Friday, October 29, 2021

Yirmi birinci yüzyılda 'bilgi' nasıl üretilir

Elbette biliyorsunuz, bilim insanlarının yüzde 97’si insan kaynaklı küresel ısınmaya (anthropogenic global warming, AGW) inanıyor.

2013’ten bu yana bu bilgi muhtemelen birkaç yüz faklı kaynaktan karşınıza çıktı. Dünya basınını izliyorsanız hemen her gün her gazetede bu bilgiye rastladınız. Başkan Obama bilgiyi Twitter’a taşıdı: “Ninety-seven percent of scientists agree: climate change is real, man-made and dangerous.” Başkan Biden’ın çevre işleri temsilcisi John Kerry ona katıldı: “97% percent of the world’s scientists tell us [climate change] is urgent.” Dünya enformasyon sanayiinin amiral gemisi New York Times, Mayıs 2013’ten Ekim 2021’e dek ortalama haftada bir kez sihirli rakamı hatırlatmayı görev bildi: “Based on well-established evidence, about 97 percent of climate scientists have concluded that human-caused climate change is happening,” “Currently, more than 97 percent of publishing climate scientists agree: humans are the cause...” “Climate skeptics understand that 97 percent of scientists disagree with them”, “More than 97 percent of climate scientists are convinced that human-caused...” “A new study of climate scientists' opinions shows 97 percent agree that”, “More than 97 percent of all climate scientists think that climate change is real”, “Consensus affirmed: virtually all climate scientists agree warming ıs manmade”, “Some 97 percent of scientists who have written in peer-reviewed journals...”

Google’a “global warming” ve “97 percent” diye yazınca hemen hepsi genel kabulü tekrarlayan veya varsayan yaklaşık 625.000 sayfa bulacaksınız. Tartışacak konu kalmamış görünüyor. Geriye kalan yüzde üç besbelli kaçık olmalı ya da müzmin muhalif. Bunca bilim insanının kabul ettiği bir gerçeği inkâr etmek başka nasıl izah edilir?

Ne malum

Peki bu bilginin kaynağı ne? Neden mesela 95 veya 99 değil de 97? Hatta tam söylemek gerekirse %97,1? Kim saymış?

Kısa bir araştırmayla kaynağı buluyoruz. Yüzde 97 rakamını ilk ortaya atan değil ama dünya kamuoyuna maleden, Avustralya, ABD ve Kanadalı dokuz genç araştırmacının 15 Mayıs 2013’te marjinal bir çevreci dergide yayınladıkları bir makale. Linki şu: https://iopscience.iop.org/article/10.1088/1748-9326/8/2/024024/pdf. Makale bir milyon 318 bin kez download edilmiş. Son yılların en başarılı bilimsel makalesi olarak çeşitli ödüllerle taltif edilmiş. On binlerce atıf almış.

Araştırma yöntemi şöyle anlatılıyor.

1991-2012 arasında yayınlanmış olup ‘global warming’ veya ‘global climate change’ aramalarına cevap veren toplam 11.944 hakemli (peer-reviewed) makale seçilmiş. Sadece makale özetleri (abstract) veritabanına yüklenmiş. Tümü Skeptical Science adlı iklim militanı blogun takipçileri olan 12 kişi ve 12 yardımcı eleman, makale özetlerini tarayıp yedi kategoriye ayırmışlar. Kategoriler şöyle:

A) İnsan kaynaklı küresel ısınmayı (AGW) rakamsal verilerle savunan, B) AGW’yi savunan veya var sayan, C) AGW’ye ima yollu değinen, D) Tavır almayan, E) ima yollu reddeden, F) açıkça reddeden, G) rakamsal verilerle reddeden.

İnanması gerçekten güç ama makalenin hiçbir yerinde yedi kategorinin rakamsal sonuçları ayrı ayrı belirtilmiyor. Onun yerine ilk üç kategori ile son üç kategori paçal edilmiş. Sonuçlar:

A-B-C:      Kesin veya belki veya tahminen AGW savunanlar       %32,6

D:              Savunup savunmadığı belli olmayanlar                          %66,4

E-F-G:       Kesin veya ima yollu reddedenler                                   %0,7

                  Kararsızlar                                                                            %0,3

Demek ki 1991’den bu yana akademik dergilere ‘küresel ısınma’ ya da ‘küresel iklim değişikliği’ konulu yazı yazanların yüzde 32 küsuru “insanlar yüzünden iklim değişiyor” ya da “herhalde değişiyordur” ya da “değiştiği söyleniyor”, “değişmesi mümkündür” gibi bir görüş bildirmişler. Yüzde 66’sı, yani üçte ikisi, öyledir ya da değildir gibi bir beyanda bulunma gereği duymamış.

Peki yüzde 97 nereden çıktı? Şimdi sıkı durun. Araştırmacılarımız, bilim insanlarının herkesin mutabık olduğu konular yerine henüz tartışılan ve cevaplanmamış konulara yoğunlaşmak istemesini anlayışla karşılamışlar (sf. 5), fakat görüş bildirmeyenleri değerlendirmeye almayı lüzumsuz bulmuşlar. Öyle ya, adamın böyle hayati bir konuda bir görüşü yoksa fikri neden sorulsun? Sağlam (ya da tahminen sağlamımsı) görüşü olan yüzde 32,6 artı 0,7’nin yüzde kaçı vardır demiş? 32,6/33,3 = yüzde 97,1. Buyur!

Tabii “küresel ısınma” ya da “küresel iklim değişikliği” konulu makale yazanların peşinen bir yöne meyilli olduğu, sonuçta bu işin bir meslek ve kariyer meselesi olduğu, AGW’ye inanmayan ya da umursamayanların bu konuda makale yazma ihtimalinin düşük olduğu gibi mevzulara hiç girmiyoruz. Onlara girsek sonuç kaç çıkar? 2013’ten bu yana geçen dokuz yılda rakamlar ne kadar değişmiştir? Bunların hepsi muamma. Fakat bilgimiz net. Yüzde 97,1. Nicel. Kesin. Bilimsel.

Mihraklar

Ele aldığımız makaleden kısa bir süre önce bir kamuoyu araştırmaları (public opinion) dergisinde yayınlanan makaleye göre ABD ahalisinin %39’u bilim insanlarının küresel ısınma konusunda fikir birliği içinde olduğuna inanıyormuş; oysa görüşü sorulan bilim insanlarının %97’si küresel ısınmanın bir gerçek olduğunu, %84’ü ise sebebin kısmen veya tamamen insan kaynaklı olduğunu bildirmiş. (http://ijpor.oxfordjournals.org/content/early/2011/10/27/ijpor.edr033.short)

Yine aynı dönemde ABD Bilimler Akademisi’nin dergisinde çıkan bir makalede, iklim konusunda yirmiden fazla makale yazmış olan  908 bilim insanından %97’sinin insan kaynaklı küresel ısınmaya inandığını, inanmayan azınlığın ise – cık cık cık – çok az makale yazan grupta bulunduğu tespit edilmiş. (http://www.pnas.org/content/107/27/12107)

Dokuz yazarlı makalenin marjinal bir akademik dergide yayınlandığı tarihte ABD kaynaklı dünya medyasının tamamında haber konusu olmasını ve ertesi gün (16 Mayıs 2013) ABD başkanı tarafından yüzde 97 sayısı vurgulanarak alemlere tweetlenmesini de not ediyoruz.

Konuya ilişkin devasa bir literatür var. Ayak üstü sekiz on makale okuyabildim. Hemen hepsinde 97 rakamının sihirli özelliklerine dikkat çekilmiş. Yüzde seksen desen geriye yüzde yirmi kalır, saygıdeğer bir sayıdır. Yüzde yüz desen kimse inanmaz. 97 ideal sayı, neredeyse konsensus, arta kalanların ekzantrik ve gayrıciddi kimseler olarak damgalamaya uygun. Tartışılan konular kutup ayıları filan değil, genellikle kamuoyu algısı, kognitif teori, bilgi psikolojisi, ikna stratejileri gibi şeyler.

Çağdaş ‘bilim’ böyle bir şey.

Sonuç: Isınıyor mu?

Yukarıdakilerden insan kaynaklı küresel ısınma olmadığı yahut var diyenlerin yalancı olduğu sonucu çıkar mı? Tabii çıkmaz. Bırakın yüzde doksan yediyi, BİR tane dürüst bilim insanı var diyor ve delil getiriyorsa ciddiye alınması gereken bir tezdir. Sayılar arttıkça tez kuvvetlenmez, aksine zayıflar, çünkü kalabalıklar her zaman tembelliğe ve cahilliğe meyyaldir. Galileo zamanında bilim insanlarının yüzde kaçı dünyanın evrenin merkezi olduğuna inanıyordu? Darwin okuyan bilim insanlarının kaçı hemen ikna oldu?

Lakin çağımız demokrasi çağı olduğundan ahalinin de bir şekilde inanması ya da inandırılması da şart.

Mesele şu: Milyonlarca okumuş yazmış insanın kıytırık bir makaledeki bariz şarlatanlığı algılamaktan aciz olduğu bir dünyada, uydurma olduğu apaçık olan bir bilginin 625 bin defa tekrarlanarak tartışılmaz veri haline gelebildiği bir çağda, dev boyutlu ekonomik ve siyasi çıkarları ilgilendiren bir konuda, “bilgi” nasıl üretilir? Nasıl sınanır? Nasıl güvenilir?

Kalmış mıdır ‘bilgi’ diye bir şey?

 

Saturday, October 2, 2021

Demokratik modelin iflası

İkinci Dünya Savaşından sonra dünyanın büyük bir bölümünde norm olarak benimsenen çok partili demokrasi günümüzde bir yönetim modeli olarak cazibesini kaybetmiştir. Düne dek az veya çok başarılı demokrasi deneyleri sayılan bir dizi ülke – Rusya, Hindistan, Türkiye, Macaristan, Venezuela – demokratik modelden hızla uzaklaşmıştır. Dünyanın en büyük ve/veya en başarılı ülkelerinden birkaçı – Çin, Singapur, Suudi Arabistan, Körfez Emirlikleri – çok partili demokrasi modelini öteden beri ilkesel olarak reddetmektedir. Çok partili demokrasi modelinin anavatanı sayılan Batı ülkelerinde dahi demokratik düzenin a) yetersizliğine veya b) sahteliğine ilişkin görüşler yaygınlaşmıştır. Mounk ve Foa’nın araştırmaları, demokratik düzenin vazgeçilmezliğine olan inancın bellibaşlı Batı ülkelerinin tümünde yaşla orantılı olarak azaldığını ve genç kuşaklarda yüzde otuzların altına düştüğünü göstermektedir.

Öncelikle ‘demokratik’ sayılan rejimlerin bellibaşlı kurumsal özellikleri üzerinde duralım. Üç belirleyici unsur sayabiliyoruz. 1. Siyasi partilerin açık rekabeti. 2. Halk oyuyla seçilmiş meclisin nihai egemenliğe (kanun yapma yetkisine) sahip olması. 3. Kamu yönetiminin (icranın) başının doğrudan veya dolaylı olarak halk tarafından seçilmesi.

Bugünün dünyasında bu ilkelerin – veya iddiaların – fazla bir geçerliği kalmadığı açıktır.

1.    Toplum yönetiminin en belirleyici boyutlarından biri olan finans yönetimi (para ve bankalar sistemi) büyük ölçüde icra ve yasama organlarının kontrolü dışındadır. Eskiden beri belli bir özerkliği vardı, fakat 1980’lerin ‘deregülasyon’ furyasından sonra ulus devletlerin denetim imkanları neredeyse tümüyle ortadan kalkmıştır. Dolayısıyla, kamu yönetiminin en hayati alanlarından birinde ‘demokratik’ sayılan kurumların fazlaca bir işlevi kalmamıştır.

2.     Hemen her ülkede silahlı kuvvetler ve istihbarat kurumları devasa bütçelere ve olağanüstü boyutlarda hareket serbestliğine kavuşmuştur. Çığırından çıkarılmış bir tehdit algısı (“teröre karşı savaş”) ve toplumsal paranoyadan beslenen ‘gizlilik’ fetişizmi bu kurumların siyasi organlarca kontrolünü neredeyse imkansız hale getirmiştir.

3.     ‘Demokrasi’ teorisinin ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin tasarlandığı çağlarda ulusal ekonominin küçük bir payını temsil eden merkezi devlet bürokrasisi bugün ‘gelişmiş’ ülkelerde ulusal gelirin yüzde elli ila altmışını yutan bir ejdere dönüşmüştür. Profesyonel kariyer memurlarından oluşan bu yapının tanım gereği amatör kişilerden oluşan bir avuç ‘halk temsilcisi’ tarafından ciddi anlamda kontrol edilebileceğini düşünmek hayal gücümüzü zorlar.

4.    Seçilmiş organların finans sistemini, silahlı kuvvetleri ve genel olarak devlet bürokrasisini yönetemediği bir sistemde siyasi partilerin hareket sahası olağanüstü daralmıştır. Etkinlikleri a) gerçek dünyada karşılığı olmayan birtakım basit, sembolik sloganlar üretmek, ve b) yandaşlarına – yasal veya yasadışı yollarla – rant veya istihdam fırsatları yaratmakla sınırlıdır.

5.    Bu iki işlevle kendini sınırlamayan siyasi seçeneklerin başarı şansı sıfıra yakındır. Çünkü a) siyaset mesleği aşırı derecede pahalılaşmıştır; b) kamuoyu büyük maddi imkanlara ve kurumsal desteğe sahip yayın organlarınca kolayca yönlendirilmektedir; c) egemenlerin tasarrufundaki polis yöntemleri son derece güçlü ve çeşitlidir; varolan düzeni sarsabilecek siyasi aktörleri daha emekleme aşamasındayken ezmek çocuk oyuncağı olmuştur.

6.    Devletler arası sahada ekonomik, teknolojik ve örgütsel güç dengesizliği aşırı boyutlara varmıştır. Bunun sonucu olarak, küçük ve orta boy ülkelerde a) yayın organlarını, b) siyasi partileri, c) bakan ve parlamenterleri, d) gizlilik tutkusundan yararlanarak istihbarat örgütü mensuplarını, e) fantezi silah tutkusundan yararlanarak silahlı kuvvetler mensuplarını satın almak son derece kolaylaşmıştır. Bu tip ülkelerde siyaset büyük devletlerin stratejik çıkarları doğrultusunda oynanan bir maskeli oyuna kolayca dönüşebilmektedir.

7.    Bütün bunların sonucunda siyasetten umudunu kesen halklar çoğu ülkede özel dünyasına kapanmış, basit ve sembolik birtakım söylemler dışında ülke yönetimine ilgisini kaybetmiştir. Halkın siyasetten soğuması, saydığımız altı faktörün her birinin daha da şiddetlenmesi sonucunu doğurur. Halkın ilgi (ve bilgi) yoksunu olduğu bir ortamda finans sistemi, ordu ve bürokrasi daha başına buyruk, siyasi partiler daha yoz, yeni seçeneklerin belirmesi daha güç,  vicdanını kesesi dolgun olana satma eğilimi daha güçlüdür.

Bu koşullarda, Batı dünyasının 1945’ten bu yana modernliğin olmazsa olmazı ve medeni hayatın asli unsuru olarak sunduğu demokratik modelin günümüzde cazibesini büyük ölçüde yitirmiş olması şaşırtıcı değildir. Nitekim geldiğimiz noktada a) Latin Amerika’da, b) İslam dünyasında, c) Çin’i olası bir model olarak gören Doğu Asya ülkelerinde Batı tipi partili demokrasinin halk ve elitler nezdinde itibarı tükenmeye yüz tutmuştur; d) Doğu Avrupa ve eski Sovyet ülkelerinde demokrası dışı tercihler yükseliştedir.

Batının öncü ülkelerinde de son yılların siyasi gelişmeleri, önümüzdeki yıllarda demokratik sistemlerin hızlı çöküşünü düşünülemeyecek bir ihtimal olmaktan çıkarmış görünüyor.