar, maşeri, matbu, matrah (vergi bazı), mazbata, maznun, mebus (parlamento üyesi), medeniyet, mefkure, mefruşat, meksefe, mermi, meşcere, meşihat, meşruiyet, meşruti, mevce, mevduat, mevki (taşıt araçlarında sınıf anlamında), mevkute, mevzuat, mevzubahis, mihrak, mikyas, milliyet, mirliva, mizan, muayede, muhabere, muhabir, muhacim, muharrir, muhayyile (imagination), muhik, muhrip (destroyer), muhteva, muhtıra, mukavva, mutlakiyet, mübadil, müddeiumumi, müdellel, müdür (yönetici), müessese, müessif, müeyyide, müfreze, mülakat, mülga, mülki, mümessil, mündemiç, münderecat, münekkit, münevver (entelektüel), münhal, müntehip (seçmen), mürebbiye, mürettebat, müspet (pozitif), müstafi, müstahsil, müstantik, müstatil, müstehlik, müsteşrik, müşahhas, müşir (mareşal), müştemilat, mütearife, mütehassıs, müvekkil, müzekkere, nazariye, nazır (bakan), nedime, nezaret (bakanlık), nihai, nikbin, nirengi, nizamiye, nüve, pederşahi, peyk (uydu anlamında), rakım (yükseklik), raptiye, reddiye, redif (yedek asker), refika, rekabet (competition), rugan (cilalı deri), ruhsatname, rüşeym, rüştiye, sahne, salise, sayfiye, sevkiyat, sevkülceyş, seyyanen, şaheser, şahika, şatafat, şayia, şebeke, şeniyet, şifahi (sözlü anlamında), şive (aksan), taarruz, tabiiyet, tahattur, tahkikat, tahkiye, tahsildar, tahteşşuur, takrir, talakat, talimat, tatmin, tayyare, tebellüğ, tebellür, tebligat,  tecessüm, tecezzi, tecziye, tedrisat, tefrika (dizi yazı), tehcir, temeddün, temerküz, teminat, temrin, tenasüh, tenkit, tensikat, tensip, tereddi (yozlaşma anlamında), terkin, tesanüt, tesisat, teşebbüs (girişim anlamında), teşkilat, tevdiat, ufki (yatay anlamında), uzvi (organik anlamında), üstüvane, vaziyet, vecize, vesayet, vukuat, yeddiemin, yeknesak, zabıta (polis anlamında), zadegân, zaptiye, zecri, zerk (enjekte etmek anlamında), zihniyet, zührevi (cinsel hastalık anlamında).
Hepsi bu kadar değil tabii, daha binden fazla YO kelime var. Ama çoğu bugün kullanımdan düşmüş, o yüzden sözlüğe giremiyor. Bunlar az ya da çok hayatiyet gösterenler.
Hayatiyet? O da olmalı kesin, dur bakayım.


  1. Arapça'da put için " Vesen " kelimesi de var, ama ahşap put. " Sanem " daha ziyade taş ve metal putlar için.

    " Satyre " Fransızca, " sübyancı, oğlancı, sapık " manasında. Hatta Sait Faik'in " Kayıp Aranıyor (1953 ) " romanında, oğlan çocuğuna tecavüz eden bir Fas'lı yakalanıyor, bunu gören Fransız kadının biri " Il est un satyre " diyor
    Yanıtla
  2. Usta, Europe kelimesinin Sami kökenli olması olacak şey değil.

    Kelimenin ilk geçtiği yer Homeros'un Apollon'a ilahisi:

    http://www.perseus.tufts.edu/hopper/text?doc=Perseus%3Atext%3A1999.01.0138%3Ahymn%3D3%3Acard%3D225

    "both those who live in rich Peloponnesus and those of Europe and all the wave-washed isles..."

    Sözü edilen yer Peloponnez ve adalarla beraber anıldığına göre Avrupa kıtası değil. Muhtemelen Yunanistan'ın kuzeylerinde bir yer. Buralarda Fenikeliler ya da başka bir Sami kavmi yaşamamış bilindiği kadarıyla. Yunanlılar buraya neden Fenikece isim versinler?

    PS: Sami dilinde yer belirten kelimeler genelde mim ile başlar. 'Güneşin battığı yer' anlamında olacak kelimenin Arapça mağreb, İbranice ma'ariv veya Süryanice ma'rba gibi 'm' ile başlayan bir şey olması beklenir.

    PPS: İbranice 'erev kelimesine çok benzeyen 'eravon kelimesi Yunancaya 'arrabon' diye geçerken 'erev niye europe diye geçsin?
    Yanıtla
  3. emeğine, yüreğine sağlık hocam...
    mes'ele esir düşmemek değil teslim olmamaktnın resmini çiziyorsun..
    Yanıtla
  4. Bravo Sevan! Devam et. Hasretle. Ali N.
    Yanıtla
  5. Ksystra --> kasatura olabilir mi?
    Yanıtla
  6. Sözcük kelimesini 1680’lerde saptayabilmeniz ilginç… Bu sözcüğü -eskiden de var olduğunu bilmeden- türetip ona kelime anlamını veren kişi Melih Cevdet Anday’dır. Kendisi bir söyleşisinde bunu dile getirmiştir.

    “Ben epey yeni sözcük önermişimdir. "Sözcük" bunların başında gelir. İhtiyaç (ben "gerekseme" diyorum) doğuruyor bunu. Örneğin, "uslup" için "biçem"i buldum, tuttu.”

    http://www.siirpenceresi.com/soylesiler/melihcevdet.htm

    "Raptiye ilk kez TDK sözlüğünün 1955 basımında görülüyor. Post-Osmanlıca.”

    Demişsiniz ama sözlüğünüzde raptiye için 1945 basımı TDK sözlüğünden örnek vermişsiniz. Yılı yanlış yazdınız sanırım...
    Yanıtla
  7. güzel olmuş sözlük... elinize sağlık... yalnız siz bu tempoda çalışmaya devam ederseniz, iyi ki hapsettik bu adamı diye düşüneceklerinden korkarım.
    Yanıtla
  8. Sevan Bey merhaba mesajıma değerli zamanınızı ayırarak cevap verirseniz mutlu olurum.EDESSA tarihini okurken urfada bulunmuş olan mozaiklerde şu yazılar dikkat çekti.Aramice-süryanice olabilir mi?????? ABDSAMAS,ABDNAHAY,BARSAMAS ARAPÇADA ABD KUL DEMEK.SAMAS İSE AKATÇADA GÜNEŞ DEMEK ARAPÇAYA ŞEMS OLARAK GEÇMİŞ.ACABA DİYORUM O ZAMANLAR EDESSADA YAŞAYAN ARAMİLER GÜNEŞE DE TAPIYORLARMIYDI.YANİ ABD:KUL SAMAS:GÜNEŞ GÜNEŞİN KULU
    aYRICA KABENİN GÜNEŞ TAPINAĞI OLDUĞUNA İNANIYORUM .MUHAMMDED GÜNEŞE OLAN İBADETİ TEK TANRIYA YÖNELTEREK NAMAZ BİÇİMİ VERDİĞİNE İNANIYORUM.Neyse daha fazla meşgul etmiyeyim cevabınızı merakla bekliyorum.sevgiler saygılar
    Yanıtla
  9. وفي حديث بدء الوحي: ليتَرَدَّى من رُؤوس الجبال أي شواهِق الجبال أي عواليها. (vahyin başlamasına dair hadiste "dağların zirvelerinden (ey şâhikalarından, yükseltilerinden) inmek için...) İbn Manzûr'un (ö. h. 711/ m. 1311) Lisânu-l'Arab adlı eserinda şâhika'nın çoğulu olan şevâhik kelimesi dağ zirvesi anlamında kullanıldığı bir hadis ile delillendirilmekte. Arapça klasik sözlüklerde (İbn Manzûr ve Cevherî gibi lügatçıların eserlerinde) شهيق eşek anırması anlamına da gelmektedir. Yine bu eserlerde شهيق kelimesinin nefes almak anlamında olduğu, bunun zıttı olan nefes vermek için ise زفير kelimesi kullanılmakta.. iyi günler..
    Yanıtla
  10. "Antik Yunanca ksystra “1. ahşap yontma bıçağı, 2. kumaşın havını sıyırma bıçağı." Bizde şimdi “ahşap yontma aleti” anlamında sistre var, Yunancadan alıntı. Acaba Farsça ustüre de oradan alıntı olabilir mi? Orta Farsça gstura ve wstura biçimleri vardı diye hatırlıyorum, ama kaynaklar elimde değil. Kesin bir şey söyleyemem. Fransızca bisturi (keskin cerrah bıçağı) Şark dillerinden alıntıdır, nihai olarak Farsçaya dayanır."

    Acaba hazır buralarda dolanıyorken sözlükteki satır ve kasatura kelimelerine de tekrar bir bakmak gerekir mi? 
    Yanıtla
  11. Arafat Günü Haccın ikinci günü (9 Zilhicce), hacılar Arafat dağının eteklerinde toplanıyorlar, ertesi gün de yani kurban bayramının birinci günü (haccın üçüncü) günü. Güne adını gerçekten bu Dağın ismi veriyor. (Haccın birinci gününe de Mina Günü adı veriliyor - Mina ovasında toplanmakla başıyor cünkü hac) Bu dağ peki niye Arafat adını almış diye soracak olursak bu ayrı bir soru. O zaman Arafat dağı etimolojisini açıklamaya çalışırız, Arife gününün değil. Belki 'EREV' ile bağdaştırmak istersek Arafat ile ilgili şöyle bir durum var. İkinci gün sonunda hacılar güneş batımıyla beraber Arafattan - akşam namazını kılmadan - ayrılıyorlar.
    Yanıtla
  12. Büyük adamsınız. Türk kültürü size minnettardır.

    Tarihin sizi "en önemli eserlerini hapishanede verdi" diye yazmamasını dilerim.
    Yanıtla
  13. Arife yani arefe kelimesi Arapça yawmu `arafata يَوْمُ عَرَفَةَ yani Arefe gününden gelir. Buradaki `arafata (arefete -a /-e çekim eki) harf-i tarifsiz ve tenvinsiz (diptote) yani özel isim). Sebep o gün, hacılar Kurban Bayramından evvelki gün (9 Zilhicce) Arafat dağında durup birtakım vacipler yerine getirler. Ibrani עֶרֶב `ereb [erev] "güneşin batması, akşam" kelimesinden gelmiş olamaz zira o zamanki Arapçadaki Ibrani, Arami kelimelerde /b/ fomenin [v] telaffuzu Arapça /f/ ile ifade edilmiyordu. Cumartesinden, yani "şabat arifesi, Yahudilerce kutsal sayılan Cumartesi gününden önceki akşam ve o akşam yapılan tören” olamaz. Eski Arapça'da, yani Cahiliye devrinde Cuma gününe يَومُ العَرُوبَةِ yawmu~l-`arūba(t) denirdi. Diger bir şekli ise يَومُ العَرُوبَةِ الكُبْرَى yawmu~l-`arūbati~l-kubra" yani Büyük Aruba Günü ("büyük" sıfatı Aruba'ya ait "gün" kelimesine değil) Ibn Ubeyy mushafında "Cuma günü" böyle geçermiş. Bu ise Cuma günü manasına Arami / Süryani ܥܪܘܒܬܐ `ərūḇtā ( > `rūḇtā) yani `&rūvtā > `rūvtā kelimesinden gelir. Yani Eski Arapça Ibrani / Arami /b/ foneminin [v] telaffuzunu gene Arapça /b/ ile ifade ediyor. Yani עֶרֶב `ereb [erev] kökünden kelime /b/ ile ifade edilmiş. kelimenin umumi iştikakı “gün batımı, akşam” olarak idrak ediliyorsa da Toufic Fahd'e göre o dillerde aynı kökün "karışma" yani "toplanma", aynı "Cuma"daki gibi. Arapçada "herhangi bayramdan önceki gün""herhangi bir şeyden önceki gün" manaları yoktur ve `arefe özel isimdir. Türkçedki manalar 9 Zilhicce'nin isminden teşmil edilmiştir. Bu sebeplerden dolayı Arafat dağının adından iştikak edilmesi mitolojik mahiyette değildir, aksine gayet makuldur.

    Bkz.

    http://ygursey.blogspot.com/

    Enc. Islam II "Djuma" S.D. Goitein

    Toufic Fahd "Le Panthéon de l'Arabie centrale à la veille de l'Hégire" s. 171. (1968)
    Yanıtla
  14. Lisānu~l-`arab ve Klasik Arapça sözlüklerin İngilizce hülasası olan Lane'e baktım. Orada Arefe *Gününün* mitolojik izahı yok. Arafat *Dağının* isminin mitolijik izahları var.

    http://www.tyndalearchive.com/tabs/lane/
    Yanıtla
  15. Santur Arapçada tı ile سنطور Modern Farsçada te ile سنتور yazılır. Kelime Farsçadır. İlk devirlerde Arapça Farsça /t/ fonemini /T/ tı ile ifade ederdi. Anlaşılan eski kaynaklar santurdan fazla bahsetmiyor, 11. yy.da bir İranlı şair santur hakkında bir şiir yazmştır. Rumca σαντούρι santuri Türkçe'den gelmedir. Bir nazariyeye göre kelime Eski Yunanca ψαλτήριον psalterion'dan gelmedir, ancak Farsça dahilinde etimolojiler de var. Klasik Arapça sözlüklerde geçmemesi bir şey ifade etmez zira onlar öyle Fasih Arapça olmayan yabancı, teknik tabirleri umumiyetle göstermezler. Santurun esas sahası İran, Irak, Kuzey Hindistan ve marjinal olarak Türkiye'dir. Binaenaleyhi, "santur" kelimesinin Rumcadan gelmesi ihtimal dahilinde değildir.
    Yanıtla
  16. İki kelime aklıma takıldı: Arapça'da muhalif ve halef kelimelerinin ikisinin de kökleri aynı: Acaba bu durum birinin ardından gelenin, yerine geçtiği kişiye her halükarda karşıt olacağı gibi bir tespit üzerine mi oturuyor? Bu kültürün hakim olduğu toprakların halini belki de sırf bu iki kelime üzerinden analiz etmek mümkün olabilir mi?
    Yanıtla
  17. Sözlük'te adana maddesi 2 defa yer alıyor. Siline.
    Yanıtla
  18. Aşıkpaşa Garib-name http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10669,garib-namepdf.pdf
    Yanıtla
  19. Niyazi Berkes bu konuda şunları yazmış bir yazısında;

    Hem ilk «Yeni Osmanlılar», hem şimdiki «Jön Türk» Osmanlıları Avrupa'da öğrendikleri yeni kavramlara karşılık ararken, geçmişten kalma sözcüklerde yaşayan kavramları alıyorlar, bunları Avrupa dillerinde kullanılan orijinallerinin anlamlarına ters düşen anlamlarda kullanıyorlar ya da Batı anlamlarında kullansalar bile bu sözcükleri dinleyenler onları yine eski Osmanlıca anlamlarında anlıyorlardı. Kemalist dönemde bu tür sözcüklere karşı savaş açılmasının başta gelen nedeninin bu olduğunu (aşağıya koyacağım yazılarda) göreceğiz. Burada anlatmaya çalıştığım durum, dil devrimleri tarihinde en acınacak bir semantik tuzağına düşme örneğidir.
    «İhtilal», «İnkılap» ve Devrim
    Atatürk ve Devrimler - s.145
    Yanıtla
  20. Merhaba ben ilker. Bu konuda yanlışınız var : "Kolunda öyle bir gösterge yoksa kavram olarak varolması çok güç". Zaman ölçümü ilk önce saniye ile başlamış. Büyük ihtimal bir saniyenin bazı insanın nabzı (ortalama saniyede bir atar). Sonra 60 bazında hesaplanarak dakika ve saat türetilmiş. Umarım işinize yarar
    Yanıtla

Tuesday, November 4, 2014

Gezi'den Gazi'ye mi dönsek?

Feramuz Çakçak'ın Batılılık yazıları üzerine Meçhul Muhayyil adlı arkadaşımız eski bir yazısını http://mechulmuhayyil.blogspot.be/2013/09/ataturku-anlamak-senin-atan-bir.html göndermiş. Sanırım "Gazi'ye o kadar haksızlık etme, bizdendi Rahmetli" demek istemiş.

Biraz evet, biraz hayır diyeceğim.

EVET: Ben de "Frenklere hayran kaldım. Bilimleri bir yana, ahlakları, sanatları, kültürleri idi beni etkileyen." Orada ahlak kelimesini kullanmak cesaret ve olgunluk ister, kabul.

EVET: "[Gerçek ‘Mustafa’yı anlayabilmek için, yüzyıllar süren bir mücadeleden sonra sırtında mağlup edilmiş bir medeniyet kalmış bir insanın ruh halini anlayabilmek gerekiyor. Ve hepsinden daha önemlisi, bu mağlubiyetin askeri üstünlükten öte, kültürel üstünlük kaynaklandığını çok iyi bilen ve gören gururlu bir insanın yaşadığı hayal kırıklığını, hasedi, özlemi, aidiyet sorunlarını ve bunların yol açtığı içsel gerilimi, benliksel mücadeleleri kavrayabilmek gerekiyor. ‘Mustafa’yı anlayabilmek için yüzyıllarca düşman bellediğin, karşısında kahramanlık/fetih masalları üretilmiş, aşağılayarak kendini üstün gördüğün tarafa hayran kalan; daha sonra, hevesle, umutla dönüp kendi medeniyete, halkına, insanına bakınca, karşılaştırılması dahi gülünç, kültürel bir fakirlik gören bir insanın trajedisini anlayabilmek gerekiyor.]"

Yanlış Cumhuriyet yazarı bu trajediye duyarsız değildi. Son dönemin faciaları karşısında bir kez daha dönüp o trajediyi düşünme gereği duydu, evet.

EVET: "Türkiye'deki asıl yarılma[nın] Batı ve Doğu değerleri arasındaki farklar" olduğunu biliyorum. Tercihim de son derece net. Bir gün bile şaşmadım.Fakat heyhat, bu çatışmada bir tarafın timsali diye gösterilen kişi o kişi değil. Bir kere kendisi o değil. Daha önemlisi, bıraktığı miras  o değil. Mesele sadece kendisi olsa gene tartışırdık, biraz öyle biraz böyle derdik, eksiklerini görmezden gelelim derdik, bir yerde uzlaşırdık. Ama mesele Gazi'nin kendisi değil ikonu olunca tartışacak bir şey kalmıyor. Kötü bir mirastır. Batı'yı ötekileştirme, evet tekfir etme konusunda ötekilerden aşağı kalır yönü yoktur. Medeniyet davasında ayak bağıdır. İki Mustafalardan kurtulmadıkça yürüyemeyiz.

HAYIR: O fotoğrafta [http://mechulmuhayyil.blogspot.be/2013/09/ataturku-anlamak-senin-atan-bir.html yazısında ilk resim] ben "benzerlerine ancak Paris'te rastlayabileceğiniz şıklıkta kadınlar" görmüyorum. "Vitrin yap, ama özünü kaybetme" diyen Diyarbakır mollası Ziya Gökalp'in ruhunu görüyorum. Yeşilçam filmlerinde pavyona düşen fakir kızlar gibi giydirilmiş dört tane manken görüyorum. Önemsiz bir detay değil bu, her şey o fotoğrafta gizli. (1932-35 olmalı. O yılların Paris modası öyle miydi?)

HAYIR: "Literatürü takip eden bir entelektüel" değil, "baştan aşağı Batı birikimi" yok. Hanioğlu'nun aklama çabasını boş ver. Atatürk'ün Okuduğu Kitaplar'ı (İş Bankası Yay., 1983) daha geçen ay yeniden okudum. Birikimsiz bir otodidaktın açlığıyla o devirde Türkiye'de çıkan her şeyi okumuş. Dünya ve İslam tarihine, siyaset felsefesine, iktisada, dilbilime, antropolojiye, sosyolojiye, self help literatürüne hakim olmaya çalışmış. Abdullah Cevdet'in yayınladığı materyalist, anti-teist literatür kadar, hatta daha fazla, Necip Asım ve şürekasının Türkçü saçmalıklarına ilgi göstermiş. Eleştirel zemini kof olduğundan, Rousseau ve John Stuart Mill'e gösterdiği ilginin fazlasını, Amerikalı bir şarlatanın kayıp Mu kıtasına ilişkin fantezisine ayırmış, Hayır, yabancı dilde kitap okuduğuna - okuyabildiğine - dair bir belirti yok. Yurttaşlık Bilgisi kitabını yazdırırken yararlandığı Fransızca lise ders kitabını manevi kızına tercüme ettirmiş.

HAYIR: Batı'ya karşı duyduğu hayranlık ve eziklik yeni bir şey değil. Osmanlı-Türk egemen sınıfının 1830'lardan beri neredeyse oy birliği ile paylaştığı bir hissiyat. Mustafa Reşit ve Keçecizade Fuat Paşalardan, Şinasi'den ve Suavi'den, Ahmet Mithat'tan ve Yakup Kadri'den farklı bir şey yok Mustafa'nın trajedisinde. Batı'nın cafe kültürüne aşınalığı da orjinal değil. Yanlış Cumhuriyet'te yazıyor, 1850'lerden sonra iktidara gelen kadrolar arasında Batı'yı ilk elden en az tanıyanlardan biri bu, en çok değil. Selefleri arasında Batı başkentlerinde beş-on yıl büyükelçilik yapmış, Fransa'nın elit okullarından mezun olmuş olanlar var. Onunki askeri okullarda ve Selanik kahvelerinde edinilmiş, savaş yıllarında Berlin ve Viyana'ya iki kısa geziyle pekiştirilmiş elden düşme bir Batı.

Evet, hayran olmuş, bir şey anlamamış, ve nefret etmiş. O nefretin izleri Cumhuriyet'in ideolojisine sinmiştir. Bugünkü Cumhuriyet gazetesini al oku, bak. Batı dünyasına karşı nefret, kuşku, yapısal güvensizlik, irrasyonel düşmanlık bakımlarından Yeni Şafak'tan geri kalır bir yanını bulabilecek misin? Terminoloji farklı sadece, bir de simgesel referanslar. Yoksa zemin aynı zemin: bin yıllık kafir nefreti!

Ve HAYIR, bin kere hayır. "Bir doğulu olarak benim şu an sahip olduğum ahlak ve etiği mümkün kıldığı için kendisine minnettar" değilsin, olmamalısın. 1930'ların Çankaya'sından etrafa saçılan ve bugünkünden zerrece eksik olmayan biat, dalkavukluk, çanak yalayıcılık, zorbalık, ırkçılık ve hırsızlık kültürüne bir şeyler borçluysan bilemem, ama kastettiğin şey sorgulayıcılıksa, cılız da olsa bir hakikat aşkıysa, bin yıllık hurafelere kulak asmama cesaretiyse, o dediklerin buraya Cumhuriyet'le gelmedi. Şayet birilerinin eliyle geldiyse, bir avuç cesur ve idealist insanın binbir zorluğa göğüs gererek kurdukları yabancı okullarla geldi. Okul yoksa kim mereden duyacak Sokrates'i, Rousseau'yu, Galile'yi? Modernize edilen yerli okullarda sana öğretilenler, o okullarda tedrisat görmüş insanların suyunun suyudur.

Düşün: Batılılığın bu ülkedeki ışıldağı olan yabancı okullara Cumhuriyet rejiminin gösterdiği düşmanlık, Abdülhamit'inkinden bir zerre eksik değildi. Tek başına bu yetmez mi bütün tezi çökertmeye?

11 yorum:

  1. Sevan abi konulari yorumlarken icinden fiskiran nefrete hayranim.(ozellikle 2 mustafaya) Nasil oluyor bu?
    Yanıtla
  2. Merhaba Sevan Bey,

    Yabancı okulların kültürel faydaları ve getirdiği yenilikler hakkında bir ara yazabilir misiniz? Özellikle bu konudaki ilgimi pekiştirecek referans kitapları önerebilirseniz çok güzel olur. Her ne kadar durumunuzun referans kitap önermede yardımcı olmayacağını bilsem de yine de denerseniz müteşekkir olurum.
    Yanıtla
  3. Sevan bey, "filanca kitabı oku da öyle gel, senin kullandığın kaynak tırt, o bir halt bilmez cahildir" gibi tavırlarınız çok itici. Engin Ardıç'ta da var bu huy, argüman ve kanıt olmadan sırf aşağılayarak, bol bol "name dropping" yaparak haklı çıktığını düşünmek.. O da ikidebir bizim haberimiz bile olmayan çok önemli kitapları okuduğunu gözümüze sokar, Galatasaraylı ve Boğaziçili olduğunu belirtir, taşra okullarında okuyanları küçümser. Hatta bu okulların kendinden sonra bozduğunu, yeni mezunlarda da iş olmadığını düşünüyordur herhalde..

    Siz Mustafa Kemal'in arkadaşı, dönemdaşı değilsiniz, kendisiyle mülakat yapma şansınız yok. Geçmişten beynini okuma imkanınız da olmadığına göre, batı hakkında algısını, kendi halkı ve kültürü üzerine düşüncelerini, bilgi seviyesini böyle kesin ifadelerle tarif etmeniz biraz fazla iddialı diye düşünüyorum. Ayrıca bu ülkedeki biat, dalkavukluk, avantacılık vb. alışkanlıkları ve bunların etrafında oluşan sosyal-ekonomik yapıyı -diktatör bile olsanız- kırmak kolayca mümkün değil, Atatürk'ün bu yapıyla mecburen çalışması ondan hoşnut olduğu anlamına gelmiyor. Yabancı okullara sizce düşman olan böyle güçlü bir lider pekala bu okulları bir emirle kapatabilirdi, millileştirebilirdi, ama yapmadı.
    Yanıtla
  4. Kanka hapiste yanlış Cumhuriyet 2'yi yaz bari, reisin libarellere işi düşer belki rahatlık olur onlara da.
    Yanıtla
  5. Su akar, Turk bakar, yuruyelim arkadaşlar, yorum yok, yorgunum, kanadayami kacsam?
    Yanıtla
  6. Bu dusunce seviyesindeki tartismalari gercekten kiskaniyorum...dogru veya yanlis, alisik olduklarimizdan daha otede, kisilik ve o kisiligin bize yansimalarini ben de taratisabilmek isterdim. Ancak, ben dahil, egitimimiz dolayisiyla bir tarafa cok yaslanmadan bu tip gorusleri olusturabilmek bizim icin cok zor...

    Biraz da 5 yillik isgal yillarinin etkileri konusunda yazi bekliyorum...
    Yanıtla
  7. http://mechulmuhayyil.blogspot.com/2014/11/nisanyan-yanls-yanls-yerde-aryor.html
    kısaca, bugün kü islamcılar o gün için cumhuriyeti kurabileceklermiydi? diye soruyor, eğer zeminleri aynıysa.
    Yanıtla
  8. eh be nişanyan, kemalistlere olan eleştirin batıcı oldukları için değil, yeterince batıcı olamadıkları için. bu içine işlemiş batı(cı), güncel, küresel-iletişime dayalı, alttan ve gençlikten gelen yeri yurdu belirsiz olan, dikey hiyerarşi yerine yatay paylaşımı ön gören yeni toplumsal tepkilere ve onun gelecekteki siyasi yansımalarına karşı senin gibi bir entelektüeli nasıl da gözü kör olmuş bir kompleksli yapıyor hayret etmemek mümkün değil.

    elindeki kitapları yavaşça yere bırak, gezi de ne oldu bir kez daha ve daha iyi düşün.
    Yanıtla
  9. Atatürk ün her milleten olan insanın birlikte yaşamasını düşündüğü açıktır.Ancak savaştan çıkmış olan insanların düşman anlayışı değişmemiştir.Hala onlar gavurdur,ermenidir.Cumhuriyet dönemi de o yıllarda batının çok ileride gitmesinden dolayı kendisine sentezleyerek yetmediği yerde direkt alarak ilerleme kattetmiştir.Şimdi o dönemde ki sanatçı,hukukçu sayılarını bilmek lazım.Toplasanzı 500 etmeyecek donanımlı insanla ancak bunları yapabilrisinz.Bana kalırsa cumhuriyet döneminde yanlışlıklar olsa da bunlara çok takılıp,at gözlükle bakıyorsunuz.Ancak eleştirileriniz sağlam.Cumhuriyet döneminde de yazarları hapse atmak doğru değildi şimdi de
    Yanıtla
  10. Atatürk ün her milleten olan insanın birlikte yaşamasını düşündüğü açıktır.Ancak savaştan çıkmış olan insanların düşman anlayışı değişmemiştir.Hala onlar gavurdur,ermenidir.Cumhuriyet dönemi de o yıllarda batının çok ileride gitmesinden dolayı kendisine sentezleyerek yetmediği yerde direkt alarak ilerleme kattetmiştir.Şimdi o dönemde ki sanatçı,hukukçu sayılarını bilmek lazım.Toplasanzı 500 etmeyecek donanımlı insanla ancak bunları yapabilrisinz.Bana kalırsa cumhuriyet döneminde yanlışlıklar olsa da bunlara çok takılıp,at gözlükle bakıyorsunuz.Ancak eleştirileriniz sağlam.Cumhuriyet döneminde de yazarları hapse atmak doğru değildi şimdi de
    Yanıtla
  11. Bu kof "siyah mıdır, beyaz mıdır?" tartışmasının sakilliği bir yana, Nişanyan'ın "yeteri kadar beyaz değildir, öyleyse siyahtır" gibi bir mantık hatası içeren argümanı, 7-8 paragraf boyunca dönüp durup ispat etmeye çalışması başlı başına trajikomik gözüküyor.

    Herifin batı nefreti konusunda Yeni Şafak gazetesi ile bir tuttuğu Cumhuriyet gazetesi kimleri yetiştirmiş bir baksın bakalım. Bu cehalet değil, uydurma bilgiyle argüman kotarmaya çalışmak.
    Yanıtla