Saturday, July 29, 2017

Paris – Berkeley – Londra

Paris-Berkeley-Londra dünyasından söz etmiş, bir önceki yazıda mevzubahis ettiğimiz eleştirmen kardeşimiz. Var mı öyle bir dünya? Vallahi sanmıyorum. O sandviç kaşarı gibi araya giren Berkeley orada olmamalı, başka bir kıtada.

Paris-Londra dünyası desen vardır. En azından bin yıllık bir dünyadır. Saltanatının zirvesine 19. yy’da, diyelim ki 1815-1914 arasında ulaşmıştır. Temeli Avrupa’nın aristokratik kültürüdür. Kültürü ve terbiyeyi ve yönetim yetkisini elinde tutan, hakikatin ve sanatın sırlarına vakıf olduğuna inanan, ayrıcalıklı bir sınıfı varsayar. Ta 20. yy başlarına dek tüm literatürü, tüm sanatı, mimarisi, şehirciliği, yönetim felsefesi, bilim kurumları hep bu varsayım üzerine kurulmuştur. Aristokratik bir zümrenin kültüründen (ve ona boyun eğen, eğmeyen, tepkiyen, isyan eden unsurlardan) ayrı düşünülemez. Eleştir istersen, ben de eleştiririm nolacak, ama kabul etmeli ki zengin ve ilginç bir dünyadır. Çok şey üretmiştir.

Sonradan, de ki 1850’lerden sonra, o eski yapı emperyalist megalomani ile beslenir ve yeniden şekillenir; Hausmann’ın Paris’i ve Victoria & Albert Museum’un Londra’sı (Ringstrasse Viyana’sı, Gründerzeit Berlin’i) çıkar ortaya. Daha soğuk ve kibirli bir çağdır. Düşünürsen kendi yıkımını içinde taşır. İçerideki aristokratik egemenliğin terminolojisini ve mantığını dünya egemenliğine tahvil etmeyi dener. O tekne o sıkleti taşıyamaz, üç beş kuşak içinde tepe taklak gelir. Bugün Paris de Londra da, Viyana’yı da ekle, o da, geçmişin anılarıyla yaşayan, dünyaya önderlik etme hırsını ve yeteneğini yitirmiş, marjinalleşme yolunda dolu dizgin ilerleyen şehirler.

Berkeley derken eleştirmenimiz San Francisco’yu kast etmiş olmalı. Apayrı bir dünyanın ürünü ve simgesidir. Tarihi yoktur. Aristokrasiyi tanımaz, demokrasiyi kültürel kıblesi sayar. Kültürel bagajı hafiftir; bagajdan ziyade sırt çantasıdır – içindeki eşya taş çatlasa altmış-yetmiş yıllıktır. Her sabah dünyayı yeniden keşfetme sevinci ve sıfırdan kurma arzusuyla kalkar yataktan. Birkaç ay önce size Dave Eggers’ın romanı The Circle’ı anlatmıştım, onu okurken epey andım bu mevzuları. Aristokratik geçmişin çapası olmayınca kültür (ve felsefe, ahlak, dünya görüşü) ipi kopmuş tespih gibi dağılıyor. Bir bakıma daha özgür, bir bakıma ürkütücü ölçüde sığ ve başı boş.

Emperyal Avrupa’nın yorgun dünyasından çok farklı bir yer Kaliforniya kıyıları. Kontrastlara dikkat etmeden ikisini bir torbaya atarsan sağlıklı bir yargıya varamazsın bence.


Friday, July 28, 2017

Kökü dışarıda aydın muhabbeti

Mechul Muhayyil adlı arkadaşımız bir zamanlar beni yeterince batılı ve anti-islamik olmamakla suçlardı. Şimdi ise, tersine, Batı’nın aklının ve özgürlüğünün tu kaka edildiği bir çağda çağ dışı kalıp Batıya hayran olmakla suçluyor (burada). Hayat böyle zor işte, bazen ağzınla kuş tutsan yaranamıyorsun. Gerçi içinde “ontik, ontolojik, Vergessenheit, Guattari” gibi tabirler geçen yazıları okurken beynim kısa devre yapıyor, belki de tam olarak ne dediğini anlamamışımdır. Öyleyse benim hatam.

Gerçekten Kartezyen rasyonalist miyim, Plato’nun ve Antik Roma heykellerinin rasyonalizmle alakası nedir, Paris-Berkeley-Londra dünyasında mı yaşıyorum, tereddüde düşüp buradaki arkadaşlara sordum, kimse doğru dürüst bir cevap veremedi. Her halükârda yeni hayatımı kurmaya girişirken Paris, Londra veya Berkeley’e gitmek gelmedi aklıma. Ege’de ufak bir ada ruhuma daha yakın göründü. Yeterince Batılı ve Evrenselci değilmişimmiş, görünen o.

Aslında Muhayyil dostumuzun vehmettiğinden daha basit biriyim galiba. Özetle desen üç cümle. Akılsızlığa hasta oluyorum. Cahilliğe tahammülüm yok. Çirkinliğin her türlüsü beni fiziksel olarak iğrendiriyor. Hepsi bu kadar. Ve hayır, bunların öznel, kültürel ve bilmemnesel şeyler olduğunu kimse söylemesin bana. Aptallık aptallıktır; cahillik son derece basit ve objektif bir gerçektir; çağdaş Türk şehirciliği ve çağdaş Türk milliyetçiliği ve çağdaş Türk bürokratik aklı, kime sorarsan sor, iğrenç bir çirkinlikten mustariptir.

Ha bunlara alternatif olarak ne öneriyorsun diye sorarsanız, çok somut bir şey yok kafamda. El yordamıyla bir yol bulmaya çalışıyorum; kesin cevabı bilmediğim için bazen sesli düşündüklerimi de sizinle paylaşıyorum, belki birisi bir şey söyler bana yol gösterir diye. Aldığım eğitim Batı eğitimi olduğundan, ve dahi benim sorduğum sorulara en bol ve bereketli cevaplar o cihetten geldiğinden, Batı hayranı olduğum izlenimi çıkıyor ortaya. Oysa klasik Şark medeniyeti hakkındaki bilgim ve duyarlığım da, Batı tarafım kadar olmasa da, sanırım bugünkü Türkiye’de herhangi birinden eksik değildir. Batılının o konulardaki cahilliği ondan bundan çok beni rahatsız eder. Ve fakat, bundan, bugünkü Türkiye veya genelde bugünkü İslamistan’a dair bir sonuç çıkarılabileceği kanısında değilim. Bataklığın ilacı burada değil. Güncel Türk “kültürü” bünyesinde, aptallığa, cahilliğe ve çirkinliğe deva olacak bir ipucu aramanın beyhude çaba olduğu bence tartışma gerektirmeyecek kadar açık bir gerçek. (Evet, sanırım bu noktada sevgili Etyen Mahçupyan’la taban tabana zıt bir yerlerdeyiz.)

Yoksa bugün için Avrupa medeniyetinin batmış olduğunu, Amerika medeniyetinin ise yabancı ve ürkütücü ufuklara yelken açtığını herkes kadar ben de idrak edebiliyorum, merak etmeyin.

*

En az dört bin yıldan beri medeniyet bu topraklara hep dışarıdan gelmiş. Hititler medeniyet hakkında ne biliyorlarsa Mezopotamya’dan ithal etmişler. Sonra İskender’le beraber batıdan Greko-Romen uygarlığı gelmiş. Peşinden güneyde bir yerlerden Hıristiyanlık gelmiş. Peşinden doğu cihetinden İslam gelmiş. Peşinden iki yüz yıllık Batılılaşma-Avrupalılaşma macerası yaşanmış. Her seferinde memleket biraz canlanır gibi olmuş, sonra kadim bataklığına geri dönmüş. Aldıklarını çürütmüş ve tüketmiş.

“Uygarlıkların beşiği Anadolu” derler ya, inanmayın. Uygarlıkların mezarlığı Anadolu, daha doğru bir tanım.

Thursday, July 27, 2017

HACKED BY AYYILDIZ TİM

BİR SERSEM, AVANAK KUŞ HAPİSTEN KAÇIP YURDIŞINA KAÇMIŞ.BİRDE BUNUNLA ÖVÜNÜYORMUŞ. OZAMAN BU KUŞU YAKALAMAK BİZE KALDI...
AYYILDIZ TİM SELAM EDER...
KEREM ŞAH NOYAN / ZENCİ MUSA

Tuesday, July 25, 2017

Tayyip değilse kim

“Benim oyum Tayyip’e” başlığıyla geçen hafta yazdığım yazıda bence gayet net, gayet anlaşılır, son derece açık bir şey söyledim. Okuduğunu düz okuyup anlama alışkanlığı ben görmeyeli memleketten büsbütün gitmiş sanırım, vatandaş Kuran tefsir eder gibi tefsire girişmiş, ne manalar çıkarmış, üff, aklın durur. Yok Stockholm sendromundan mustaripmişim de, yok ironi yapıyormuşum da, yok ben Tayyip’e oy verince adamlar minnettarlıklarından beni kayığa koyup uğurlamışlarmış da, neler neler.
Bir kere farkında mısınız bilmem, Türkiye’de seçim sistemi değişti. 2019’da veya daha önce yapılacak seçim, bugüne kadar alışık olmadığımız bir sistemle yapılacak. İkinci tura sadece iki aday katılacak ve yüzde 49,9 veya daha az alan direkman elenecek. Peki sizce Yaya Kemal Beyin, VEYA onun göstereceği bir adayın yüzde 25’ten bir puan fazla alma ihtimali var mıdır? Kıçını yırtsa veya Güney Kutbuna kadar yürüse bu gerçek değişecek midir? Son üç veya beş veya yirmi beş seçimden beri ne değişmiştir ki halkımız “hımmm bak yanılmışık, Kemal Bey eyiymiş” deyip bu sefer o muhteremi tercih etsin?
MHP seçmeninin ikinci tercihinin kim olduğu belli. HDP seçmeninin büyücek bir bölümünün ikinci tercihinin de aynı olduğunu 1 Kasım 2015 seçimlerinde gördük. 2019 veya öncesinde, Yaya Kemal VEYA onun seçip kutsayacağı 2. Ekmel’i aday göstermek demek otomatikman Tayyip’e beş sene daha iktidarı hediye etmek demektir, bunu göremeyecek kadar kör mü bu millet? Danışıklı dövüş olduğunu hakikaten göremiyor musunuz? Adamın yürüyüşünün adalete madalete faydası yok. Tek amacı ve tek sonucu, memlekette var olan ve patlama noktasına gelmiş olan muhalefet potansiyelini çıkmaz sokağa kanalize etmek. Siyasi açıdan leş değerinde bir seçeneğin avlusuna sokmak. Bunu göremeyenlerin ya aklından ya niyetinden şüphe etmez misiniz siz?
Ayrıca bu adam kazara iktidara gelse ne yapacağına dair en ufak bir fikriniz var mı sizin? Benim yok. Zatı muhteremin tüm söylemi, 2013 Aralığından beri başta olan iktidar blokunu meşrulaştırmaktan, ayıp yerlerinin üstüne incir yaprağı örtmekten ibaret. Kimseye tek kelime açıklama yapmadan bir akşam milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasına onay vermiş bir şahıstan söz ediyoruz. Devlet Bahçeli’den ciddi bir farkı var mıdır? Yarın daha başka nelere “devletin ali menfaatleri” deyip onay verecek, bir fikrimiz var mı? Aklını veya emirlerini nereden alıyor, biliyor muyuz?
Türkiye’nin CHP’den kurtulması lazım. Ben 1980’den beri bunu bilirim, bunu söylerim. Mesele Kemalizm memalizm değil, o işin köpük tarafı, taktik aracı. Asıl mesele memlekette sağ iktidarlara karşı tek veya asli seçenek olarak, yetmiş seneden beri seçim kazanma ihtimalini yitirmiş, doğal ölümle ölmüş bir partinin suni solunumla ayakta tutulmasıdır; her seçimde allanıp pullanıp yeniden sahaya sürülmesidir. İnsan nasıl bu kadar kör olabilir, hakikaten anlamıyorum. Bu ülkede sağın yetmiş senedir sarsılmayan iktidarının tek sebebi, tek dayanağı, vazgeçilmez unsuru CHP’nin varlığıdır, bunu gerçekten göremiyor musunuz? Kim bunları ısrarla ayakta tutuyor, onu ayrıca konuşuruz. Ama her kim ise, asıl niyetinin topal atı sahaya sürüp öbürü lehine şike yapmak olduğu apaçık değil mi?
*
Bana sorarsanız yeni anayasa, diğer sorunları ne olursa olsun, ilginç bir fırsat sunuyor bize. Profesyonel siyasetçi olmayan ve var olan partilerin desteğine sahip olmayan biri de, yeni sistemde, yüz bin imzayı toplayıp aday olabiliyor. Şaka maka, kazanma ihtimali de hiç küçük değil.
Yunanistan’da Syriza çıktı, İspanya’da Podemos çıktı, İtalya’da Beppe Grillo çıktı. Ne başardılar ayrı mesele, ama bizde benzeri neden olmasın? Eski partilerin hepten çürümüş oldukları aşikar değil mi? Neden seçeneklerimiz onlarla sınırlı olsun? Neden taze bir isimle, taze bir yüzle, yeni bir söylemle, yeni bir rüzgar estirilmesin? Toplumda muazzam bir öfke birikimi ve tahmin ettiğinizin çok ötesinde bir muhalefet potansiyeli birikti. Neden o devasa gücü, yetmiş sene öncesinin kokmuş sloganlarıyla siyaset yaptığını zanneden ezikler güruhunun güdümüne terk edelim?
Kasım 2019’a daha iki yıl var. İktidar sahibi o tarihi muhtemelen az veya çok öne çekmek isteyecektir. Bir an önce doğru dürüst bir muhalefet adayı üzerinde konuşmaya başlamanın vakti gelmedi mi?
Seksen milyonun içinde, yüz ya da bin dört yüz yıl öncenin ahmaklıklarıyla beyni uyuşmamış, bir tanecik eli yüzü düzgün kadın – ya da adam – çıkmaz mı diyorsunuz?

Vatandaş soruyor, cevaplamak boynumuzun borcu

3-4 ay it kopukla beraber yattığınız müddette herhangi bir zarar verdiler mi, fenalık yapmaya çalıştılar mı, ne şekil davrandılar?

Şakran ve Yenipazar’da yalnız olduğum bir buçuk yıl dışında gaspçılarla, hırsızlarla, katillerle, bonzai tacirleriyle, mülteci kaçakçılarıyla, karısını şişleyenlerle vb. beraberdim. Zaman zaman bunaldığım oldu elbette, ama herhangi bir tanımlı insan kategorisinden çok daha kötü olduklarını düşünmüyorum. İnsan olarak iletişim kurabildiğin zaman çoğu güzel insanlar, duygusal ve içten. Buna karşılık kültürel üstyapı korkunç. Bireysel kişilikle kitlesel kültür arasındaki ilişkiyi bol bol düşünme ve gözleme fırsatı buldum.

Bana her yerde saygılı davrandılar. “Hocam” hitabından ve formel (feodal?) saygı gösterilerinden asla imtina etmediler. Üç beş defa densiz tiplerle yumruklaşmanın eşiğine geldim; her seferinde etraftakilerin çok büyük kısmı beni koruyup kollamayı görev bildi. Bana saygısızlık ettiği için sıkı dayak yiyen bir iki serseri de oldu.

Kürtler nasıl insanlardı, kaba mıydılar iyi miydiler?

Kabaydılar. İyiydiler. Ege bölgesi cezaevleri nüfusunun sanırım %40 kadarı Kürt. Çok etkileyici bir dayanışma içindeler. Hemen hemen istisnasız bütün koğuşlarda koğuş ağası Kürt. Feodal otorite yapısını çok kolay ve çok doğal olarak kuruyorlar; etraflarına “dayı” için canını tehlikeye atmaya razı bir “yeğenler” veya “torınlar” zümresini derhal topluyorlar. Otorite kurmanın çok zor (fakat çok gerekli) olduğu bir ortamda, biraz zorbalıkla, daha çok bir tür ilkel ve içgüdüsel adaletle, yetmeyince dini bir söylemle, düzeni kurabiliyorlar. Türkler bu tür bir dayanışmadan ve cüretkârlıktan yoksun; biraz homurdanıp boyun eğiyorlar. Romanlar biraz daha dirençli, ama sayıca azlar.

Şuna kani oldum ki, Kürtler bir süre sonra memlekete hakim olursa hiç sürpriz olmaz. Ege’ye oldular zaten; gerisi de zaman meselesidir.

Bana her gittiğim yerde Kürt arkadaşlar çok büyük dostluk ve sevgi gösterdiler. Elimi sıcak sudan soğuk suya sokturtmadılar. İlla ki kelimei şehadet getirtmeyi ümit ettiler. Ama ben anti-islamcı ve anti-allahçı pozisyonu çatır çatır savundukça sevgi ve saygıları azalmadı, arttı. “Ne konuşuyo la bu gâvur” diye çıkıntılık yapanları derhal susturdular ve dışladılar.

Foça'daki rakı sofraları meyhanede mi oluyordu, yoksa cezaevinin içinde mi?

Her ikisi. Phokai Restoran, Sadık’ın yeri: Foça’ya yolunuz düşerse uğramazlık etmeyin.

Peki nasıl kaçtınız, Prison Break gibi değildi herhalde? Mülteciler gibi kaçak mı çıkış yaptınız, yoksa normal pasaport göstererek mi?

İzinli çıktım, sandala bindim, gittim. Yolda başımıza olmadık absürtlükler geldi, iş bayağ vodvile döndü. Ama sağ salim varabildik.

Otel kapanıyor mu?

Yoo, neden kapansın? İşletmeyi dört yıl önce Müjde’ye hibe ettim, kendi bildiği gibi devam ediyor. (Otelin adını Manolya Otel diye değiştirmeyi düşünüyormuş.) Mülklerimi de Nesin Vakfına bağışladım biliyorsun. Tertemizim. Kuş kadar hafifim.

Ali Nesin n'apacak, Türkiye'de mi kalacak?

Elbette, benle ne alakası var ki? Matematik Köyü olağanüstü bir hızla gelişiyor, büyüyor, güzelleşiyor. Ali Nesin’siz yürümez orası. Büyük bir sorumluluk var onun sırtında, benim gibi kayığa binip kafasının estiği yere gidecek özgürlüğü yok.

TC, Interpol arama kararı çıkartabilir mi sizce, öyle olursa nerede saklanırsınız?

Mahkum edildiğim konular dünyada aklın hüküm sürdüğü herhangi bir ülkede ceza değil ödül konusu olan şeylerdir. İnterpol’e başvuru olsa kıçlarıyla gülerler sanırım. TC yönetiminin o kadar bariz bir hata yapacağını sanmıyorum.

Nerede mi saklanırım? Niye saklanayım ki? Bir kere bu devirde saklanmak diye bir şey mümkün değil. Atina’da olduğumu bilmiyorlar mı sanki? Ayrıca saklanmayı gerektirecek bir şey yapmadım, göğsümü gere gere dolaşırım.

(Malum kişiye yurtdışında oy verme hususunda ciddi olmadığınızı farzederek) Sizce Malum Kişi devrilir mi?

Oy konusunda ciddiyim. EĞER seçenek Kılıçdaroğlu mu RTE mi ise, benim oyum RTE’yedir. Çok talihsiz bir gerçek, ama kabahat benim değil bizi o sefil ikileme mahkum edenlerindir.

Kim ne derse desin ben bu rejimin siyaseten zayıf olduğunu, panikle hareket ettiğini, ve kimsenin beklemediği bir anda ayağını sürçmeye aday olduğunu düşünüyorum. Bu devir uzun sürmeyecek. Sonrası ne olur, Allah bilir. Çünkü alternatif belli değil. Alternatifin ucu bile belirse bu cinnetin sonu görünecektir. Ama belki başka cinnet başlar, o ayrı mevzu.

Türkiye'de 4 sene sonra genel af (ve/veya iç savaş) çıkar mı, çıkarsa dönmeyi düşünür müsünüz?

Genel af kaçınılmazdır. Malum kişi gider gitmez çıkacak bence. Ama rejimin halefi kim olur, neci olur, daha mı iyi daha mı kötü olur, kestiremiyorum henüz. Apoletlilerin kini allahçılarınkinden beter olabilir.


Thursday, July 20, 2017

Mapushane hikâyesi

2 Ocak 2014'te Torbalı Açık Cezaevine girdim. Dört ay veya (başka bir olasılıkla) bir yıl dört ay kalmam bekleniyordu. Açık cezaevi nispeten rahattır. Tesis içinde serbestçe gezebilirsin, ankesörlü kuyruğunda sıra gelirse telefon edebilirsin, üç ayda bir hafta izne çıkabilirsin. Vız gelir diye düşündüm. Bedeli ne? Tüyler ürpertici bir eğitim düzeyine ve onunla orantılı bir ahlak anlayışına sahip birkaç yüz kişiyle diz dize yaşayacaksın. Onlarla yaklaşık aynı nitelikte bir yönetici kadronun tahkir ve tacizine göğüs gereceksin. Alışması zaman alır, ama çok da zor şeyler değil.

Tavrım beğenilmedi, yeterince itaatkâr bulunmadı. İyi niyetle yardımcı olmaya çalışan bir sayın bakanın saçma sapan girişimleri ters tepti. Şubat ayında kapalı cezaevine sevk edildim.

Önce Buca. Korkunç bir yer. Kırk kişilik koğuşlarda yüz yirmi kişi, her an patlamaya hazır bir nefret ve isyan yumağı. Oturacak sandalye yok, kaçacak kuytu köşe yok, yer yatağında üç kişi beş kişi kucak kucağasın. Sonra Şakran. Toplu katliamdan 56 yıl almış Diyarbakırlı bir toprak sahibi ve yardımcısıyla baş başa geçen bir ay. Ardından, iki katlı, ferah, salon salamanje bir koğuşta tek başıma üç ay. Bilgisayar için baş vurduk. Üç ay oyaladılar, olmadı. İlk bir ay kadar cidden canım sıkıldı, sağlığımdan endişelendim. Sonra alıştım. Marifet bir rutin oluşturmaktır. Rutin olunca insan kendini her koşulda evinde hissediyor. (Saat on olmuş, ıhlamur vakti!) Ama bu sefer o rutin senin zaafın oluyor. Dilediklerinde kırıyorlar, perişan oluyorsun.

Temmuz 2014'de Aydın Yenipazar. Eski İçişleri Bakanı Mehmet Ağar için özel yapılandırılmış bir yerdi. Çam ormanları içinde ufacık bir tesis, ama çok yüksek güvenlik, katı disiplin. Müdür, Musa Bey, sağ olsun, yakınlık gösterdi. Tek kişilik ferah bir koğuş verildi. Bilgisayar (haftada beş gün, günde altı saat) hemen halloldu. Digitürk bağlandı, sinema paketi geldi; hayatımda seyretmediğim kadar çok (ve kaliteli) Holivut filmi seyretme imkanı buldum. Musa Bey şimdi Fetö'den tutuklanmış galiba. Ona buradan bir selam.

On dört ay boyunca, bir keşiş azmi ve sükûnetiyle sözlüğümün revizyonuna çalıştım. Yüzlerce Erken Türkçe ve Osmanlıca metni gözden geçirdim, kelime avcılığı yaptım. Türkçenin tarihine ilişkin bir kitabın çatısını çattım. İlk altı ay tamamen yalnızdım. Sonra yanıma saçma sapan bir konudan hapse girmiş bir emekli hakim bey verdiler. Akşamları onunla top oynadık, film kritiği yaptık, kahvaltı planladık. Haftada bir adamcağıza Mezzo'dan opera seyrettirip eziyet ettim. Arada yeni cezalar yağdı, toplam cezam önce on bir, sonra on yedi yıla çıktı.

Ağustos 2015'te, birinci Davutoğlu hükümetinin son dakikasında yapılan bir yönetmelik değişikliğiyle yeniden açık cezaevine çıkma hakkı kazandım. Söke Açık'a geçtim. Yeni açılan bir tesisti, ilk müşterileri bizdik. Kütüphaneyi kurma görevini ben üstlendim. Bahçe ile ilgilendim. Kendini geleceğin romancısı olarak gören müdür Erzurumlu Ülkücü Eşref Beyin edebi danışmanlığını üstlendim.

Eylül ve Aralıkta iki kez izne çıktım. İlkinde Nokta dergisinden röportaja geldiler; necip milletimize ve onun yöneticilerine el hareketi çekiyormuşum izlenimini veren bir kapakla yayınladılar. İkincisinde doğum günümdü; eşe dosta bir parti verelim dedik. Nereden geldiğini bilmediğim bir dansöz belirdi; neden orada olduğunu anlamadığım bir basın fotoğrafçısı deklanşöre davrandı; neden yaşadığına akıl erdiremediğim bir pisliğin gazete köşesinde o resim büyütülerek yayınlandı.

İki üç hafta sonra kütüphanemde bilgisayar başında çalışırken, üç müdür ve yirmi kadar memurdan oluşan bir heyetçe basıldım. Eşref Müdürün bilgisi ve izni dahilinde kullandığım (fakat tabii yasa dışı olduğunu bildiğim) internet bağlantısı ele geçirildi. Derhal kapalıya sevk edildim. Yıllarca gün yüzü görememem sonucunu doğuracak disiplin cezaları verildi. Emrin bakanlıktan geldiğini, ellerinden bir şey gelmeyeceğini anlattılar, yüzleri -- kızarmasa da -- büzüşerek. Garibim Bekir Bozdağ'ın o kadar inisyatif kullanmış olabileceğini sanmıyorum. Emir daha yüksekten gelmiş olmalı.

Mart 2016'de Menemen Kapalı'ya sevk edildim. 15 gün hücre cezası yattım. İnanılmaz derecede kalabalık koğuşlarda üç dört ay it kopukla beraber kaldım. Bir ay kadar yine (ikinci kez) hayli sıkıntılı bir dönem geçirdim. Küçük kızım Anahit'e mektuplar şeklinde bir kitap yazdım; o beni iyileştirdi. Benim için bir kitap fonu oluşturan Emin Kaya ve Boğaziçi'nde hoca olan Özlem Beyarslan sağ olsunlar, şahane kitaplar gönderdiler. Okumak ve haftada iki üç kez canımın içi öbür Özlem'le yorum teati etmek bana yaradı. Keyfim geri geldi.

Temmuz 2016'daki sözde darbe hadisesinden sonra cezaevlerinde düzen alt üst oldu. Koğuşlar badem bıyıklı, mülayim yüzlü adamlarla dolup taştı. İtin kopuğun çoğu 671 sayılı kararnameyle salıverildi. Kalanlar kasırgaya tutulmuş gibi cezaevinden cezaevine, ilden ile savruldular. Bin kişilik Menemen'de eskilerden belki yüz veya yüz elli kişi kaldık. Tümü Kürt arkadaşlardan oluşan güzel bir koğuşa düştüm. Sevgili başkanımız Adil'in (uyuşturucu ticareti, suç örgütü kurma, gasp, cinayete azmettirme...) kararlı ve deneyimli idaresi altında iyi bir düzen kurduk. Her akşam düzenli olarak sohbet meclisi toplandı; memleketin halleri, zorbaların kaçınılmaz sonu, dinin temelleri, bilimin son başarıları tartışıldı. O sohbetlerin dinle ilgili faslının verdiği ilhamla, Halim ile Selim'in diyaloglarına dayalı bir kitap kotarabildim. Yavaş yavaş kalemim açıldı. Aralık ayından başlayarak üç dört ay harıl harıl bu bloga yazı yetiştirdim.

Şubat 2017'de yapılan yönetmelik değişikliğiyle, yıllarca beklemeye gerek kalmadan yeniden açık cezaevine geçme hakkını kazandım. 25 Martta Foça Açık'a geçtim. Öncekilerle kıyaslanmayacak kadar güzel ve rahat bir yerdi: Ege'nin güzel bir yerinde, yeşillikler arasında Gediz Deltasına tepeden bakan bir tür külüstür tatil kampı. Beni çok ellemediler. Sanırım "aman yazardır mazardır, başımıza dert açar" diye korkudan donlarını pisleyeyazdılar. Ben de tabii fırsattan istifade etmemezlik etmedim. Önce çayırlar, sonra tepeler, arka yollar derken iş Foça'da haftanın üç günü rakı sofrası kurmaya kadar dayandı, yazı yazmaya vakit kalmadı. Ulaşım kolaylığı için bir de bisiklet edindim, sanırım TC tarihinin ilk bisikletli mahkumu olarak kayıtlarda yer aldım.

Sonunda üç buçuk yıl yeter dedik. Bu saçmalığın sonu yok. Daha üç yıl cezam var, yıllar önce televizyon programlarında söylediğim sözler yüzünden halâ dava üstüne dava açıyorlar, malum kişi cehennemi boylamadan beni salmaya niyetleri yok görünüyor.

Günah bizden gitti dedik. Bir gün Foça limanından özgürlüğe yelken açtık.

Aslına bakarsanız olayın bu noktaya vardığı daha iki yıl öncesinden belli olmuştu. Adamlarla -- ta en baştakine dek -- konuştuğunda hep iyi niyet, hep çözüm vaadi. Ama iş eyleme gelince eylem yok, niyeti de yok. Aralık 2015'te ben gitmeye hazırdım. Arkadaşlar aman dediler bir delilik yapma, akıllı ol Sevan, az daha sabret, çok acayip hazırlıklar yapmak lazım. Oysa biliyordum, bu iş hazırlıkla mazırlıkla olmaz. Kafaya koydun mu yapacaksın, arkana bakmadan yürüyüp gideceksin. Az daha dur dediler. Durdum. Ertesi hafta yakalandım, kapalıya sevk edildim, bir buçuk yıl kaybettim. Bu sene Nisan'da da gidebilirdim, daha biraz bekleyelim dendi. Neye? Boşuna. Temel ders hep bildiğiniz gibi: Eylem yapacaksan asla akıllı adamların aklına kulak asma. Eylem için deli olmak lazım. Başını sonunu fazla düşünmemek lazım.

Mersiler faslı
Akıllı arkadaşlarımın hepsine, ve çok akıllı olmayanlarına da, yine de, sonsuza kadar minnettarım. Benim gibi huysuz ve bazen hayli bencil bir adamı üç buçuk yıl boyunca akıl almaz bir özveriyle onlar ayakta tuttular.

Aralarında en büyük emeği ve fedakarlığı gösterenler canım arkadaşım Özlem ile içeride iken en yakın dostum ve yoldaşım rolünü üstlenen avukat Murat Akci'dir. Ali Nesin bazen kendini yıpratma pahasına benim için çırpındı, olmadık mücadelelere girdi, istediği ve hak ettiği sonuçları alamadıkça kendini kahretti. Sait Çetinoğlu Nişanyan davasını ayakta tutmak için insanüstü bir çaba harcadı. Özlem B ve Emin K beni kitapsız bırakmadılar. Elif K beni sevgisiz, Cansın S mektupsuz ve dergisiz bırakmadı. Işın dünyanın dört bucağından yardımıma yetişip yazı damarlarımın kurumasını önledi. Sezgi ilk sene canla başla bana sahip çıktıktan sonra canına tak deyip uzak kıtalara kaçtı. Dicle ve Andaç bir yıl boyunca her hafta yanıma gelip beyin kaslarımın paslanmasına izin vermediler. Adsız bir arkadaşımız büyük kişisel risk pahasına özgürlüğüme giden kapıları açtı. Beş çocuğum her yıl bir parlak başarıdan bir parlak başarıya koşarak babalarının mutluluğuna ve manevi gücüne en büyük katkıyı sağladılar. Tanıdığım ve tanımadığım binlerce insan mektuplarıyla, mesajlarıyla, dualarıyla bana güç verdiler. Hepsine minnettarım. İstediğim nispette hepsine yetişemesem de hiç biri yüreğimden uzak değil.

Allah, yahut her kimse, hapse düşen herkese böyle dostlar nasip etsin.

Tuesday, July 11, 2017

Benim oyum Tayyip'e

Çakma muhalefet partisinin lideri İstanbul’da on maddelik seçim bildirgesi yayınlamış.
Okuyoruz:

1- 15 Temmuz darbe girişimini lanetliyoruz. 245 şehidimizin aziz hatırası, gaziler vb.
Tercümesi: Cumhurbaşkanımızın meşruiyetine inancımız tamdır. İndirmeye kalkanları kınıyoruz. İstibdadını meşrulaştırmak ve pekiştirmek için kullandığı absürt söylemi aynen benimsiyoruz.

2- 20 Temmuz’da getirilen OHAL ile yasama yürütme ve yargı tek elde toplanmıştır; bir an önce kaldırılmalıdır.
Tercümesi: 20 Temmuzdan önce fena değildi, bari ona dönelim, şekil düzelsin.

3- Kolektif suç gibi insan haklarına aykırı uygulamalardan vazgeçilmelidir.
Tercümesi: Tamam bildiğin gibi yönet, ama o kadar ileri gitmesen? Sivrilikleri düzelt yeter.

4- OHAL mağdurlarının yargıya ulaşım ve sosyal güvenlik haklarını kısıtlayan uygulamalara son verilmelidir.
Tercümesi: İşten çıkar peki, ama bari adamcağızın emekli maaşını, primini vb. elleme. Bırak mahkemeye baş vursun, oyalansın.

5- FETÖ ile hiçbir ilişkisi ile bulunmayan ama sırf hükümete muhalif olduğu için görevlerinden alınan akademisyenler görevlerine dönmeli ve tutuklu milletvekilleri serbest bırakılmalıdır.
Tercümesi: FETÖ ile az ilişkisi bulunan ve çok belirgin bir şey yapmamış birkaç kişiyi görevine iade et, biz de bir işe yaramış görünelim. Figen Yüksekdağ’ı filan tutabilirsin çünkü milletvekilliği düşürüldü, ama birkaç vekil sal da bari benim suç ortaklığım çok belli olmasın.

6- Mesleklerini yaptıkları için tutuklu bulunan gazeteciler serbest bırakılmalıdır.
Tercümesi: Öbürleri tutuklu kalabilir.

7- OHAL ortamında ve yapılan anayasa değişikliği gayrimeşrudur. Türkiye bu anayasa ile yönetilemez, yönetilmemelidir.
Tercümesi: Daha eklenecek maddeler var, gel bu sefer beraber yapalım, büsbütün aciz görünmeyelim.

Gerisi klasik seçim bildirgesi tıraşları: parlamenter sistem üzerindeki her türlü vesayet, eğitimde laiklik ilkesi, yoksulluk, terör, kadın hakları vs. Yıllardır tekrarlana tekrarlana tiridi çıkmış bir sürü boş laf. 
Ben itiraf ediyorum. EĞER seçenek buysa ben oyumu Tayyip’e veririm. Adam müstebit, yasa tanımaz falan filan, peki, ama hiç olmazsa düz ve dobra. Yaya Kemal Bey gibi kaypak ve aciz değil.
------------

PS- EĞER dedik, değil mi?

Sunday, July 9, 2017

Stalin, Zeki Velidi Togan


Mayıs 2016’da Menemen Cezaevinden yazılmış bir mektuptan pasajlar. Foça Açık'tayken giderayak eski notlarımdan yirmiye yakın yazı derledim. Arkadaşlar onları bloga koyasıya kadar ben kuş olup uçtum.

Hitler bitti, 900 sayfalık bir Stalin biyografisi okudum [Robert Service, Stalin: A biography, 2006] 
En ilginç unsur Gürcülüğü. Gençliğinde okuldaki Rus baskısına karşı Gürcü milliyetçiliği ile başlamış. Otuz yaşına kadar sadece Gürcüce yazmış. Sonra Gürcü ayrılıkçılığının şahlandığı bir dönemde bir tercih yapmak zorunda kalmış. 
Söke Cezaevindeyken Zeki Velidi Togan’ın Hatıralarını okumuştum, orada da bu hadise beni çarptı. Rus emperyal kimliği ilginç ve çok etkileyici bir mahluk, ne Anglo-Amerikan, ne Türk-İslam emperyalizmine benziyor. Zeki Velidof bir yandan Başkırt milliyetçisi, Türk-İslam hareketi lideri, bir yandan da ciddi ve derin bir düzlemde Rus kültürüne ve aslına bakarsan Rusya birliği fikrine bağlı. Bir yandan Duma’da özerk Tataristan mücadelesi verirken bir yandan da Petersburg Bilimler Akademisine bilimsel makaleler sunuyor, opera sanatçısı F. Şalyapin’le arkadaşlığıyla övünüyor. 1917 olaylarında Sosyal-Devrimci ve bazı Bolşevik liderlerin yakın dostu ve müttefiki. Stalin de öyle: Asla Rus değil, ama Rus emperyal idea’sına aşkla bağlı. Bu tuhaf ikiliği anlamadan 20. yy Rus tarihini anlamak zor.
(Velidof biliyorsun sonradan Türkiye’ye geldi. İstanbul Üniversitesi Türkoloji kürsüsünün kurucusu ve otuz sene boyunca belirleyici otoritesi oldu. Atatürk’le çatıştı. Alpaslan Türkeş’in ve MHP hareketinin kurucusu değil ama fikir babalarından biri oldu. Ben bu adamı yaramaz biri diye bilirdim. Anılarını etkileyici buldum. Ciddi bir entelektüel, orijinal ve karmaşık bir kişilik, sosyalist, devrimci, kozmopolit. Türk standartlarının çok dışında biriymiş.)

5 yorum:

  1. Sevan bey bilgilendirici bir yazı olmuş ama yazının benim açımdan esas yerine de açıklama getirirseniz sevinirim.
    Rus emperyal kimliği hangi açıdan Anglo-Amerikan ve Türk-İslam emperyal kimliğinden ayrılıyor?
    Yanıtla
  2. Halka seslenmediği zamanlar, Rusça'yı, Gürcü aksanıyla konuşuyormuş zaten. Yanlız Holomodor katliamı gibi olaylar var ve Türkiye'deki Komünistler bunun Batı'nın ve Kapitalistlerin propagandası olduğunu iddia ediyorlar. Fakat tarihsel, nesilden aktarılan hafıza da var. Yurtta kalırken de, Ukraynalı öğrenciler Rus öğrencilerle pek sıcak değillerdi.
    Yanıtla
  3. Bizdeki Şemseddin Sami de biraz öyle değil midir? Hem Arnavut milliyetçisi hem Türk milliyetçisi...

    Robert Conquest'in eserini okumadım fakat meşhur İngiliz-Yahudi tarihçi Simon Sebag-Montefiore'nin Stalin: The Court of the Red Tsar ve Young Stalin kitaplarını okumuştum. İlki, 2004 British Book Awards'ta History Book of the Year ödülünü almıştı, Britanya ve K. Amerika'da bayağı sükse yapmıştı. Young Stalin de bilhassa gayet iyi yazılmış bir kitaptı, arşiv materyallerinden çokça istifade edilmiş. 2011/12'de Türkçeye de tercüme edildi bu kitaplar. Bunlardan başka, Türkiye'de son on senede yazar Nazlı Eray'ın bir Stalin kitabı var, Stalin ve Yagoda ilişkisini ele almış. Ben okuyamadım ama güzelmiş diyorlar.
    Yanıtla
  4. Stalin için "Gürcü" demek bana pek doğru gelmiyor
    her ne kadar pek hoşlanmasak da kızı Svetlana Iosifovna kaleme aldığı anılarında "O'nun kadar Rus olan her şeyi seveni görmedim" sözleriyle Stalin'in "tamamen Ruslaştığı"nı da ifade ediyor
    Stalin'in zafer şerefine 24 Mayıs 1945'te Kremlin'de Kızıl Ordu birlik komutanlarının onuruna verdiği kabul esnasındaki konuşması da bu iddiayı destekliyor
    "Yoldaşlar,kadeh kaldırmadan önce son birkaç söz daha söylememe izin verin.
    Kadehimi Sovyet halkımızın ve öncelikle de Rus halkının şerefine kaldırmak istiyorum.
    Öncelikle Rus halkının sağlığına içiyorum,çünkü o,Sovyetler Birliği'ne dâhil olan uluslar arasında en mükemmelidir.
    Öncelikle Rus halkının sağlığına kadeh kaldırıyorum,çünkü o,bu savaşta,ülkemizin tüm halkları arasında,Sovyetler Birliği'nin önde gelen gücü olarak genel takdiri hak etmiştir.
    Rus halkının sağlığına kadeh kaldırmamın nedeni,onun yalnızca önde gelen halk olması değildir,bilakis duru bir anlayışa,sağlam bir karaktere ve sabıra da sahip olmasıdır.
    Hükümetimiz az hata yapmadı,1941-1942 yıllarında,ordumuz başka çare olmadığı için gerilerken ve Ukrayna,Belarus,Moldova,Leningrad bölgesi,Baltık ülkeleri ve Kareli-Fin Cumhuriyeti'nin,bizim için sevgili ve değerli köy ve kentlerini terkederken,ümitsiz bir durumun anlarını yaşadık.Başka bir halk hükümetine şöyle diyebilirdi:'Beklentilerimizi yerine getirmediniz,çekip gidin,Almanya'yla barış imzalayıp,bize dinginlik garantileyecek olan başka bir hükümeti göreve getireceğiz.' Fakat Rus halkı böyle davranmadı,çünkü hükümetlerinin politikasının doğru olduğuna inanıyorlardı ve Almanya'nın yenilgiye uğratılmasını sağlamak için özveride bulundular.Ve Rus halkının Sovyet hükümetine olan bu güveni,insanlığın düşmanı üzerinde,faşizm üzerinde tarihi zaferi garantileyen belirleyici faktör oldu.
    Bu güven için Rus halkına teşekkürler!
    Rus halkının şerefine!.."*Iosif Vissarionovich Stalin,24 Mayıs 1945;Iosif V. Stalin'in,Sovyetler Birliği'nin Büyük Anavatan Savaşı Üzerine'sinden,Berlin,Dietz Verlag,1951,s.226-227;Iosif V. Stalin,Eserler,(çev.) Saliha N. Kaya,1. bs.,İstanbul,İnter Yayınları,1994,cilt 16.
    http://www.st-cyprus.co.uk/stalin/Stalin-Eserler-Cilt-16-Mayis_1945-Aralik%201952.pdf
    ***
    aynı kabulde toplu fotoğraf çekimi esnasında komutanlardan birinin sorusunu yanıtlarken "Gürcü değilim.Gürcü kökenli Rus'um" dediği de anlatılmaktadır ki bir Rus filminde de bu konuşmaya yer verilmiştir
    saygılar
    Yanıtla
  5. nisanyan hocam,
    hapisten kacmissiniz. ziyadesiyle sevindim.
    sizlere gecmis olsun, bizlere hayirli olsun.
    selamlar, sevgiler.
    Yanıtla

Thursday, July 6, 2017

Post-Helenosantrizm iyi bişey mi?

Bundan tam bir yıl önce büyük oğlum Arsen’le yazışmışız. Arsen akademik dünyadaki post-Hellenocentrism eğiliminden söz etmiş, yani Antik Yunan merkezli tarih anlayışının terk edilmesinden. Ben de oradan topa girmişim.
Post-Hellenocentrism dediğin şey büyük hastalığın bir başka tezahürü. Mesele, Batı uygarlığının kendine olan inancını kaybetmiş olmasıdır. Bir yönüyle kozmopolitizmdir, Aydınlanma’nın temeli olan evrensellik arayışının bir tezahürüdür, bu anlamda akılcılığın ve liberalizmin gereğidir. Ama sonuç olarak akılcılığın ve liberalizmin temellerinin tahrip edilmesi sonucunu doğuruyor. Al sana uçuk bir makale konusu: “How does Academic Post-Hellenocentrism Cause Terrorism and Inner City Decay” [Akademik Post-Hellenocentrism Terörizme ve Kentsel Çürümeye Nasıl Yol Açıyor]. Avrupa neden göçmenleri asimile etme yeteneğini kaybetti? Kendine inancını kaybettiği için. Kendine inanmayan başkasını nasıl inandırsın?
Öte yandan şu da yok değil. Avrupa uygarlığını tekil ve değerli kılan her ne ise, 16.-17.-18. yy’ların ürünüdür. Bu modern amalgamın kökü gerçekten klasik Antikite mi? Yoksa Batının kendi kaynaklarını eski Yunan ve Roma’da araması sadece post-Rönesans bir yanılsama mı? Dolayısıyla: Eski Yunan’ın eski İran’dan daha üstün, daha değerli vb. olduğundan emin miyiz?
İran tarihi ve kültürü hakkında bir fikir edinmek istiyorsan okuman gereken ilk ve en önemli eser Şahname olmalı. Mutlaka oku. İran kültürü en azından eski Yunan kadar mitoloji merkezlidir. Mitolojik geçmiş, analitik tarihten daha önemlidir; ulusal bilinçte daha büyük yer tutar. Şahname de o mitolojinin ana belgesidir. Yalnız İran değil, Türk, Kürt, Ermeni, Gürcü vb. kültürel geleneklerini tanımak açısından da vazgeçilmez önemdedir. Ben ilk 2001’de okudum, keşke daha önce okusaymışım dedim.
*
2017 not
Şahin gözlü okurlarım şimdi diyecekler ki, sen de son zamanlarda durmadan Batı uygarlığının Ortadoğulu kaynaklarından söz ediyorsun, yok efendim Avrupa üniversiteleri medreseden kopyaymış, antik Yunan dili ve dini Sami kültüründen çok şeyler almış filan, yoksa sen de post-helenosantrik mi oldun?
Haklıdırlar. Ama değildirler. Haklıdırlar, Avrupa uygarlığının Doğulu kaynakları son zamanlarda müthiş ilgimi çekiyor, keşke vaktim ve imkânım olsa da o konuda esaslı bir şeyler yazabilsem diye bazen aklıma geliyor. Ama hayır, o arayıştan multi-kulti sonuçlar çıkarmaya niyetim yok. O sentezi ancak Batı başarmış. O sentezi kavramaya imkân veren düşünsel ve akademik araçlar da ancak Batı’nın entelektüel cephaneliğinde mevcut. O sentezi akılcı ve ikna edici bir şekilde aydınlatmayı başarırsan, Batı kültürünün halâ canlı ve muzaffer olduğunu kanıtlamış olursun, başka bir şey değil.
İslam dünyasından birinin, İslamın Greko-Romen kaynakları hakkında paçavradan öte değeri olan iki satır yazı yazabileceğini düşünür müsün?

5 yorum:

  1. Bu yazı derdini tam anlatamamış. Detaylandırılmalı, zira bahsedilen mevzu üstünkörü izah edilebilecek bir şey değil.
    Yanıtla
  2. İslamın Greko-Romen kaynakları dediniz de aklım o çetrefil soru geldi. Tarihsel İslam tasavvufunun köklerinde Ermeni tasavvufunun yeri nedir?
    Yanıtla

    Yanıtlar

    1. O çetrefil soru niye başka bir etnik değil de Ermeni. Türkiyeli entelektüel sadece entelektüel olsun artık.
    2. Beni yanlış anladınız sanırım etnisiteyle ilgim yok sorum sadecedin üstüne o na kalırsa Anadolu halkı ilmihali de Rumlardan almıştır. Ayrıca bazı yazarkardan Ermeni tasavvufunun çok etkileyici olduğnu öğrenmiştim

      Ömer Tuğrul
  3. Niçin İslamcı "cihadçı"lar - hatta İslamofobik Batılı çevrelerde neredeyse bütün müslümanlar - günümüzde "terörist" olarak görülüyor da geçmişte böyle görülmüyordu?
    Çünkü o cihadçı fatihlerin fetih çağı kapandı. Artık güçleri bu kadar büyük çaplı eylemlere yetmediğinden yaptıkları "cihad"a "fetih" değil "terör" deniyor.
    Zaten başlarındaki egemenler de petrol gelirleri sayesinde fetihe ihtiyaç duymuyor. Gerçi duysalardı da bir şey değişmezdi. Çünkü çağ ile birlikte çağın efendileri de değişti.

Wednesday, July 5, 2017

İki tarihi roman

Mayıs ve Ağustos 2016’da Menemen Cezaevinden yazdığım iki mektuptan.
Marguerite Yourcenar, Hadrian’ın Anıları. Uzun zamandan beri okuduğum en iyi kitaplardan biri. Püf noktası: akıl. Akla hayranım. O kadar nadir bulunan bir şey ki, nesli tükenmiş varlıklar gibi, paha biçilmez bir değer. Beni duygulandırıyor. Akılla yoğrulmuş bir paragraf okuduğumda gözüme yaş geliyor.
Yourcenar berrak bir akla ve büyük bir kültür havuzundan damıtılmış dile sahip biri. 1981’de Fransız Akademisine seçilen ilk kadın oldu. Çevirmeni ve sevgilisi Grace Frick ile birlikte ABD’nin Maine eyaletinde deniz kıyısındaki bir köyde otururdu. (Benim eski kaynanamın yazlıktaki komşusu ve dostuydu, o da Fransızdı, biliyorsun.)
Kitapta birkaç konuyla mücadele ediyor. Bir, iyi eğitimli bir entelektüel siyasi iktidarla (mutlak iktidarla) aklını ve vicdanını nasıl bağdaştırır? İki, öbür dünya, tanrı manrı gibi ucuzluklara kapılmadan akıllı bir insan nasıl dindar olur? Üç, aşkı ve güzelliği hayatın merkezine koyan biri, aşkın ölümüyle (ve genelde ölümle) nasıl yüzleşir?
Hadrianus, malum, Edirne’ye adını veren zat, 117-135 yılları arasında Roma imparatoru. Atina’da felsefe okumuş, siyasete atıldıktan sonra da geniş bir entelektüel çevreyle dostluğunu ve yazışmalarını sürdürmüş. Belki Roma’dan kaçmak için, yirmi yıl boyunca durmadan seyahat etmiş. Bolu’lu Antinous adlı 15-16 yaşında bir gence sırıl sıklam aşık olmuş. Üç dört yıl birliktelikten sonra Antinous intihar edince mahvolmuş. Oğlanı tanrı ilan edip çeşitli şehirlerde tapınaklarını inşa ettirmiş, rahipler atamış.
Yourcenar ciddi bir klasikçi. Hayal kurmuş tabii, ama inanılmaz derecede geniş ve detaylı ve disiplinli bir akademik altyapı üzerine kurmuş. Metni Hadrianus’un halefi olan Marcus Aurelius’un (gerçek) hatıratı üzerine modellemiş. Dönemin diline, üslubuna ve düşünce biçimine hakim; Romalı bir aristokrat ve filozofun aklıyla düşünebiliyor. Sonuçta şaşılacak kadar “hakiki” bir insanla karşılaşıyorsun. Mesela bir Osmanlı sultanında tahayyül edemeyeceğin kadar insani ve akılcı bir kişiliği algılayabiliyorsun. Sardinya’da yağmura tutulup Antinous’la birlikte bir köylünün evine sığınmaları ve orada Antinous’un herkes için balık pişirmesi sahnesi var mesela, gerçek bir olaymış. Yavuz Selim’i ve hatta bugünküleri böyle bir sahnede düşünemiyoruz.

*
(üç ay sonra)
Son zamanlarda pek pek övülen bir tarihi roman, Hilary Mantel, Wolf Hall. 1530 civarı, İngiltere’de 8. Henry sarayının entrikaları, Anne Boleyn, Thomas Cromwell, Thomas More vb.. Tarihi romanları neden sevmediğimi bir daha hatırlama fırsatı buldum. Tarihi roman dediğin şey sonuçta siyasetin ve iktidarın romanıdır. Güç mücadelesini ciğerinde hissetmemiş ve onu felsefi bir tefekkürle harmanlama fırsatına sahip olmamış bir yazar neyin tarihi romanını yazacak ki? Yüz tanede biri belki başarmıştır, başarsa. (Yourcenar’dan geçenlerde söz ettim. Gore Vidal da müthiştir, siyasi iktidarı onun kadar iyi gözlemlemiş birini tanımıyorum.)
Yazar dersini iyi çalışmış, detay veya atmosfer veya dil ve üslup hatası yok gibi. Konu da az çok sürükleyici. Ama dönem ve mekân hangisi olursa olsun, gerçek tarih o kadar ilginç ki, avamın elinde romanlaştırılınca yolunmuş tavuğa dönüyor.


2 yorum:

  1. Wolf Hall'un devam kitabı varmış: Bring up the Bodies

    Her iki kitap da Man Booker Prize kazanmış, şimdi 2019'a doğru 3. kitap yoldaymış: The Mirror and the Light

    https://www.theguardian.com/books/2017/jul/05/hilary-mantel-says-final-wolf-hall-book-unlikely-to-come-out-in-2018-as-planned
    Yanıtla
  2. Hocam, güzel bir inceleme olmuş ama konu biraz daha açılabilirdi.
    Yanıtla

Tuesday, July 4, 2017

İtiraflar


Eylül 2016’da yazılmış bir mektuptan.

Rousseau, İtiraflar. Etkileyici ve tuhaf bir kitap. Türkçesi var, mutlaka okumalısın.
Batı entelektüel tarihinin dönüm noktalarından biridir. “Aydınlanma” denen akılcılık idealinin defterini düren, Romantizme ve Fransız İhtilaline giden yolu açan şaşırtıcı fikir devriminin başlatıcısı. Ama özünde, paranoyak, vesveseli, aşırı derecede çekingen, beceriksiz, yalancı bir adamın itirafları.

İlginç bir adam Rousseau. Antipatik biri. Kitabı bir çeşit bitmiş dostluklar ansiklopedisi. Kendisine canla başla kucak açan herkesi küstürüp kendine düşman etmeyi başarmış. Ama alttan alta olağanüstü bir duygusal dürüstlüğü ve entelektüel pırıltısı var. O sayede, bin defa çamura da batsa, Avrupa’nın en parlak ve etkili insanlarının dostluğunu ve himayesini kazanmayı başarmış. O sayede, altı yüz küsur sayfa kişisel ihanet, çirkeflik, dedikodu tarihini nefes kesici bir ilgiyle okutmayı başarıyor. Çünkü çok zeki ve, daha önemlisi, gerçek zekânın kaçınılmaz tamamlayıcısı olan saf ve adeta çocuksu bir dürüstlüğü var. Göz göre göre yalan konuşurken bile dürüst.

O döneme ilişkin son aylarda okuduğum dördüncü kitap oldu bu – Boswell’in Samuel Johnson Hayatı, Schindler’in Beethoven biyografisi, Goethe [Lewes, The Life and Works of Goethe], şimdi de bu. Ondan az öncesine ilişkin üç kitap: 7. Henry dönemi tarihi [Thomas Penn, Winter King], Hilary Mantel’den Wolf Hall [8. Henry dönemi siyasi entrikaları, roman], Oliver Cromwell biyografisi, neydi o kadının adı. Az sonrasına ilişkin Dostoyevski’nin Ezilenler’i ile Disraeli’nin romanı [Sybil]. Bayağı bilgilendim sanıyorum. Otursam bir kitap, olmadı bir makale çıkar sanki: “Avrupa’da aristokratik düzenin kuruluşu, kusursuzlaştırılması ve çöküşü.” Yüz sayfa yazabilirmişim gibi geliyor bana. Ama tembel olduğum için yazamayacağım herhalde. Yazmak yerine konferans, sohbet, nutuk vb. cinsi bir çerçeve belki daha kolay ve benim mizacıma daha uygun olurdu.

Ola ki çıkacak olursam ve Şirince’de kalacak olursam orada böyle bir seminer/konferans sistemi nasıl kurarım diye kafa patlatıyorum bazen. 2013’teki İslam semineri gibi, ama tek konu değil, her şey – antik tarih, modern siyaset, ahlak felsefesi, teoloji, turizm, anayasa hukuku vb. Teorik olarak ilgilenecek insan çok. Ama onları kalkıp Şirince’ye gelmeye nasıl ikna edersin?

Sunday, July 2, 2017

Kelin merhemi

İki yıl oluyor, Yenipazar Cezaevindeyken genç bir arkadaş güzel bir matematik kitabı göndermiş, yanı sıra fikrimi sormuş. Evleniyormuş, evlilik konusunda tecrübeli bir büyüğü olarak öğütlerimi merak etmiş. Üşenmeyip cevaplamışım.

Evliliğin formülünü bilsem, kelin merhemi misali, kendi başıma sürerdim. Akıl diyor ki, bir, özel hayata saygı ilk şarttır. Ev dışındayken tarafların birbirini telefonla arama, kontrol etme gibi kötü alışkanlıklarını ilk günden kesin bir şekilde önlemek lazım. “Ev dışındayken neler yaptın” gibi soruları her iki tarafın, daha ilk günden, prensip olarak yanıtlamaması ya da üstünkörü yanıtlamayı alışkanlık edinmesi doğru olur. Haftanın belli günleri, ya da ayda bir hafta tarafların birbirinden uzak olacağı bir düzen her iki tarafı da çok rahatlatır, evliliğin daha uzun süre sağlıklı yürümesine yardımcı olabilir.
İkincisi, cinsel ilginin bilemedin altı yedi yılda tükeneceğini ve bunun doğal ve kaçınılmaz bir şey olduğunu bilmek gerekir. Bazı insanlar cinsel ilgi olmadan da yaşamayı becerir (miş, herhalde). Öyle ise sorun yok. Ama değilse ne olacağını sakin ve soğukkanlı bir şekilde değerlendirmek gerekir.
Üç, mutlaka şehir dışında bahçeli ve müstakil bir ev gerekir; belki ikinci ev öyle olabilir. Bilhassa çocuk varsa bu hayati bir şart. Apartman dairesinde insanlar çıldırır.
Dört, kadını ev işleriyle baş başa bırakmamak lazım. Paylaşabiliyorsan paylaşacaksın. Yoksa hizmetçi yahut teyze tutacaksın, ya da kuma getireceksin, ya da otelde yaşayacaksın.
Beş, çocuklara yetişkin insan ve dost muamelesi yapacaksın, adam yerine koyacaksın, ana babayı esir almalarına asla izin vermeyeceksin. Beraber iyi kitaplar okuyup tartışabilirsin, beraber marangozluk ya da dağ yürüyüşü yapabilirsin. Ama “şu an seninle ilgilenemiyorum, akşama görüşelim mi” dediğinde ciddiye almasını iki üç yaşından itibaren öğreteceksin, kesinlikle de taviz vermeyeceksin.
Bunları uygularsan on on beş sene mutlu bir şekilde götürebilmen lazım mantıken. Ama bu işlerde mantık her zaman işlemiyor, o da bir gerçek.

5 yorum:

  1. hocam türk kızıyla ilk maddeyi hayata geçirmek imkansız :)
    Yanıtlar
    1. Eğitmeyi dene, olmuyorsa Türk kızıyla evlenme.
  2. hay aksi!
    Okumaya doyamadığımız yazılar hep mi kısa olur?
    Matematik kitabı neydi onu bari yazsaydınız.
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Georges Ifrah, The Universal History of Numbers.
  3. Fikirlerini severim ama bu konuda dinleyeceğim son insansın bilesin 😊
Newer Posts Older Posts Home