Friday, July 30, 2021

Seçme saçmalar: Hukuk, İslam, Allah kelamı vs.

“Laik toplumlarda kanunlar kutsal değildir. Zaman içinde insanların gelişen ihtiyaçlarına göre hukukta iyileştirme yapılabilir. Laik toplumlarda insanlar kendi yasalarını yapar, tanrı onların dünyada yaptıklarına karışmaz.”

Kanunları alelumum ‘insanlar’ yapmaz. ‘Birileri’ yapar. “Kanunlar zaman ve zemine göre değiştirilebilir” dediğiniz zaman kimin ne zaman ve hangi koşullarda değiştirebileceğini de belirtmeniz gerekir. Yoksa birileri çıkar “arkadaşlar yarın beni padişah ilan edeceğiz” der, yahut gece yarısı torba yasa çıkarır, gık diyemezsin.

Karşı taraf haklı mıdır, haksız mıdır ayrı mevzu. Ama laiklik hayranlarının yüz senedir halâ karşı tarafın gerekçesini fark etmemiş görünmeleri hayreti muciptir. Karşı taraf diyor ki, kanunlar kutsaldır. Yani kafana esti diye zırt pırt değiştiremezsin. O yetkiyi sana verirsek sonucu kaçınılmaz bir kesinlikle zorbalıktır, hukukun paçavra edilmesidir. Hukuku zamana uydurmak gerekiyor ise nasıl uydurulacağına devlet sopasını elinde tutanlar değil, ak sakallı alimler karar versin.

Ayrıca, müsterih olun, tanrı bir şeye karışmaz. Çünkü tanrı hayaldir. Sadece yasa yapmanın farklı yöntemleri vardır.

“Roma imparatorluğunda kanunlarla toplumda kutsal olan ve olmayan net bir şekilde ayrılmıştır. Laiklik esas alınmıştır.”

Biraz Roma tarihi bilen bilir ki Roma hukuku ve siyasi kurumları iliğine kadar dini inanç ve törelerle yoğrulmuştur; dinsizliğin, dine zarar vermenin cezası ölümdür.  Merak ediyorsanız Mommsen yahut Fustel de Coulanges okuyun. Eski Roma dini geniş meşrepli olduğundan insanları çok üzmemiştir. Hıristiyanlık resmi din olduğunda ise muhtemelen insanlık tarihinin en feci yobazlık sahneleri yaşandı. Yanlış inanç sahipleri acımasızca kovuşturuldu, tapınakları yakıldı, dini zulümden kaçanlar yüzünden koca vilayetler ıssız kaldı.

Kutsal olanla dünyevinin ayrışması Batı Avrupa Ortaçağının eseridir. Roma devleti Batıda yıkılınca kilise uzun süre tek medeni otorite mercii olarak kaldı. Sonra devletler yeniden güçlenince gücünü onlarla paylaşmamak için çatır çatır direndi. Sonunda otoriteyi paylaşmaktan ve birbirinin alanına fazla bulaşmamayı kabul etmekten başka çare bulamadılar.

Doğu Roma’da devlet çökmediği için böyle bir şey olmadı. Ne Bizans’ta, ne Rusya’da, ne Osmanlı’da o yüzden din ve devletin ayrılması diye bir şey duyulmamıştır.

“Kuranın tanrıdan geldiğine inanıldığından değiştirilemez özelliği vardır. Bu durumda Kurandaki toplum yönetim yasalarını, hukuku değiştirebilir misiniz? Değiştiremezsiniz.”

Kuran’da birtakım şiirsel imgeler, muğlak deklarasyonlar, ne manaya geldiği belirsiz meseller ve bolca öfke krizi vardır. Hemen her ayetin zıddını söyleyen bir ayet illa ki bulunur. Bu tuhaf metinden (ve onu tamamlamak için uydurulan on binlerce hadisten) bir hukuk sistemi kendiliğinden üremedi. Üretmek için çağın en parlak alimleri canhıraş bir gayretle 200 sene uğraştılar. Ürettikleri sistemi yorumlamak için, eskisi kadar parlak olmayan varisleri bin küsur senedir hala uğraşıyor. Siz orada değiştirilmez bir tanrı yasası bulduğunuzu iddia ediyorsanız yolunuz açık olsun.

İslam hukukunun iki ana yolu ve dört tali mezhebi (ve tabii bugün terk edilmiş olan onlarca alternatifi) Abbasi devletinin ilk yüzyıllarında oluşturuldu. Yani Kuran’ın telifinden kaba hesap 100 ila 200  yıl sonra. Allah’ı referans göstermeleri politik bir tercihti. Aşırı güçlenen ve meşruiyet zemini sarsak olan halife devletine karşı hukuk mesleği sırtını “Allah kelamına” dayama ihtiyacını hissetti. Buyur askeriye senin, vergi senin, ama hukuk senin tasarrufunda değil, ilmiye sınıfının tekelidir dediler. Senin kılıcın varsa bizim de Allahımız ve kitabımız var diye kendi kendilerini teselli ettiler.

Son derece akıllıca bir hamleydi. Sonuçta ilim mesleğinin yüzyıllar içinde aşırı derecede muhafazakarlaşmasına, kılıç sahibinin tasallutuna karşı istiridye gibi içine kapanmasına yol açtı, o ayrı mevzu.

Bugün “İslam değişir mi? Değişmez!” diyerek kendi sorup kendi cevaplayanların bu hakikatleri aklında tutmasında yarar vardır. İslam hukuku konusunda ahkam kesmeyi toplumun en cahil ve ezik sınıflarına terk edip sonra onların kalın kafalılığından şikayet etmek pek de rasyonel bir tavır olmasa gerek.

 

Wednesday, July 28, 2021

Türkçe öğrenelim: kelepçe, kalafat, tolga

Nişanyan Sözlük’e artık çok vakit ayırmıyorum. Gene de ara sıra girip bir şeyler eklediğim ya da düzelttiğim oluyor. Son günlerde üst üste üç tane eksik ve yanlışımı yakaladım. Kendi kendime kızdım.

Kelepçe

Kelâb veya kelâbe Farsça “iplik kangalı”. Farsçanın klasik sözlüğü Burhan-ı Katı’ya göre “iplik ve iplik saracak çark manasınadır ki bir nev’ine kelâbçe veya kelâbçek tabir olunur.” Meninski sözlüğü (1680) kelâb maddesinde sözcüğün Türkçesini keleve diye aktarmış, “keleve ki üstüne iplik sararlar ve ol sarılan iplik” tanımını vermiş. Türkçe kelepçe/kelebçe sözcüğüne ilk kez değinen Vefik Paşa (1876), bunu iplik kangalı anlamında keleb ile irtibatlandırmış: “bileğe takılan küçük keleb”. Vefik Paşa’dan daha titiz bir dilci olan Şemseddin Sami (1900) o topa girmemiş, kelepçe’yi tanımlamakla yetinmiş: “derdest edilen ashab-ı ceraimin kaçmamak için bileklerine takılan çifte halka.”  Türk Dilinin Sözde Etimolojik Sözlüğü yazarı Hasan Eren (1999), Ligeti ve Räsänen’e istinaden kelepçeyi Farsça kelâbe (“büyük iplik çilesi”) + ça küçültme ekiyle izah etmiş. Andreas Tietze (2016) Eren’in açıklamasını aktarmış fakat bağlayıcı bir görüş belirtmemiş. TDK Türkçe Sözlük sözcüğün ‘Farsça’ olduğunu belirtmiş, başkaca açıklamaya gerek duymamış.  Nişanyan garip ne yapsın, sözlüğünün 2002, 2009, 2018 baskılarında Farsça kelâb+çe etimolojisini tekrarlamakla yetinmiş. Kalabalığa uy ki yanılmayasın.

Geçenlerde bir şey için Çağatayca bir metne göz atarken birden uyandım: “bilekce, mahpusların ve suçluların ellerine takılan iki boyunduruk.” Buradaki bilek bildiğimiz bilek olabilir, ama “iki şeyi bir araya getirme, birleştirme” anlamında bile ile anlam bağı eski dilde daha belirgin. Kelepçe belli ki bunun deforme edilmiş hali. Belki argo ya da bilinçli bir espri.

Kelâbçe diye Farsçadan alıntı, hayli marjinal bir kelime de varmış belli ki.  Lakin “üstüne iplik sarılan çark” ile bildiğimiz kelepçenin makul bir anlam bağı yok ki? Ne çarka benzer meret, ne de iplikle akrabalığı var.

Kalafat

Eski usul ahşap teknelerle tanışıklığı olanlar bilir, her yaz başında tahtaların arası kazınır, açık olan yerler üstüpü veya fitille doldurulur, sonra elde primüs ocağı zift eritilip aralarına dökülür. Bu işlemin adı kalafatlamak. Türkçeye Rumcadan alınma bir sözcük. Gerçi Arapçada da qalfaṭ var aynı anlamda, fakat bunun hayli geç bir alıntı olduğu anlaşılıyor. Erken devir Arapçada cumhurun c’siyle calfaṭa جلفطة kullanılmış, bu da yapıca yabancı olduğu bariz bir sözcük.  Yunanca kalafátis καλαφάτης  7. yy’ın ilk çeyreğinde yazı yazmış Hieron adlı birinin eserinde ilk kez karşımıza çıkıyor, gayet net bir teknik terim.

Buraya kadar sorun yok. Sonra hangi şeytan aklımı dürtmüşse, sözlüğün ikinci baskısını hazırladığım dönemde, 2009’dan bir süre önce (yaptığım düzeltmelere time stamp koymayı 2009’da akıl ettim) bu kelimenin Arapça kılıf ile kökdeş olduğunu ve belki Arap-öncesi Sami dillerinden alınmış olabileceğini belirtme gereği duymuşum.  Bir daha da dönüp bakmamışım. Deli saçması tabii. Kökeni gayet net olan bir sözcük. Ortaçağ Latincesinde calefacere “ateşte ısıtmak, harlamak, alazlamak”, fiil-sıfatı calefatus veya calafatus, İtalyancası calefato/calafato. Kalori ve kaloriferle aynı kökten bir kelime.

İlginçtir ki şoför de aynı kökten. Latince ve İtalyancada başta ka- olan ses Fransızca avam telaffuzunda şa- olur, Lüleburgazın l’si ise önce w’ye dönüşür, sonra bitişik ünlüyü o’ya çevirip kaybolur. Yani Latince /kal/ > Fransızca /şo/. Basit.

Tolga

13. yy’da Türkçeye girmiş silah, savaş ve ordu düzeni ile ilgili pek çok kelime gibi “miğfer” anlamında tolganın da Moğolcadan alınma olduğu bilinen bir şey, bütün kaynaklarda yazar, doğulğa, davulğa gibi varyantları da gösterilir.  Buraya kadar sorun yok. Nişanyan da umumi kabule uyup Moğolcadır demiş. Daha derinine girmemiş.

Geçenlerde korsan kitap sitelerinde gezinirken Andras Rajki’nin Moğolca Etimoloji Sözlüğü’ne denk geldim, ona göz atarken birden hop! Moğolca tolğay veya toluğay neymiş? Bildiğimiz “baş, kafa”, tüm düz ve mecazi anlamlarda, insan başı, tepe başı, büyük ve küçük baş hayvan, işin başı, baş ağrısı, ayrıca serpuş, başlık, sarık ve saire.

Dil bilmemek kötü şey. Böyle bariz şeyler bile gözünden kaçabiliyor.

 

 

   

Wednesday, July 21, 2021

Fifiler hakkında

Bu yazıyı Facebook'ta paylaştığım için 30 gün yasaklandım. Korkunç bir çağda yaşıyoruz.

Birincisi, ABD, AB ve WHO dahil hiçbir kuruluş bu “fifileri” henüz onaylamış değil.
Sadece 'emergency use' izni verildi. Teknik olarak şu anda yapılan şey dev boyutlu bir deneydir. Hiç kimse test deneği olmaya mecbur edilemez.

İkincisi, bilinen ve kabul edilmiş fifiler hayat boyu, veya en azından uzun süreli bağışıklık sağlar. Bu fifilerin en fazla altı ay veya bir yıl etkili olduğu üretici firmalarca beyan edildi. Son günlerde ortaya çıkan verilere göre belki bu da fazla iyimser, bağışıklık süresi çoğu insanda üç ay gibi kısa bir süre olabilir.

Üçüncüsü, fifilerin %94,2 gibi koruma sağladığına ilişkin bol keseden iddiaların bilimsel hiçbir dayanağı olmadığını anlamak için minimum bilimsel akıl, hatta sadece akıl yeterlidir. Bağımsız gözlemcilerin (yani fifi üreticileriyle çıkar ilişkisi olmayanların) uzun vadeli araştırmaları olmadan bu tür beyanlar reklam sloganı olmaktan öteye değer taşımaz.

Dördüncüsü, bu fifileri üreten ve pazarlayan firmalar yılda 1,3 trilyon dolarlık bir kartelin üyeleridir. Üretikleri fifilerden sadece birinci yılda yaklaşık 100 milyar dolar kazanacakları öngörülmektedir. Bu kartelin bilim insanlarını, akademik dergileri, araştırma kuruluşlarını, hatta üniversite departmanlarını parayla satın alma pratiği yaygın ve yerleşiktir ve defalarca, ayrıntılı olarak belgelenmiştir. Elbette bu verilerden, söyledikleri her sözün yalan olduğu sonucu çıkmaz. Ancak söyledikleri her sözü prima facie şüpheyle karşılamak için yeterli sebep vardır.

Tuesday, July 20, 2021

Devlet gücü nah sınırlanır

Devlet gücü sınırlandırılmalı. Evet, tabii. Doğru söze ne denir?

2. Dünya Savaşından sonra ‘Batı’ siyasi düşüncesi bu ilke üzerine inşa edildi. Aksini savunan Alman Nazizmi yenilmişti; aksini savunan Komünist tezler 1945’ten sonra düşman ilan edildi, marjinalleştirildi. Yeni çağın peygamberleri Karl Popper, Hannah Arendt, Raymond Aron idi. Kamu hukuku, güçler ayrımı, siyasi ve kurumsal çoğulculuk, çok partili parlamenter sistem, basın özgürlüğü, uluslarüstü kurumlar, ‘insan hakları’... Hepsinin ana fikri aynıdır. Devlet gücü belli sınırlar içine hapsedilmelidir. Bireyin özerkliği devletin suistimaline karşı korunmalıdır. Evet, ne güzel.

Derken, hiç beklemediğimiz şeyler oldu.

1. Akla ziyan teknolojik gelişmeler oldu. Devlet kurumlarının eline yeryüzündeki herkesi, bilhassa güç ve mevki sahibi olanları, an be an izleme, konuşmalarını dinleme, notlarını okuma, boş zamanlarında yaptıklarını kayıt altına alma, ailelerinin ve sevgililerinin röntgenini çekme  imkanı geçti. Arzu ettikleri herhangi birini, yıllar önce can sıkıntısından göz attığı bir porno videosu yahut beceriksizce yaptığı bir cinsel girişim gerekçesiyle böcek gibi ezme yetisini kazandılar.

İşin bir ilginç yönünü gözden kaçırmayalım. Bu akla ziyan güçlerin kullanımı halâ kısmen yasadışıdır; dolayısıyla o güçlerle donatılan devlet kurumları büyük ölçüde gizlidir. En temel faaliyetleri yasadışı ve gizli olan bir devleti nasıl denetlersin, gücünü nasıl kısıtlarsın?

2. Polis azdı. Dünyanın her ülkesinde polis askerleşti, askerî donanım ve eğitimle pekiştirildi. Kendi toplumuna veya toplumun büyük kesimlerine karşı açık savaş zihniyeti ile yetiştirildi; bunun gerektirdiği becerilerle donatıldı. Sokak gösterileriyle siyasi gücü sarsma ihtimali çoğu ülkede ortadan kalktı.

Daha kötüsü, sokak gösterileriyle siyasi gücün sarsılmaya yüz tutar gibi olduğu birçok ülkede o gösterilerin diğer (daha güçlü) devletler tarafından yönlendirildiği kuşkusu belirdi.

3. Sermaye birikimi akıllara durgunluk veren boyutlara ulaştı. Kamu ile özel sermaye arasındaki sınırlar belirsizleşti; devlet fonksiyonlarının pek çoğu,  paydaşlarının gelirini artırmak dışında herhangi bir kamusal sorumluluğu olmayan aktörlere devredildi.

Savaş ve emniyet, ceza infazı ve kamu sağlığı gibi temel kamu işlevlerinin önemli bir bölümü, ayrıntıları bilinmeyen sözleşmelerle özel kurumlara aktarılmışsa bunları hangi güç nasıl denetler? Kamu meydanı – agora – bu kurumların malı ise; mal sahipleri tırnaklarının sadakasıyla yayın organlarını, üniversiteleri, bilim kurumlarını, yasama meclislerinin tüm üyelerini ve gerektiğinde işe yarayacak küçük devletleri satın alacak güce sahipse, Popper’in güzellediği özgürlüklerin ne manası kalmıştır? “Kongre ifade özgürlüğünü kısıtlayan yasa yapamaz” ilkesi hangi göte don olur?

4. Bütün bunlardan daha elim ve daha vahim olmak üzere, egemen düşünce iklimi değişti. Değiştirildi. Bir önemli dönüm noktası sanırım 2001’de başlatılan ‘Teröre karşı savaş’ isterisiydi; can alıcı olan ikincisini son bir buçuk yılda sahnelenen pandemi tiyatrosunda yaşadık. Üçüncüsü ‘Küresel ısınma’ kisvesi altında ufukta görünüyor. İnsanlığı tehdit eden bunca dehşetengiz tehlikeler varken, ne yani, devlet eli kolu bağlı mı otursun? Bu devirde halâ devlet gücü kısıtlansın diye tutturanlar romantik hayalperestler değil midir? Global seferberliğe zarar veren bu gibi şaşkınların susturulması – bu devirde – şart değil midir?

Bu zihniyetin nasıl tereyağından kıl çeker gibi topluma benimsetildiğini izlemek derin bir hayal kırıklığıdır. İletişim araçları ellerindedir. Propaganda teknikleri çok gelişmiştir. Üniversiteler satın alınmış, ahlaki çapasını çoktan kaybetmiş, olağanüstü bilgisiz ve bağnaz bir kuşak yetiştirilmiştir. Halk ekonomik belirsizlik içinde ürkek, tüketimden ve hayatta kalmaktan (survival) başka hiçbir değer tanımayacak ölçüde şaşkındır. İtiraz etmeyi aklından geçirenleri susturmak çocuk oyuncağıdır. Ve polis acımasızdır.

Bu koşullarda “devlet gücü sınırlansın” teorisinin fazla bir güncelliği kaldığını düşünmüyorum. Efendim hukuk devleti, yok Avrupa insan hakları bilmemnesi, parlamenter sistem güçlensin, basında tekelleşme önlensin, sivil toplum örgütlensin, falan filan. Kaçtı o trenler. Ejderha kafesten çıktı.

Çözüm önerim yok maalesef. Bilmiyorum. En kolayı teslim olup işi oluruna bırakmak, ama ona da gururumuz elvermez. Büyük devletler arası rekabete mi umut bağlamalı? Sistemi sabote edecek ince planlar peşinden mi koşmalı? Bireyler ve küçük gruplar için sisteme karşı özerklik alanları inşa etmeye mi çalışmalı?

Dünyada bu konulara epeyi kafa yoranlar var. Okumak lazım. Aslında seyahat etmek ve tanışmak lazım, yüz yüze gelmeden fikirler gelişmez. Ama o da yasak biliyorsunuz. Çünkü halkımız pandemiden korkuyor.

Thursday, July 15, 2021

Boğaziçi Üniversitesi

Sonradan Boğaziçi Üniversitesi adıyla alelade bir üçüncü dünya ülkesi okuluna dönüşecek olan Robert College, tek başına Cyrus Hamlin’in idealizminin, yaratıcı dehasının, yirmi yıllık emeğinin eseridir. Dünya eğitim tarihinde eşine az rastlanan bir yeri vardır.

Çöküşü cumhuriyetin ilk yıllarında başlar. Maarif bürokrasisinin denetimine girer, büyümesi önlenir, ekonomik cendereye sokulur, “öğretmen” ve “müdür yardımcısı” kılığında faşist itlerle doldurulur. Nihayet 1969-1971’de “devrimci”-milliyetçi gençliğin azgın tezahüratı altında kamulaştırılır. İzleyen yıllarda bütün duvarları Atatürk ikonalarıyla kaplanır. Türkiye’nin tek iyi eğitim kütüphanesi olan kütüphanesinin yağmalanmasına göz yumulur. Kendi öğrencisini seçmesi önlenerek ulusal paçalın bir cüzü haline getirilir. Yan tarafına Yozgat Üniversitesi kalıplarından çıkma Yeni Kampüs eklenir.

Bugün yaşanmakta olan hadisenin geçmişini bilmeden bir halt anlayamazsınız. Yapı nasıl çürütüldü, nasıl altı oyuldu, neden şimdi son darbeyi vurup ele geçirmeye hazırlanıyorlar, bunlar hep havada kalır.

Her şeye rağmen Boğaziçi bir şeylerin simgesi olarak kaldı. Hatta o şeyler ülke çapında her cephede yenilip tek bir kaleye sığındıkça simgesel değeri arttı. Kısmen geçmişin anılarıydı imajı ayakta tutan. Belki de artık bir avuç kalmış Tanzimat entelijensiyasının Boğaziçi kampüsünün güzelliğine sığınma içgüdüsü, kim bilir?

Şimdi bütün ülkeyi istila eden dalga gelip o kalenin duvarlarına dayanmıştır. BÜ nedir ki, 200 tane Sütçü İmam Üniversitesinin olduğu yerde kimi ırgalar demeyin sakın. Yendikleri sınıfın ve tasfiye etmeye çalıştıkları zihniyetin son kalesidir. Sembolik değeri büyüktür. 1453’de üç duvar arasına sıkışmış Kostantinopol’ün kime ne zararı vardı? Ama onu ele geçirmelerini, tarihlerinin en şanlı vakası olarak hala kutluyorlar.

Türkiye Cumhuriyetinin kurucu ideolojisidir yerlilik ve millilik. Şimdi bunun mantıki sonuçlarını yaşıyoruz.

Sunday, July 11, 2021

Eroin bağımlılığına dair

Eroin bağımlılığı ile para bağımlılığı arasında ciddi benzerlikler var. Her ikisi makul sayılabilecek gerekçelerle yola çıkıyor. Sonra psikolojik bağımlılığa, ardından objektif kaçınılmazlığa dönüşüyor. İstesen de vazgeçemeyeceğin bir yola giriyorsun. Tutku – mecburiyet – yaşamını ele geçiriyor. Başka şey düşünemez, başka açı gözetemez oluyorsun. Ahlaki terazini kaybediyorsun.

Patron kapitalizminde hastalık henüz erken aşamadadır. Patron keyfî davranabilir; para tutkusunu diğer ahlaki tercihleriyle bağdaştırmayı deneyebilir; gerekirse “mal benim kime ne” deyip işletmesini riske atabilir. Mafya babasının da bir onuru var. Buna karşılık şirketlerin sermaye piyasalarına ve gri elbiseli memurlara mahkum olduğu bir dünyada böyle şeyler mümkün değildir. Tek bir hedefin, tek bir varlık sebebin vardır: daha fazla kazanmak. Bu uğurda gerekirse babanı satmışsın ya da dünyayı yakmışsın, ne gam. İptiladır. Benliğini esir almıştır. Her yolu deneyeceksin.

Kanunlara uyman gerekir tabii, öbür türlü Devlet canına okuyabilir. Lakin bu devirde kanun dediğin şey dipsiz, sonsuz bir labirenttir. Bugün yasal olan yarın yasal olmayabilir, bugün yasa dışı olan yarın yasaya uyabilir. Verili anda neyin yasal olduğunu bilmek için yüzlerce uzmanın mütalaası gerekebilir. O halde yasa koyucu ile yasa yorumlayıcıyı mümkün mertebe yanına almalısın. Kadrolarına adam yerleştirmeli, gücün yetiyorsa bir kısmını saf dışı etmelisin. Bir yerden sonra tercih değil mecburiyettir: yasayı kontrol edemiyorsan para kazanamazsın. Neyin yasal neyin yasadışı olduğunu bilmek, çoğu zaman senin hukukçularınla devletinkiler arasında pazarlığa tabidir. Pahalı iştir, çok para gerektirir. O halde çok para kazanmalısın ki daha para kazanabilesin. “Yeter bu kadar” dediğin gün çökersin.

Kamuoyunu fazla ürkütmemelisin. Kamuoyu koyundur gerçi, kolayca güdülür. Ama aleyhine dönerse sermaye piyasalarında dayak yersin; yasa koyucu katındaki müttefiklerini kaybedersin. O yüzden iletişim medyası ile iyi ilişkiler kurmalısın. Onları beslemeli, gönüllerini hoş tutmalı, gerekirse can yakmayı bilmelisin. Gazete dediğin kaç para ki? Bir yayın kurulu kaça mal olur?

İptiladır sonuçta. Gerekeni neyse onu yapacaksın. Sonuçta memursun, yapamazsan seni kovarlar, yapabileni getirirler.

Peki. Diyelim ki sektör olarak yılda 1,3 trilyon dolar gelirin var. Yani dünyadaki 190 ülkenin 12 yahut 13’ü hariç her birinin toplam ulusal gelirinden fazla para kazanıyorsun. Kazandığın parayla mesela dilersen 83 milyon Türkiye nüfusunun tamamını geçen sene kazandıkları paranın üstüne dolar bazında yüzde 70 zam koyup maaşa bağlayabiliyorsun. Fakat hasta olduğun için bu yetmiyor, daha fazla, çok daha fazla para kazanman gerekiyor. Üstelik öyle kıyasıya rakip filan değil, ilaç sektörü gibi, hepsi akıl almaz çetrefillikte ortaklıklarla birbirine göbekten bağlı topu topu sekiz on firmasın.

Sen olsan ne yaparsın?

*

Benim zihnimde dönüm noktası geçen sene Ağustosta Rusya Sputnik aşısını ilan ettiğinde Batı medyasından oy birliğiyle yükselen düş kırıklığı homurtusu idi. “Ama test edilmedi”, “uzmanlar güvenmiyor”, “öyle diyorlar ama”, “Putin’in amacı ne”... Eğer gerçekten insanlığı tehdit eden bir tehlike varsa ve birileri, velev ki şüphe payıyla olsa, çare bulduğunu iddia ediyorsa, maksadı insanlığa hizmet olanın tepkisi bu mu olur? “Testin yetersiz, gel bütün imkanlarımızı seferber edelim beraber test edelim” değil midir doğru cevap? Nobel ödülü çantada keklik olmalı.

Mesele aşıyı bulan kuruluşun yetersizliği miydi? Değil, Gamaleya Enstitüsü 1891’den beri ciddi çalışmalara imza atmış saygın bir bilim kurumu, daha iki sene önce herkese fark atıp ebola aşısını bulmuş. Mesele Rus bilim insanlarının güvenilmezliği miydi? Değil, iki üç makale okumuş, iki üç kişiyle tanışmış olan herkes bilir ki ex-sovyet ülkeleri bilim insanları batılılardan genellikle daha dar ufuklu da olsalar bilimsel ahlak açısından onlara fark atarlar. En azından onlar kadar sınırsız para ve popülerlik batağına saplanmamışlardır. Nitekim kısa sürede ortaya çıktı ki Rus aşısı en azından batılılarınki kadar etkili ve güvenlidir, aynı klasmandaki Astra-Zeneca ve J&J aşılarına oranla yan etkileri daha azdır; testi şayet yetersiz ise, ötekilerinki de aynı ölçüde yetersizdir.

Peki nedir CNN’inden Der Spiegel’ine, New York Times’ından Guardian’ına kadar Batı medyasının tamamını hasetten mosmor eden? Basit bir milli takım amigoluğu mudur, biz değil rakip takım gol attı misali? Zannetmiyorum. Öyle olsa bütün bu covid öyküsünün gayriciddi olduğu ortaya çıkar, göze alamazlar.

İki ihtimal geliyor aklıma. İlki, Gamaleya Enstitüsü anladığım kadarıyla Rus devletinin biyolojik savaş çalışmalarında rol oynamış bir kuruluş; bununla ilgili, ayrıntılarına vakıf olamayacağımız bir çekince var arka planda.

İkinci ihtimal daha basit ve sanırım daha gerçekçidir. Batı medyası tamamen satın alınmıştır. Maaşlarını ödeyenlerin reklamını yapmaktan başka bir düşünceleri yoktur. Ruslar piyasanın bir dilimini kapınca patron hesabına göz yaşı döktüler.

*

Moderna’yı bildiniz mi? Türkiye’de yok, ama batıda tescil edilen dört mü beş mi covid aşısından birinin sahibi. Kurucusu bizden, Nubar Afeyan (Efeyan olmalı), Lübnanlı bir Ermeni, yaşı benden küçük, 1975’te ailece Montreal’e göçmüşler, McGill’i bitirdikten sonra MIT’de doktora yapmış, bizim oradaki akraba ve taallukattan ailesini tanıyanlar çok.

Doktoradan sonra venture capital işine girmiş. Yani sermaye oluşturup riskli startuplara yatırım yapmaya başlamış. Çoğu biotech alanında 41 firmanın kuruluşuna öncülük etmiş. Bu meyanda 2009’da Moderna’yı kurmuş. Şirketin bugünkü piyasa değeri 93 milyar dolar, yani TC bütçesinden biraz düşük. Ana hissedarı ve kuruluşundan beri yönetim kurulu başkanı Afeyan.

Soru şu. Elinde 93 milyar dolar varsa ve bu paranın hukuken ve ahlaken meşru olan yegane amacı daha çok para kazanmak (“growth”) ise, yapabileceklerinin sınırı nedir? Yasadır diyorsanız, bu çağ ve devirde “yasa” ne demektir? Nereye kadar esnetilebilir? Yasanın başlıca güvencesi olan bilgi kaynakları ve kamu kanaatleri ne kadar kontrol edilebilir?

Bu çapta paranın – veya eroinin – sözkonusu olduğu yerde bilimsel ahlakın korunması mümkün müdür?

*

Aşıların bir zararı var mı? Sanmam. Bunca nüfusa uyguladıklarına ve henüz kokusu çıkmadığına göre olabildiğince güvenlidir diye düşünüyorum. Hem risk olsa ne olacak, sonuçta sokak lahmacunu da yiyorum, kola da içiyorum. Yaptırdım aşılarımı, çünkü öbür türlü hayatımızı zindan etmeye kararlı görünüyorlar.

Faydası var mı? Vardır herhalde, gerçi bu kadar ısrarlı reklamı yapılan bir ürüne ne kadar güvenilir ayrı mesele. Koka Kola da hayat verir diye kırk senedir başımıza kakıyorlar, vermiyor.

Benim tahminim varyant gambitini oynayacaklar. Delta şimdilik denemeydi, yarın epsilon çıktığında göreceksiniz, bu yılın modeli çıktı yeniden aşılanmanız lazım diye dayatacaklardır, tıpkı iPhone yahut otomobil modeli gibi. Moda sektörünü yüz senedir ayakta tutan dinamik de bu değil mi?

Aslına bakarsanız o tosuncuğun Çiftlikbank tezgahından büyük farkı yok. Bunda da bir yatıran iki – veya yirmi iki – kazanıyor. Tek fark, eşantiyon olarak yanında bir de aşı veriyorlar. O zaman yasal oluyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Saturday, July 10, 2021

Korona Günlerinde Yolculuk

(Fişek dergisi Temmuz ayında çıkan yazım.)


Bütün ülkeler şimdi PCR testi istiyor. Allahtan test raporunun belli bir formatı yok, elektronik takip sistemi de henüz kurulmamış. Yeni pdf çıkarmak beş dakikanı alıyor. Başka ülkeleri bilmem ama Türkiye, Yunanistan, Mısır, Katar, Gürcistan, Bulgaristan, Almanya ve saire girişinde bir göz atıp “geç” diyorlar. Maksat formalite yerine gelsin.

Bulgaristan’ın güneydoğu kesiminde Yunan devletinin tanıdığı tek PCR laboratuvarı Kırcali’de bir klinik, tanesi 110 euro, bekleme sırası kapıdan dışarı taşmış, yan sokağa kadar uzanmış. Günde 500 kişi olsa 55 bin euro eder, kim ne kadar pay alıyordur acep? Sen klinik olsan belediyeye, sağlık müdürlüğüne, konsolosluğa yüzde kaç verirdin? (Bu dediğim geçen Ağustos mamafih, şimdi nasıldır bilmem.)

*

Havayolları kâbus. Atina’dan Tiflis’e direkt hatlar iptal, İstanbul aktarmalı var ama o da bize haram. Ukrayna, Rusya, Belarusya aktarmalı uçuşları hükümet bir sonraki emre dek iptal etmiş, Mayısta açılır belki diyorlar ama kim bilebilir? Tel Aviv bağlantılı El Al bileti buluyoruz, son gün uçuş saati değiştiğinden bağlantı suya düşüyor. Bir gece Tel Aviv’de kalsak? Mümkün değil, İsrail’e girişler korona yüzünden yasak. Para iade? Maalesef şirket kuralıymış, ama istersek üç ay içinde başka El Al uçuşuna kullanabilirmişiz.

Son dakikada Kahire bağlantılı bir bilet bulup check-in’e koşuyoruz. Hani vize diyorlar. Buyur, üç ay önce gitmiştik, Kahire’de hay hay deyip kapı vizesi verdiler, işte kapı gibi mühür? Kısım Şefi gelmiş, suratından düşen bin parça, belki sabah hanımla dalaşmış, ı-ıh diyor, kanun yasa yönetmelik, hem üstelik Korona. Genel kural: Her yasa ve her yasak, eziklerden bir ezik memura daha güçsüz birini ezme fırsatı verir. Madem fırsat verilmiş niye değerlendirmeyesin?

(Üç ay önce geldiğimizde Kısım Şefi yoktu, çekinci kızlar ‘hıı’ deyip geçirmişlerdi.)  

*

Mısır’da korona morona hikâye. Sözde maske mecburiyeti koymuşlar, ama sokaklarda hicaplı kadınların yanında yüzünü tıbbi maskeyle örten bir elin parmaklarından fazla değil. Çarşı, pazar, belediye otobüsü, cami, kilise, bar, kafe tıklım tıklım insan istifi, herkes güler yüzlü, herkes rahat ve kalender, Allahın dediği olur modunda.

Mısır’da korona oranı dünyadaki en düşüklerden imiş, 100 milyon nüfusta 8 bin kişi ölmüş (geçen Ocak rakamları). Kuşkuya kapılıp didikliyoruz. Cemiyet işlerine hakim arkadaşlara, onların doktor akrabalarına sorduruyoruz: yok, bir iki kişinin öldüğünü duymuşlar, onlar da zaten çok yaşlıymış. Taşra kasabalarında sağlık ocaklarını, hastane kapılarını gözetliyoruz: sağlık teşkilatı en az Türkiye’deki kadar yaygın, insanlarda da aman doktora gitmeyeyim evde öleyim gibi bir hava yok. Bir toplum bu işi ne kadar ciddiye alır, saplantı haline getirirse o kadar çok insan mı hastalanıyor acaba diye geçiriyoruz aklımızdan. Töbe diyoruz, bu fikri yüksek sesle söylesek memlekette insanlar bizi linç eder, neme lazım.

Luksor’da üç tekerli tuktuk sürücüsü tam beden arkaya dönük bize başından geçen komik bir olayı anlatırken aniden 80 km süratle ölüm dönüşü yapıyor, az daha asfaltı öpüyoruz. İleride polis varmış, maskesiz görse şu kadar ceza yazar diyor, geçen bir günde üç defa ödemiş. E diyoruz, sokakta maskeli tek kişi yok? Yaptığı el hareketini “kör tuttuğunu öper” diye yorumluyoruz.

*

Gürcistan’da kurallar daha katı. Gece 9’da sokağa çıkma yasağı, hafta sonları tamamen kapalı imiş. İlk iki akşam saati kaçırıp aç kaldıktan sonra fark ediyoruz sokak köşesinde duran restoran gelgelcilerini. Buyurun diyor bir tanesi, kapalı bir restorana götürüyor. Kapı önünde sandalyeler yığılı, köpekler çöp kovasını devirmiş, pencereler karanlık. Kapıyı tıklatıyoruz, açıyorlar. Cümbüş koridorun sonunda: tüm masalar dolu, müzik coşmuş, Gürcü şarabı su gibi akmakta. Gece hangi saatte olursa bekleriz diyorlar, aman dikkat edin polis görmesin.

Kafkas dağlarının en ücra yerlerini dolaşıyoruz: ıssız dağ yollarında yürüyen köylü kadınları maskeli, yaylada davar otlatan çobanlar maskeli. Tsalka’da Türkçe konuşan Rumların köyüne uğruyoruz. Köy metruk, giden Rumların yerine üç beş hane Acaralı Müslüman yerleşmiş. Paskalya ertesi Pazartesi günü Ortodokslarda mezarlık ziyareti adettir, o yüzden tek tük Rum aile gelmiş, eski evlerinde piknik yapıyor, göz ucuyla Acaralılarla karşılıklı bakışıyorlar. Bizi misafir eden aile tedirgin. Bu yıl korona yüzünden mezarlık ziyareti yasakmış. Mezarlıkta bizden başka bir Allahın kulu yok, ama gene de benim orada dolanıp fotoğraf çekmemden huzursuz oluyor. İhbar olsa, polis gelse ne yaparız?

*

Ermenistan ile Gürcistan’ın korona istatistikleri hemen hemen başa baş, ikisinde de “vaka” sayısı yüzde 7-8, ölüm oranı binde 1 dolayında. Ama yaklaşım farklı. Ermenistan’da yasaklar çoktan bir kenara atılmış, lokantalar kafeler günün her saati açık, devlet daireleri dışında maske takan pek yok. Yerevan günlük güneşlik, canlı, dünyada modern – yani 20. yüzyıl eseri – olup “güzel” sayılabilecek galiba tek kent. Ülkenin geri kalanı ise Sovyetler Birliği çağında donup kalmış. Her kasabada “Ekmek”, “Et”, “Giysi”, “İnşaat Malzemesi” isimli birer adet dükkan; terk edilmiş hayvani bir fabrika; boyaları dökülmüş, camları kırık bir Parti binası. Karayolları en son 1960’larda Hruşçef zamanında tamir görmüş.

Gürcistan’la kontrast bu sefer daha fazla dikkatimizi çekti. Gürcistan canhıraş bir çabayla “Batılı” olma derdinde, özü olmasa da vitrinini “modernleştirmeye” önem veriyor, pek yakında Avrupa Birliğine tam üye kabul edileceğine iman ediyor. Ermenistan’da gerçi başkent seçkinlerine sorsan hala öyle derler de, memlekette o anlatıya çok inanan kalmamış gibi.

Korona kanunlarına yaklaşımları bu farkın bir yansıması mıdır diye geçti bir an aklımızdan. Öğretmenine yaranmaya çalışan uslu öğrenci gibi Batı’nın gözüne girmeye gayret eden Gürcüler dağda bayırda maskeyi dayatırken Ermenilerin boş vermişliğini başka nasıl açıklamalı?

Tsalka'da köy sokağı, Gürcistan

Yerevan'da konser, Ermenistan


Thursday, July 8, 2021

Avlan, Gey

Olympos’un mezrası Avlónas. Köyde üç gün geçirince orayı da görmek farz oldu. Issızlığını sevdim sanırım. Kemik gibi kuru dağların arasına sıkışmış, dar uzun, küçük, kayıp bir ova. Fotoğraf çekmeye çalıştım ama bir türlü o dokunaklı, durgun havayı yakalayamadım. 100-150 hane köy yapmışlar; sürekli oturan kimse yokmuş, ancak tarla işi için giderlermiş. Bir teyze evinin önünü lokanta yapmış, ekli fotoğraflarda alttan dördüncü sırada ortadaki yer. İki üç saat orada oturup tembellik ettim, köy dedikodusu dinledim. [Pardon linkteki fotolar her seferinde rastgele sıralanıyormuş. 15 no Avlonas, 4 no teyzenin lokantası.]

Avlonas nedir diye sordum, canım işte tarlalar olur öyle diye açıklamaya çalıştı, beceremedi. Sözlükte yok, ama gayet yaygın bir yer adı: en meşhuru Atina yakınındaki, sonra Midilli’de, Sakız’da, Evia (Eğriboz) adasında birer tane, Arnavutluk’taki Vlorë şehrinin de esas adı Avlona’dır. Sonunda Eski Yunancaya bakmayı akıl ettim, aha, αὐλών avlōn, Eski Yunanca son hece uzunsa Yeni Yunancada böyle +as ile çekimlenir, Herodot’ta kaç defa geçermiş, “hollow between hills or banks, defile, glen” diye çevirmişler. Türkçesi boğaz, daha doğrusu koyak olmalı. Vadi değil, kanyon da değil, tabanı düz olan cinsi. Güney Ege’de, Toroslarda çok vardır bilirsiniz, dağlar arasına sıkışmış, kuru göl yatağı gibi dümdüz verimli alan.

Türkiye coğrafyasıyla bağını birkaç gün sonra kurabildim. Yavaş çalışıyor kafa.

Avlan, tabii, neresiydi? Fethiye’de Faralya ve Kabak’tan dağ yoluyla Kınık tarafında giderken bir boğazdan geçersin, on sene öncesine dek müthiş ıssız, taş devrinden kalma, yürek hoplatan yerlerdi, şimdi ne kadar bozulmuştur bilmem. Oradaki köye sonradan Boğaziçi adını verdiler, Avlan onun mahallesi oldu. Öteki Avlan Kaş-Elmalı yolunda bir ara kurutup, sonra çevre faciası olunca yeniden su tutmaya çalıştıkları gölün adı. Avlan sanırım gölün değil, onun güney yakasındaki boğazın ve boğaz içindeki köyün – şimdi Göltarla – adı olmalı.

Bir de Avlana var. Datça Mesudiye’nin eski adı deniyor ama değil, şimdiki Mesudiye köyünün arkasında boğaz içindeki mahallenin adı. Buranın en eski köyüymüş, 19. yy haritalarında sadece Avlana görünüyor. Mesudiye, +iye ekli tüm Osmanlıca yerler gibi 19. yy sonu veya 20. yy başında muhacir yerleşimi olarak kurulmuş olmalı.

Avla, avlanmakla alakası yok. Rumca Avlón/Avlónas’ın uyarlaması. Aynı sözcük yerel Türkçede kavram olarak kullanılıyor mudur, yani üretken midir, yoksa yer adı olarak direkt Rumcadan mı aktarılmış, bilemedim.

*

Bunlarla cebelleşirken tam on beş senedir aklımı kurcalayan bir muamma da çözülüverdi birden. Demin sözü geçen Faralya-Kabak dağlarında bir Gey köyü vardır, sevdiğimiz arkadaşlarımızın bir de küçük oteli var, gecelediğim olmuştur. Böyle rezil isim mi olur dediler, köyün adını Yediburunlar yaptılar, bir Allahın kulu da açıklayamadı Gey nedir, dağ başındaki Yörük obasına nasıl isim olur diye. 19. yy haritalarına bakınca mesele çözülüverdi. Kâhya köyü imiş. Yerel ağızda Gey olmuş.  

Avlonas, Karpathos

Avlonas, Sakız

Avlan, Elmalı
Avlan, Fethiye (siyah şey bulut gölgesi)