Saturday, March 12, 2011

Eski yeradlarının iadesi için ne yapılmalı

TESEV için hazırladığım Türkiye Yeradları Araştırması’nın sonuç bölümü.

A. Kürtçe adlar sorunu
Değiştirilmiş yeradlarının iadesi meselesi Türkiye gündemine son yıllarda Kürt kültürel hakları tartışması çerçevesinde taşınmıştır.
“Kürt realitesini tanımak” deyimiyle ifade edilen süreç sonuçta Kürt dilinin kamusal alanda tanınması ve kabul edilmesi olayıdır. Bu ise, en azından, a) Kürt dilinin bir yazılı iletişim aracı olarak geliştirilmesini, b) Kürtçe eğitimin yaygınlaştırılmasını, c) resmi işlemlerde (Türkçenin yanısıra veya tek başına) Kürtçenin kullanılabilmesini, ve d) Kürt coğrafyasına ilişkin Kürtçe ad repertuvarının kamu söylemine dahil edilmesini içerir.
Türkçenin yanı sıra ikinci bir ulusal – veya bölgesel – kamu dilinin kabulü, Türkiye Cumhuriyeti tarihi açısından bir devrim niteliğindedir. Şüphesiz her devrim gibi siyasi bir mücadelenin ve güç dengelerindeki bir değişimin sonucudur. Kanımızca, bugün varılan noktada kaçınılmaz bir gelişmedir. Detayları nasıl olursa olsun sonuçta Kürt dili kamusal alanda yerini alacaktır; onunla birlikte “Kürtçe” kabul edilen yeradları da Türkiye coğrafyasının doğal bir unsuru olarak haritalarda, yazışmalarda, resmi belgelerde, trafik levhalarında ve haberlerde boy gösterecektir.
Burada ilgi çekici bulduğumuz, fakat üzerinde henüz yeterince durulmamış olan husus şudur.
Kürtçe, ülkenin kamusal yaşamında İKİNCİ dil olarak kabul görecektir. Bunun adeta zorunlu bir yansıması olarak Kürtçe sayılan yeradlarının da İKİNCİ ad olarak benimsenmesi beklenir. Türkçe VE Kürtçenin kamu dilleri olarak tanındığı bir ortamda, kaçınılmaz görünen bir refleksle, mevcut (bürokratik) yeradları bu yerlerin “Türkçe” adları olarak kabul görecek ve onların YANISIRA Kürtçe sayılan adların kullanımı gündeme gelecektir.
Abdullah Gül’ün ziyaretiyle ünlenen kasabanın “Kürtçe” sayılan adı Norşên ise, “Türkçe” sayılan adı Norşin değil Güroymak’tır – Güroymak bir İçişleri Bakanlığı memurunun masa başında ürettiği ad da olsa. Keza o ilin “Kürtçe” kabul edilen adı Dersîm ise, geniş kesimlerce “Türkçe” olarak değerlendirilen adı da Tunceli’dir.
Dolayısıyla kamuoyunun çok geniş bir kesimi için Türkçe ve Kürtçe adların – tıpkı İsviçre’de, Katalonya’da, Galler ülkesi ve İskoçya’da, Belçika’da, Lüksemburg’da, Alto Adige/Südtirol bölgesinde, eski Çekoslovakya’da ve İsrail’de olduğu gibi – YANYANA kullanılması en doğal çözüm olarak görülecektir.
Bugünün koşullarında kanımca makul olan budur; bundan farklı bir çözüm siyasi açıdan gerçekçi değildir.
Oysa dikkat edilirse, bundan elli veya yetmiş yıl önceki durum bu değildi. Bugün Kürtçe sayılan yeradlarının ezici çoğunluğu 1960 reformu öncesinde Türkçe kayıtlarda kullanılan ve yüzlerce yıldan beri kullanılmış olan adlardı. O kasabanın Türkçe adı Norşên olmasa bile Norşin idi. O ilin Türkçe adı da tartışılmaz bir şekilde Dersim idi.
Elli veya yetmiş yıllık siyasi uygulama bölgede yeni bir realite yaratmıştır. Daha önce bölgede var olan Kürtçe (veya Ermenice, Arapça, Süryanice…) isimler ORTAK kamu söyleminin bir parçası olarak kabul görürken, Cumhuriyet dönemi uygulamalarının bir sonucu olarak bugün Türkçenin (ve Türklerin) isim hazinesi ile Kürtçeninki ayrışmıştır. İki ayrı ulusal vokabüler ortaya çıkmıştır.
Dolayısıyla bugün bölgede Cumhuriyet döneminde verilmiş olan yeradlarının kaldırılarak eski adlara geri dönülmesi kamuoyunda “Türkçenin” yenilgiye uğraması ve “Türkçe adların” bölge coğrafyasından silinmesi olarak algılanacak ve buna uygun duygusal tepkilerle karşılaşacaktır.
Bunun tercih edilecek bir yol olmadığı kanısındayım.
*
Kürt coğrafyasında izlenmesi gereken yol bence son derece nettir.
a.  Her şeyden önce bölgedeki coğrafi birimlerin Kürtçede cari olan adlarının tespiti ve yazımının standartlaştırılması gereklidir.
b.  Bu amaçla bölgede kullanılan belli başlı eski dilleri (Kurmanci, Zazaki, Ermenice, Arapça, Süryanice) bilen ve tarihî araştırma metodlarına vakıf kişilerden oluşan bir uzmanlık heyeti kurulmalıdır.
c.   Kürtçe adlar var olan resmi (“Türkçe”) adların yanı sıra genel dolaşıma sokulmalı; iki dilli haritalar yayımlanmalı; iki dilli trafik levhaları yapılmalı; okullarda Kürtçe adların öğretilmesi teşvik edilmelidir.
d.  Farklı dil ve lehçelerin konuşulduğu yerlerde yerel adın Kurmanci biçiminin yanı sıra diğer dil ve lehçelerdeki (Zazaki, Arapça, Süryanice vb.) biçimleri de tespit edilmeli ve yayımlanmalıdır.
Kısıtlı dolaşıma sahip olan mezra, mahalle, mevki, dere vb. birimlerde yerel adın muhtemelen çok kısa süre içinde tek ad olarak benimseneceğine kesin gözüyle bakılabilir. Tek yerel dilin egemen olduğu bölgelerde Türkçe köy adlarının da bir süre sonra kendiliğinden kullanımdan düşmesi beklenir.
Buna karşılık belediye ve ilçe adları gibi daha geniş sirkülasyona sahip olan ve bir ölçüde kamuoyuna mal olmuş olan Türkçe adların, görünür gelecekte yerel adlarla bir arada yaşamaya devam edeceği kabul edilmelidir.

B. Kültürel mirasın korunması
Türkçeden başka anadillerin konuşulmadığı bölgelerde yeradlarının iadesi meselesi daha karmaşıktır.
Bu yerlerin birçoğunda eski yeradları, toplumun en azından büyükçe bir bölümü tarafından unutulması tercih edilen “yabancı” bir kültüre aittir. 95 yıldan veya daha uzun süreden beri Ermenilerin yaşamadığı bir köyde “Ermenice” olarak algılanan eski ada dönüş, haklı veya haksız tepkilere yol açacaktır.
Bunun yanı sıra, yukarıda belirttiğim gibi birçok yerin Türkçe olan adı dahi nahoş çağrışımlara sahip olduğu veya unutulması istenen gerçeklere işaret ettiği için yerel halkın isteği veya rızasıyla değiştirilmiştir. Bunların iadesini önermek şiddetli tepkilere yol açabilir.
“Referandum yapalım, çoğunluk karar versin” yaklaşımı çözüm değildir. Çünkü yerel düzeyde görüş birliğinin bulunduğu çok nadir örnekler dışında, önemli azınlıkların dışlanmasına ve belki duygusal tepkiler göstermesine neden olacaktır.
Türkçenin anadil olduğu bölgelerde, Cumhuriyetin yeradı değiştirme projesinin önemli oranda kalıcı olduğunu kabul etmek zorundayız.
Kaybedilmiş olan kültürel geçmişin bu bölgelerde bir ölçüde de olsa canlı tutulması belki Türkiye’nin 2006 yılından beri taraf olduğu UNESCO Somut Olmayan Kültürel Mirası Koruma Sözleşmesi çerçevesinde mümkün olabilir.
Hemen belirtelim ki Sözleşmenin ismen sayarak koruma altına aldığı kültürel pratikler arasında geleneksel yeradları mevcut değildir. Ancak yeradlarının temsil ettiği kültür mirası, sözleşmenin genel amacına ve tanımlarına tam olarak uyar.
2003’te kabul edilen Sözleşmenin gerekçe bölümünde “küreselleşen dünyanın bir olgusu olarak ortaya çıkan kitle kültürü[nün], insanlığın binlerce yıllık sözel kültürel belleğinde korunan büyük bir kültürel birikimi yok etmesi” olgusu esas alınmıştır. Somut olmayan kültürel miras (intangible cultural heritage) “kültürel çeşitliliğin potası ve sürdürülebilir kalkınmanın güvencesi”dir. Sözleşme “İnsanlığın somut olmayan kültürel mirasının korunması konusunda evrensel bir irade ve ortak kaygının” varlığını vurgular.
Sözleşmenin 2.3 maddesi “koruma” (safeguarding) başlığı altında, somut olmayan kültürel mirasın “tespiti, belgelenmesi, araştırılması, muhafazası, olumsuz etkenlere karşı korunması, canlandırılması, formel ve informel eğitim yoluyla aktarılması, değişik yönleriyle yeniden hayata geçirilmesi”ni hedef olarak tespit eder.[1]
Taraf devletler 12. madde uyarınca kendi ülkelerindeki somut olmayan kültürel mirasın envanterlerini çıkarmakla mükelleftir. 14. maddeye göre devletler, “somut olmayan kültürel mirasın tanınması, saygı kazanması ve canlanması amacıyla, i) genel kamuoyuna ve özellikle gençlere yönelik eğitici, farkındalığı artırıcı ve bilgilendirici programlar düzenlemek … iii) idari düzenlemeler ve bilimsel araştırmalar yoluyla mirası korumaya yönelik becerileri geliştirmek, iv) informel bilgi aktarım yöntemlerini kullanmak; b) kamuoyunu mirasa yönelik tehditler konusunda aydınlatmak” görevini üstlenir.[2]
21. maddeye göre UNESCO’nun ilgili komitesi somut olmayan mirasın korunması amacıyla taraf devletlere “korumanın çeşitli yönleriyle ilgili araştırmalar yapmak, uzman ve uygulayıcı personel sağlamak, personel eğitimi vermek, standart belirlemek, altyapı oluşturmak ve işletmek, ekipman ve beceri sağlamak” gibi yardımları taahhüt etmektedir.
Eski yeradlarının korunması ve canlandırılması konusunda bu aşamada yapılabilecek olan ve belki de yapılması gereken, resmi bir iade sürecinden ziyade, bu tür araştırma, belgeleme ve bilinçlendirme programıdır.
*
Daha somut olarak,
a. Yerel adlarla birlikte yerel tarihin, akademik ve popüler çerçevelerde araştırılması, belgelenmesi ve yayımlanması teşvik edilebilir;
b. Popüler yayınlarda ve eğitim müfredatında eski adların yaşatılması sağlanabilir;
c. Karayolu levhalarında – ya da en azından turistik bilgilendirme tabelalarında – eski adlar anımsatılabilir;
d. Eski ve yeni adları birlikte gösteren haritaların yayımı kolaylaştırılabilir.
Cüzi bütçelerle ve siyasi açıdan risksiz kararlarla hayata geçirilebilecek olan bu uygulamaların, kendi geçmişiyle ve kimliğiyle daha barışık, daha çoğulcu, daha özgüven sahibi bir Türkiye hedefine – biraz da olsa – hizmet edeceği muhakkaktır.



[1] “… ensuring the viability of the intangible cultural heritage, including the identification, documentation, research, preservation, protection, promotion, enhancement, transmission, particularly through formal and non-formal education, as well as the revitalization of the various aspects of such heritage.” Sözleşmenin resmi Türkçe metni anlaşılmaz bir dille yazıldığı için yeniden Türkçeye çevirildi.
[2] (a) ensure recognition of, respect for, and enhancement of the intangible cultural heritage in society, in particular through: (i) educational, awareness-raising and information programmes, aimed at the general public, in particular young people; (ii) specific educational and training programmes within the communities and groups concerned; (iii) capacity-building activities for the safeguarding of the intangible cultural heritage, in particular management and scientific research; and (iv)non-formal means of transmitting knowledge; (b) keep the public informed of the dangers threatening such heritage, and of the activities carried out in pursuance of this Convention; (c) promote education for the protection of natural spaces and places of memory whose existence is necessary for expressing the intangible cultural heritage.

Wednesday, March 2, 2011

Madem ki Ermeniyim istemeden vermeliyim

Agos gazetesinde çıkan röportajım.

• Mal varlığınızı Nesin Vakfı’na bağışlama kararınız nasıl gelişti? Nasıl karar verdiniz buna?
“Madem ki Ermeniyim, istemeden vermeliyim” diye düşündüm, verdim.

Fikir yaklaşık ikibuçuk yıldan beri gündemdeydi. Ali’yle birkaç kez konuştuk. Birincisi, çocuklarımın alınteriyle çalışıp kazanmadıkları bir servete konması fikri beni rahatsız ediyordu. Ayrıca, Türkiye Cumhuriyeti koşullarında bir Ermeniye ait mülkün, hele bu kadar tartışma konusu olduktan ve düşmanlığa hedef olduktan sonra uzun süre korunmasının mümkün olamayacağını gördüm. Bugün olmazsa yarın, öyle olmazsa böyle, mutlaka yamyamlara yem olacaktı. O ihtimali minimize etmek istedim. Sağlam, kalıcı, itibarlı ve üstelik insanlık adına yüz ağartıcı işler yapan bir vakfın en uygun çözüm olacağına karar verdim.

• Bu bağış neleri kapsıyor?
Toplam beş tapu üzerinde iki katlı bir tarihî ev, “Köşk” adını verdiğimiz beş odalı otel, inşaatı yeni biten beş odalı konak, bir hamam, imar izinli bir arsa, yedi bağ evi, kendi evim, bir personel evi, 20 dönüm meyve bahçesi ve bostan, taş sarnıç, kuşhane, mermer yüzme havuzu, Hodri Meydan Kulesi. Tapuların bir kısmı eski eşim Müjde ile hisselidir. Bana ait olan kısmını bağışladım.

• Neden Nesin Vakfını tercih ettiniz?
Ali Nesin yakın arkadaşımdır. Zaten (yukarıda sayılanlardan başka) iki evimiz Nesin Vakfı’nın mülkü idi. Ayrıca Nesin Vakfı’nın özgür ve sağlıklı çocuklar yetiştirme konusunda gerçekten göz yaşartıcı güzellikte işler yaptığına inanıyorum.

• Duyulmasının ardından başka vakıflardan da talep geldi mi?
Neden Ermeni vakıflarını düşünmedin diye sitem edenler oldu. Güldüm. Sevan’dan alıp Agop’a vermek çok akıllıca bir hareket olmazdı herhalde.

• Şirince’den ayrılacak mısınız?
Ne münasebet! Tesisi ben yönetmeye devam ediyorum. Şirince’de daha çok işim var. Önümüzdeki aylarda Tiyatro Medresesi/Okulu projesine yoğunlaşacağım inşallah. Ayrıca kaya mezarım da bitmedi, en az iki yıllık işi var daha.

• Bir gazeteye verdiğiniz demeçte “mülkiyet özgürlüğü kısıtlar; özgürlüğüme daha düşkünüm, o yüzden mallarımı devrettim,” demişsiniz. Şimdi özgür müsünüz?
Kuşlar kadar. Mülkiyet sorumluluktur. Hele hukukun henüz ilkelliği aşamamış olduğu bir ülkede sonsuz sıkıntı kaynağıdır. Kıskançlığı, düşmanlığı, kem gözleri, çirkefi mıknatıs gibi çeker. Maşallah o işlerden epey nasibimi aldım. Yetsin bu kadarı.

• Etnik kimliginiz ve siyasi görüslerinizin başınıza gelenlerde ne kadar payı var sizce?
Tokatlıyan Otel’in başına gelenleri biliyorsunuz. Dinmeyen bir kinle batırdılar, mühürlediler, yıktılar, peşkeş çektiler, lanetlediler. Van’daki Vartan Otel’i de hatırlarsınız. Bence daha trajik olanı İskenderun’daki Ayvazyan Otel’dir; geçenlerde hikâyesini blogumda paylaştım. Adam otuz yıl uğraştı, didindi, Soğukoluk’u dünyanın cenneti haline getirdi. Şantaj yaptılar, kerhaneye çevirdiler, karaladılar, halk düşmanı ilan ettiler, mühürlediler, sonunda da yıktılar. Tesadüf mü bunlar zannediyorsunuz?

• Somut olarak şahsınıza yönelik bir kötü niyet mi var, yoksa normal sayılabilecek bir bürokratik tıkanma mı?
Köyde parasız, zararsız bir genç çift olduğumuz sürece pek sorun yoktu. 13-14 yıl oldu biraz parlayıp ortaya çıkmam. O günden beri zift gibi, balçık gibi yapış yapış bir düşmanlık halesiyle boğuşuyorum. Melek olsan, ağzınla kuş tutsan o düşmanlık çemberini yaramıyorsun. Yüzüne gülüp arkandan vuruyorlar. 15 yıldan beri herkesin güle oynaya “kaçak” inşaat yaptığı köyde ilk önce gelip benim evlerime yıkım kararı çıkardılar. Sırf benim evlerin yıkım kararları ortadan kalkmasın diye senelerce imar planını acımasızca sabote ettiler, geciktirdiler. Sonunda çıkardıkları imar planı neredeyse bütün köyü legalize ederken benim yerlerimin tümünün yıkılmasını öngördü.

Ön planda görünen bir sürü korkak, içten pazarlıklı bürokrat. Kimdir bunlara fikir veren, teşvik eden diye bakıyorsunuz. Arkadan mutlaka askeriye bağlantılı, Atatürkçü Düşünce Derneği bağlantılı karanlık tipler çıkıyor.

Buyurun, Balyozcu generaller 2003’te ölümüme ferman çıkarmışlar, plan program yapmışlar. Onların derneğinin İzmir şube başkanları da burada “azınlık azgınlığı” içinde olduğumu ilan ediyor, linç kampanyaları düzenliyor, Nişanyandavasını usulca çözmeye çalışan hükümet yetkililerine karşı meclis önergesi verdiriyor, hukuk yoluyla şantaj yapıyor. Buyurun, Cumhuriyet gazetesinin attığı linç çığlıklarına bakın. Daha ne olup bittiğini anlamamak için kör olmak lazım.

• Geçtiğimiz hafta yayımlanan yazımızda Mete Tapan sürecin işleyişinin sabır gerektirdiğini söyluyordu. Siz bu sabrı fazlasıyla göstermiş biri olarak cevaben bir şeyler söylemek ister misiniz?

Koruma bürokrasisi Türkiye’de çürümüş, amacından sapmış, bir iktidar ve menfaat tezgâhına dönüşmüştür. Belli bir zümrenin çıkarından başka makul bir amaca hizmet etmemektedir. Dar bir sözde “aydın” zümre dışında bütün toplumun nefretini kazanmıştır.

Mete Bey şüphesiz birey olarak değerli bir insan, ama sonuçta o teşkilatın demirbaş isimlerinden biri ve teorisyenidir. Doğal olarak teşkilatının itibarını ve yasallığını savunacak. Söylediklerinde cevap vermeye değer bir şey görmedim. “Yasalara uymalı, yoksa cezalandırılır” demekle “bize boyun eğmeli yoksa ezeriz” arasındaki fark kıl kadardır.

• Şu an oradaki durum nedir? İdareyle bir uzlaşma mümkün mü?
Gelişmeleri facebook sayfamda günü gününe paylaşıyorum. Oradan izleyebilirsiniz. Uzlaşma önerilerimiz de orada var. Sonucu zaman gösterecek.

Tuesday, March 1, 2011

Türkiye Cumhuriyeti Tarihi - I

Ankara'nın Doğusundaki Türkiye adlı gezi kitabım 2005'te çıkmıştı. Bu yazı oradan. İskenderun Soğukoluk maddesi altında:



Hotel Ayvazyan
1930'larda Fransız yönetimi zamanında Jozef Ayvazyan adlı vatandaş Soğukoluk'ta Ayvazyan Oteli yapmış. Suriye'nin ve Ortadoğu'nun en güzel otel ve restoranı olarak ün kazanmış.

1938'de Ermeniler Hatay’dan gittiğinde Ayvazyan – beş-on aile ile beraber – vatanında kalmayı tercih etmiş. Yıldırmak için ellerinden geleni yapmışlar. Savaş sırasında "Alman casusu" suçlamasıyla hapis yatmış. Bir süre Hatay iline girmesi yasaklanmış. Yılmamış. Yollar yaptırmış, ağaçlar dikmiş. Halep ve İskenderun'un seçkinlerini köye getirmiş. Sekiz dil bilirmiş. 1969'da vefat etmiş.

Arada Ayvazyan'a rakip 10-15 otel, "motel," vb. açılmış. 1960'larda Soğukoluk Ortadoğu'nun önde gelen fuhuş merkezi olarak üne kavuşmuş. 70'lerde işin içine kumar ve mafya girmiş; silahlar patlamış.

12 Eylül'den sonra Uğur Dündar'la Kenan Evren elele verip bu gidişe dur demeye karar vermişler. Tesislerin hepsi kapatılmış; fuhşun kökü kurutulmuş. Boşaltılan binalara filanca bakanlığın dinlenme tesisleri, falanca kurumun miskinler yurdu yerleşmiş. Bahçeleri ot, sokakları çöp bürümüş. Ayvazyan Otel birkaç kez el değiştirdikten sonra kapatılıp mühürlenmiş. Kapısı penceresi kırık, duruyor.

Köyün adını da değiştirip Güzelyayla etmişler. Şimdi kahvede pinekleyen yaşlılara sorunca, "Ayvazyan çok kıymetli adamdı, Soğukoluk'u Soğukoluk yapan odur" diye anlatıyorlar.

2 yorum:

  1. Sirincenin "Guzelyayla" olmamasi dilegiyle...
    Yanıtla
  2. Ver gel gör ki şimdi o tepede üç hilal ve şaşkınca bakan kocaman bir kurt resmli bayrak dalgalanıyor. Belen'i aşıp Antakya'ya doğru inerken de Türkiye Türklerindir yazıyor otoyola bakan tepelerde...ve ardından bütün köylerin adlarının her yıl değiştiği...Türkleştirildiği.
    Yanıtla