Friday, August 27, 2021

Paşanızın öyküsü

Aleksandros Karatheodori aslen Edirne Bosnaköy’lü bir Rum ailede doğdu. Babası Stephanos K. Ayvalık Akademisi’nden sonra Pisa ve Floransa’da tıp ve felsefe okumuş, II. Mahmut’un şahsi doktoru olmuştu. İstanbul’da kurulan Tıbbiye-i Şahane mektebinde muallimlik (profesörlük) yaptı; Osmanlıca ve Yunanca ders kitapları yazdı. Türkçe kaynaklarda İstefanaki Efendi adıyla anılır. Sonraki yıllarında Ortodoks kilisesini Katoliklerle birleştirme girişimlerine karşı canhıraş bir mücadele verdi; Katoliklerin hatalarını kanıtlayan sayısız dini ve felsefi risale kaleme aldı.

Karatodori Paşa
Aleksandros K. (1833-1906) Paris’te hukuk doktorası yaptı. Dönüşünde Reşit Paşa maiyetinde ve Hariciye kaleminde görevlendirildi. 1866’da sadrazam Âli Paşanın meşhur Girit teftişi kadrosunda yer aldı. [Beş ay adada kalan sadrazamın raporu Osmanlı modernleşmesinin en kapsamlı, en çarpıcı belgelerinden biridir.]

Bir süre Roma büyükelçiliğinde bulundu. 1878’de İstanbul kapılarına dayanan Ruslarla Ayastefanos Antlaşması görüşmelerini yürüttü; hemen ardından Paşa rütbesiyle Berlin Kongresinde Osmanlı başmurahhası oldu. Bu atamalarda şüphesiz savaşta hezimete uğrayıp yıkımın eşiğine gelen Osmanlı Devletini Hıristiyan düvel nazarında sempatik gösterme çabası rol oynadı. Kongre dönüşü 1878 Aralık ayında kurulan Tunuslu Hayreddin Paşa kabinesinde Hariciye Nazırı oldu. Osmanlı tarihinde devletin – Hariciye, Dahiliye, Harbiye gibi – asli organlarından birine yönetici olan ilk gayrimüslim kişidir. [Karatodori’den sonra sadece iki gayrimüslim, Sava Paşa ve Noradungyan Efendi, kısa sürelerle Hariciye Nazırı olmuştur.] Yedi ay kaldığı bu görevde iflas etmiş Osmanlı maliyesinin refinansmanı ve Ulcinj krizi gibi belalı işlerle uğraştı.

Samos Türk sigarası
1885’te o vakitler Osmanlı egemenliği altında özerk bir beylik olan Samos Prensliğine (= Sisam Beyliğine) atandı. On yıllık yönetimi adanın modern çağlardaki en büyük refah dönemine denk geldi. Kendinden önce (yine İstanbullu) Pavlos Musurus’un prensliği zamanında temelleri atılan sigara sanayii bu dönemde büyük gelişme gösterdi; Avustralya’dan Japonya’ya dek tüm dünyada Samos Türk sigaraları tanındı. Vathi-Karlovasi karayolu açıldı, yeni okullar kuruldu, adanın hemen her köyünde bulunan görkemli kiliseler – bilhassa bizim köydeki – inşa edildi.

1895’te Abdülhamit tarafından görevden alınarak Girit’e vali tayin edildi. Bu atama ada Müslümanlarının büyük tepkisine yol açtı. Yıllardan beri süregelen Hıristiyan isyanına karşı bu kez Girit Müslümanları ayaklandı; Hıristiyanlar kılıçtan geçirildi. Yedi ay süren valiliğinin ardından Karatodori görevden alındı.

Son yıllarında bazı Şark klasiklerini Arapça ve Farsçadan Yunancaya çevirmekle uğraştı. Bu eserleri maalesef kimse okumadı. Ayrıca Nemrut Dağı üzerine bir kitap kaleme aldığı belirtilse de bilinen kütüphanelerde bu eserin izine rastlanmadı.

İstanbul’da vefat etti. Kabri Yeniköy'de Rum kilisesi kabristanındadır.

*

Kostaki ef. Karatodori
Paşanın kardeşi Konstantinos K. (1841-1922) Paris Politeknik’te okudu, Turuk ve Meabir Nezaretinde köprü mühendisi oldu. Başka birçok işinin yanısıra İstanbul surlarının ilk koruma planını hazırladı. Ağabeysinin ayrılmasından sonra anarşi ve kaosa sürüklenen Samos’a 1906’da prens atandı. Kısa süren beyliği esnasında adada ilerici (anti-Abdülhamitçi, ‘İttihatçı’) partinin lideri olan Themistokles Sofulis ile işbirliği yoluna gitti. Samos Ticaret Odasını ve Vapur Şirketini kurdu. Ancak Samos Bankası kurma girişimi Yunan hükümetinin şiddetli tepkisiyle karşılaşınca istifa etmek zorunda kaldı.

Kızını adamızın milli kahramanı ve daha sonra iki kez Yunanistan başbakanı olan (ve her iki seferinde memleketin başına olmadık belalar açan) Sofulis ile evlendirdi. Onların torunu olan diğer Themistokles Sofulis bundan önceki dönemde Yunan meclisinde Samos milletvekili idi.

İki kardeşin babalarının amcaoğlu olan diğer Konstantinos K. – Kostaki Efendi – (1802-1879) de doktordur. Akrabası İstefanaki Efendi ile eş zamanlı olarak Tıbbiye’de hocalık yaptı. Bakteriyolojihane-i Şahane’nin ilk yöneticisi oldu. 1876’da şüpheli bir şekilde ölen Sultan Abdülaziz’in otopsi heyetinde yer aldı.

Bu zatın torunu olan üçüncü Konstantinos K. (1873-1950) Yunanistan’ın modern çağlarda en büyük matematikçisi sayılır. Göttingen ve Münih’te profesördü. 1920’de İzmir’e gelerek ölü doğan İyonya Üniversitesi’nin (şimdi Alsancak’taki Namık Kemal Lisesi) kurucu rektörlüğünü yaptı. Başka başarılarının yanısıra Leonhard Euler’in toplu eserlerinin editörüdür.

 

Friday, August 20, 2021

İzmir-Kabil hattı

“Danışıklı döğüş, bunlar Amerikan uşağı” iddialarını hiçbir şekilde inandırıcı bulmuyorum. Elbette birtakım anlaşmalar olmuştur. “Olaysız çekilmeme izin ver, geride kalan elemanlarıma çok zarar verme, vitrinini iyi düzenle ki ben kendi kamuoyuma karşı zorda kalmayayım, karşılığında sana bir miktar levazımat bırakayım, belki para da veririm, Zurnik dağında senin canını yakacak adamlarıma yardımı keserim” denmiştir. Yenilen ordular da düşmanla görüşür, mütareke pazarlığı yapar.

Mücahidîn hareketini ta 1979’larda Amerika’nın destekleyip silahlandırdığı bilinen bir şey. Taliban’ı da direkt olmasa da Pakistan vasıtasıyla Amerika’nın uzun süre kollamış olduğu söyleniyor. Mümkün. Fakat bunları Amerika kurdu demek fazlaca küstah bir çıkarım olur. Toplumların kendi iç dinamikleri var. Afganistan gibi binlerce yıllık mücadele tarihi olan bir ülkede, Amerika’nın bırak isyan örgütlemeyi, 42 yılın sonunda isyanın dinamiklerini hakkıyla kavrayacak üç tane uzman yetiştirebildiği şüpheli.

Amerika bu olayda tam manasıyla hezimete uğramıştır. Olay yeri sadece Afganistan değil; oradan ABD askerinin kazasız belasız çıkması başarı bile sayılabilir. Yenilgi globaldir. ABD dünya çapında yenilmiştir. Pakistan’da, Taiwan’da, Filipin'de, Ukrayna’da, Baltık ülkelerinde, Kürdistan’da yenilmiştir. Şımarık, güvenilmez, sahtekar, yolsuzluğa batmış, askeri açıdan beceriksiz bir güç olduğu kabak gibi ortaya çıkmıştır. Bunun sonuçları, Afganistan’da Talebeden koparılmış olabilecek birkaç kıytırık tavizden çok daha büyüktür.

1919-1922 harbinde İngiltere’nin rolünü de böyle görmek lazım. TC rejimi şüphesiz İngiltere ile bir dizi açık ve kapalı müzakere sonucu kuruldu; İngilizlere birtakım önemli tavizler verildi; karşılığında 1933’e dek üstü kapalı, 1933’ten sonra açık İngiliz desteği alındı. Ama bundan TC’yi İngilizler kurdu sonucu çıkmaz. 1922-23’ün İngiliz İmparatorluğu açısından ağır bir yenilgi olduğu gerçeği de ortadan kalkmaz.

O imparatorluğun 1919-20’de başlayıp 1960-64’te noktalanan epik çöküşünde, 1922 İzmir yenilgisi önemli dönüm noktalarından biri, belki başlıcasıdır. Dileyelim ki 2021 Kabil yenilgisi de bu sefer benzer bir dönüşün başlangıcı olsun.

Thursday, August 19, 2021

Afganistan, Çin, Türkiye

15. yüzyıla dek Afganistan dünyanın sayılı zengin ülkelerinden biriydi. Herat, Gazne, Belh kentlerinin kalabalığı, kültürü, şaşaası İslam aleminde dillere destandı. Gazne’de dünya edebiyatının başyapıtlarından biri olan Şahname yazıldı, hükümdar tarafından ağırlığınca altınla ödüllendirildi. Belh’te çağın büyük bilim adamları yetişti. Mezar-ı Şerif’teki camie bakın (1480-81), meseleyi anlarsınız.

Mezar-ı Şerif
Zenginliğin kaynağı, tabii, doğu-batı ticaretiydi. Pekin ile İstanbul arasındaki en kısa karayolu Afganistan’dan geçer. İlk bakışta göremeyebilirsiniz ama Pekin ile Hindistan arasındaki en gerçekçi karayolu da buradan geçer. Çin’in ipeği ile Roma’nın altını, Hint’in bilimi ve baharatı bu yollarda buluşştu. Her durakta bir miktar haraç ödedi, bir miktar hizmet satın aldı, buna rağmen dudak uçuklatacak kadar kâr etmeyi başardı.

Agresif bir güç olan Osmanlı’nın türemesi ve 1453’te İstanbul’u zaptetmesiyle doğu-batı karayolu ticareti kesildi. Elli yıl sonra Avrupalının Hindistan deniz yolunu ve ardından Atlantik’i keşfetmesiyle temelli öldü. Afganistan’ın yavaş çöküşü başladı. 18. yüzyılda son bir hırsla şahlanıp önce İran’ı, peşinden Hindistan’ı fethedip yağmaladılar. Sürdüremediler. Hindistan’da sürekli Afgan tehdidinden usanan İngilizler, meseleyi kökünden çözmek için 1839-42’de Afganistan’ı istila edip taş üstünde taş bırakmadılar, ekonomik altyapıyı çökerttiler, sistemli olarak tarlaları yaktılar, şehirleri talan ettiler, ülkenin siyasi yapısını altüst ettiler. O zamandan beri Afganistan dünya haritasında kara bir deliktir.

Şöyle düşünün: İstanbul’dan arabaya – yahut motora – atlayıp Pekin’e seyahat etmeyi kim istemez? Ama ekstrem maceracılar dışında kimse cesaret etmez, çünkü yol üstünde bela dağı gibi Afganistan vardır.

*

Çin’in bugün en büyük hayalininn Belt and Road projesi olduğu söyleniyor. Projenin amacı Çin’i bir yandan Myanmar ve Pakistan limanları yoluyla Hint/Arap Okyanusuna, diğer yandan Orta Asya’yı aşan demiryolları ve otoyollarla Akdeniz’e bağlamaktır. Başarılı olursa Eski Dünya kıtasında yüzlerce yıl sürecek bir kalkınma ve barış dönemine yol açması umuluyor. Söylem bu, en azından.

Afganistan bu projenin kilididir. Orası ciddi bir şekilde entegre edilmedikçe B&R cılız bir girişim olmaktan öteye geçemez. ABD belasının bölgeden def edilmesiyle bu yönde önemli bir adım atılmış görünüyor.

Tabii Afganistan’ın açılması yeterli değildir. Yolun devamındaki iki ülkenin de projeye katılması şarttır. İran’ı ikna etmek çok zor olmasa gerek. Türkiye’nin tavrını ise zaman gösterecek.

 


Tuesday, August 17, 2021

Afganistan, özet

ABD’nin Afganistan’ı işgalinin temel nedeni sınırsız kibir ve cehalettir. Cehalet derken, insan soyunun binlerce yıllık tecrübeden çıkardığı derslerden ve ahlaki ilkelerden habersiz ergen psikolojisini kastediyorum. “Hey Joe” dediler, bu Efgen midir nedir bize kafa tutuyor. Ezer miyiz? Ezeriz. Hem Rusya, jeopolitik, istikrar, güç projeksiyonu vs. Alem görsün kim daha uzağa işer.

Elbette ‘stratejik analiz’ler ısmarladılar ve kullandılar. Sidik yarışına bir kez karar verince gerekçe üretmek kolaydır. Ve unutmayın ki o analizleri üreten akademik memurların yönlendirici güdüsü hakikat aşkı değil, üstlerinin gözüne girmektir. Yüzlercesini okudum; biliyorum. Hemen hepsi deli saçmasıdır: afaki varsayımlar, keyfi çıkarımlar, rastgele yorumlar, klişelerden ibaret tarih bilgisi.

Amerikan toplumu 11 Eylül olaylarından sonra panik içindeydi. ‘Duruma hakimiz, sidiğimiz şiddetli’ mesajı verilmezse kontrolü kaybetmekten korktular. Daha vahimi, anketlerde başkanın puanının düşmesinden korktular. Haritada Afganistan’ın yerini bulmaktan aciz bir budala olan küçük Bush’u ikna ettiler.

Medyadaki kiralık kalemler vasıtasıyla muazzam bir isteri yaratıldı. Kötüler kim? Efgenler. Cezalandıralım mı? En şedit şekilde. Kimsenin aklına gelmedi sormak, birkaç bin kişilik bir çeteyi – eğer öyle bir çete varsa ve 11 Eylül saldırılarını gerçekten onlar yapmışsa ve karargahlarını akşamdan sabaha Pakistan’a çekecek akılları yoksa – cezalandırmanın tek yolu dünyanın öbür ucundaki bir ülkeyi zaptedip, halkını esir alıp, ücra dağ köylerini bombalamak mıdır diye. Para mı dedin? Lafı olmaz, al sana 100 milyar avans, daha lazım olursa sakın çekinme.

Ondan sonrası Yağma Hasan’ın böreğidir. Yaratılan isteri ikliminde onlar istedikçe Kongre verdi. Bir istediler, beş verdi. Vermekten imtina eden Kongre üyelerini rüşvetle, olmadı şantajla ikna ettiler. Sonuç olarak trilyonlarca dolardan söz ediyoruz (kimi kaynaklarda 1 trilyon, kimilerinde 2,4 trilyon rakamı geçiyor). Bütün Türkiye nüfusunun bir yılda kazandığı toplam paradan fazla.

Bu para vergi ve borç olarak halktan toplandı, bir kısım kişilere ödendi. Sahada olan ve olmayan askerlere ödendi. Yol, bina, istihkam, elektronik altyapı sunan taşeronlara ödendi. “İşte teknolojinin son harikası, götünden ateş saçan zilli zürafa” diye gelen şarlatanlara ödendi. “Hey mistır, bende çok acayip bilgiler var size indirimli bir milyon” diyen yerli üçkağıtçıya ödendi. Ben Efgen yemeği yemem diyerek isyan eden Johnny’ye Amerikadan uçakla Burger King getirtmeye ödendi. Bu şaklabanlığı Amerika ve dünya halkına satmak için görevlendirilen binlerce think thankçi analist ile köşe yazarına ödendi (“zavallı Efgen kadınları, bakın Fatema nasıl ağlıyor”). Para nasılsa boldu, komisyonlar uçuktu, yarısı cebe inse sorun edecek kimse yoktu. Komşum yerken ben neden aç kalayım?

Afganistan’ın düne dek en zengin kişisi mesleğe Amerikan üssünde tercüman olarak başlamış. Yeter mi bu bilgi?

İşgal uzadıkça milleti kandıracak bir gerekçe lazım oldu. “Ulus inşa ediyoruz” dediler. Sokaktan topladıkları çapulculardan ve üç beş maaşa milletini satmaktan gocunmayacaklardan 300 bin kişilik bir silahlı kuvvet kurdular. Başkaca hiçbir şey yapmadılar. Afganistan’ın ulusal geliri yirmi yılda dünyadaki fakir ülkelerin hemen hepsinden daha az arttı. Buna karşılık ülkenin tamamını yirmi yıl terörize ettiler. Köyleri yaktılar. Tarlalarda köpek gibi insan avladılar. Kuşku duyduklarını sokak ortasında çoluk çocuğu önünde infaz ettiler. “Yanlışlıkla” düğün bombaladılar. “Yanlışlıkla” okul bombaladılar. “Yanlışlıkla” hastane bombaladılar. Son üç yılda, yenildikleri ve çekilecekleri belli olduğu halde, havadan 15 bin bomba attılar. Bomba. Düşün. Köyüne, sokağına, iş yerine.

Bu işin sonu olmadığını, yirmi yılda inşa ettikleri ulusun çöpten gecekondu olduğunu bilmiyorlar mıydı? Çoğu biliyordu yahut seziyordu sanırım. 2018’de sızdırılan Afganistan evraklarında açıkça görülüyor, en üst düzey generaller iç yazışmalarda her şeyin farkında, ama sıra kamuoyuna konuşmaya gelince hepsi gözünü kırpmadan yalan söylüyor. Neden? Çünkü hepsi sonuçta memur. İstenmeyen gerçekleri dile getirmenin sonuçlarından korkuyor. Neme lazım, bir kahraman ben miyim diye düşünüyor. Hain ilan edilmekten, aşağılanmaktan korkuyor. Ayrıca tezgah güzel, neden bir süre olsun istifade etmesin? Emeklilik vakti gelince düşünürüz.

Demek ki sebepler bir değil üçmüş. Önce kibir ve cehalet. Sonra menfaat. Son olarak korku, bencillik ve yalan. Hepsi bu kadar. Başkaca da hiçbir elle tutulur mantığı yok yirmi yıllık savaşın. Ve Irak’ın, Suriye’nin, Yemen’in, Somali’nin ve diğerlerinin.

Umalım ki zincirleme bir çözülmenin ilk halkası olur Afganistan hezimeti.

Taliban daha mı iyi? En ufak bir fikrim yok. İyimser olduğumu söyleyemem. Belki tutundukları absürt dogmalar yüzünden bir müddet hayatı Afgan halkının bir kısmına zindan ederler, sonra hayat doğal akışına girer. Belki de girmez. Kim bilir?

Ancak bunca insanın, sahteliği gün gibi aşikar olan propaganda formüllerine bu denli kolay kanıp, papağan gibi o formülleri tekrarlamaya başlaması bana artık hakikaten dayanılmaz gelmeye başladı. Onu da söylemiş olayım.

Medeniyet götürmüşlermiş. Sikimin medeniyeti.

 


 

 

 

 

 

Monday, August 16, 2021

Kırk beş yıllık tecavüzün sonu


Batı basının ‘Taliban’ adını verdiği Afganistan İslam Emirliği hakkında 25 senedir bildiğinizi zannettiğiniz her şey, istisnasız HER ŞEY, Amerikan savaş propagandasıdır. Savaş propagandası tanım gereği yalandır. Amacı düşmanın moralini bozmak, yanıltmak, aklını karıştırmak, olası dostların gözünü boyamaktır. Bir şey bilmiyorsunuz. Bilmiyoruz. Falan yerde kadınları kırbaçlamışlar mı, sebebi neymiş, yapan kimmiş, münferit olay mıymış sistemli bir davranış mıymış, bilmiyoruz. Geçmişteki davranışları şimdi ne yapacaklarının kanıtı mıymış, bilmiyoruz. Ben şahsen bilmiyorum. İki üç tane simgeye bakıp hazır analiz paketlerinden birini satın alanları acıklı buluyorum.

Net bildiğimiz bir şey var. Dünyanın en uzak ve kapalı bölgelerinden biri olan bu zavallı ülke son 45 yılda Amerikalılar tarafından – ve çok daha düşük bir düzeyde Ruslar tarafından – evire çevire sikildi. Muazzam bir kibir ve hoyratlıkla, evet ırkçılıkla, insanların hayatı altüst edildi. Köyler ve kasabalar yakıldı. Kurumlar mahvedildi. İki kuşak insan korku ve aşağılama altında yaşatıldı. Genç insanların hayat beklentileri yok edildi. Asgari bilgi ve yetenek sahibi olanlar yurt dışına göçe zorlandı. Doğal kaynaklar yağmalandı. Yüz binlerce sıradan insan öldürüldü. Yüz binlercesi hapsedildi, dayak yedi, işkence gördü.

İlk fitili yakan değerli hocam Z. Brzezinski ile çevresindeki bir gruptu. Sovyetler Birliğinin iki yumuşak karnından birinin Orta Asya olduğuna karar verdiler. Afganistan karışırsa Tacikistan ile Özbekistan da karışır diye hesapladılar. Karıştırdılar. Açmaz karşısında kalan Sovyet yönetimi işgalden başka çare bulamadı. Dokuz yıl ülkede kaldılar. Beyhude bir gayretle altyapı geliştirip, eğitim teşkilatı kurup, kızlara eğitim ve meslek alanı açıp, sağlık hizmetleri sağlayıp memleketi adam etmeye çalıştılar. Olmadı. Amerikalılar bu sefer Reagan’ın adamı Caspar Weinberger marifetiyle ülkedeki İslami direnişi kışkırttılar. Suudi parası ve eğitmenleriyle yabancı militanları devreye soktular. Pakistan’ı İslamcı Afgan direnişçilerine üs ve lojistik destek vermeye ikna ettiler. 1989’da Sovyetler pes edip çekildi. Ülke kaosa yuvarlandı. Eroin ticaretini kontrol eden kuzeyli (Türk) savaş ağaları galip gelir gibi olunca güneyde Pakistan’ın desteğiyle Taliban hareketi başlatıldı. 1997-98’de savaş ağalarını yenip ülkenin büyük bir bölümünde az çok barışa benzer bir şeyi tesis etmeyi başardılar.

2001’den sonrası tam bir sahtekarlıktır. Bu seferki Amerikan işgalinin makul hiçbir stratejik amacı ve çıkış (=galibiyet) vizyonu yoktu. 11 Eylül saldırılarını bahane edip, paniğe kapılmış Amerikan kamuoyunu gaza getirdiler. Kendilerine yirmi sene boyunca sınırsız fon (1 trilyon dolar deniyor), itibar ve kariyer fırsatı veren bir oyun sahası açtılar. ‘Ülkeyi Talibancılığa karşı aşılıyoruz’ anlatısısı, en azından bugün gündemde olan diğer aşılar kadar aldatmaca idi. Kalıcı olabilecek hiçbir şey yapmadılar. Ülkenin şehirlerinde işgal kuvvetlerine taşeronluk, rüşvet ve uyuşturucu ticareti üzerine kurulu bir parazit katmanı yaratmakla yetindiler. Ayrıldıkları gün o yapının çökeceğini pekala biliyorlardı. (Son aylarda bunun tonla belgesi, yazışması yayınlandı.) Umurlarında olmadı.

İslam Emirliğinin simge ve sloganlarını bir de bu açıdan değerlendirin isterseniz. O kıyafetler, sarıklar, sakallar, geçmiş tarihin çöplüğünden derlenmiş söz yığınları bir meydan okumadır. Gücünüze meydan okuyoruz diyorlar, 45 senedir bize cehennemi yaşatan medeniyetinize lanet olsun! Kravatlı adamları ve pantolonlu kadınları tanımışlar çünkü. Alçaklıklarını biliyorlar.

Ha, o kıyafetler ve o sloganlar bir derde deva mıdır, o belli değil henüz. Yaşarsak belki görürüz.

 

Thursday, August 12, 2021

İklim krizine hazırlanıyoruz

Pandemi fırtınası dinince bu sefer iklim krizine yüklenecekleri anlaşılıyor. Halkın sürekli panik ve şaşkınlık içinde tutulması lazım ki otoriteden medet umsun, “birlik ve beraberliğe her zamankinden çok muhtaç olduğumuz şu elim günlerde” soru sormaya cüret edenlerden nefret etsin.

Pandemi paniğinin şimdilik net iki sonucu oldu. 1) Devletler yetki ve müdahale alanlarını iki yıl önce tahayyül edilemeyecek oranda artırdılar. 2) Büyük sermaye kuruluşlarına fırsattan istifade devasa fon aktarıldı. İklim krizi bahanesiyle de belli ki aynı operasyonu tekrarlamayı deneyecekler.

Ancak bu sefer durum biraz farklı görünüyor.

Birincisi, ‘pandemi’ soytarılığının aksine bu sefer kriz büyük ihtimalle gerçek ve boyutları çok vahim. Yalnız iklim değil, ekosistemin topyekün çöküşüyle karşı karşıyayız: denizlerin ölümü, orman alanlarının tükenmesi, hayvan ve böcek türlerinin yok olması, doğal kaynakların tükenmesi, temiz su kaynaklarının tükenmesi, tarımsal arazinin dejenerasyonu, vb.

İkincisi, bu krizin şayet insan eliyle yumuşatılması veya önlenmesi sözkonusu ise, yapılabilecek olanların devlet ve sermaye gücünü artırmayı değil, aksine azaltmayı gerektirdiği çok açık.

1.      Fosil yakıt kullanımının sıfırlanması,

2.      Elektrik tüketiminin radikal bir şekilde azaltılması,

3.      Uluslararası ticaret ve ulaşımın radikal biçimde kısıtlanması,

4.      En büyük kirlilik ve enerji tüketimi alanı olan askeri sektörün küçültülmesi,

5.      Madencilik ve kimya sektörlerinin radikal biçimde küçültülmesi,

6.      Şehirleşmenin başlıca motoru olan bürokratik güç yığılmasının önlenmesi.

Devletlerin temel içgüdüleri ile bu gerçekler karşı karşıya geldiğinde nasıl çözüm bulacaklar, doğrusu merak ediyorum.

Devletlerin, sermayenin ve halkların ahmaklık düzeyi göz önüne alındığında muhtemeldir ki yapılması gerekenlerin tam tersi yapılacak ve topyekün felaketle karşılaşıncaya dek geri adım atılmayacaktır.

Wednesday, August 4, 2021

Özgür irade, hayvanlık, yapay zeka

Özgür irade paradoksu Antik Çağ filozoflarından beri bilinen bir konu (belki Antik Çağ değil, Ortaçağ skolastikleridir, şimdi bakmaya üşendim). Post facto düşündüğünde insan davranışlarının her birinin yeterli sebebi vardır. Sıkıca akıl yürütürsen aslında başka türlü davranamayacağını anlarsın. Demek ki özgürlük hayaldir. Tüm faktörleri doğru olarak hesaplayan bir yabancı – mesela bir algoritma – senin bir sonraki adımını kesine yakın bir şekilde tahmin edebilir. Oysa sübjektif olarak sürecin her anında özgür iradenle karar verdiğini – yani böyle değil öbür türlü davranma ihtimalinin aynı derecede geçerli olduğunu – bilirsin. Son derece berrak ve kuvvetli bir duygudur. Hiçbir kuvvet bu bilinci yalanlayamaz.

Kollektif eylemlerde de aynı paradoks geçerlidir. İyi bir tarihçi, geçmişte olan her şeyin yeterli sebebini teşhis edebilir. Dolayısıyla tarihçinin bakış açısından geçmiş, kaçınılmazdır. Başka türlü olabilir miydi sorusu anlamsızdır, çünkü başka türlü olamazdı. Oysa biliyoruz ki yaşanan tarihte aktörlerin hiç biri olacakları önceden emin olarak kestiremez. Tarihin kendisi sınırsız bir özgürlük alanı olarak yaşanır. Öyle olmasa hiç kimse hiçbir eylemi tartışmazdı.

*

Şimdi hadiseye başka bir açıdan bakalım.

Şimdi biliyoruz ki insan aklı bir tabula rasa değildir. Doğuştan son derece kapsamlı ve karmaşık bir dizi bilgi ile donatılmıştır. O bilgi altyapısı olmadan, sadece tecrübi yoldan bilgilenmek mümkün değildir. Bir dizi a priori’den yola çıkarız. Bunların bir kısmı tüm hayvanlar aleminde ortaktır, bir kısmını sadece yüksek hayvanlarla veya bazı memeli türleriyle paylaşırız. Bir kısmı ise – dil yeteneği (generative/recursive grammar) gibi – türe özgüdür. [Leyleklerin göçünü, karıncaların yuvasını, köpeklerin geçen arabalara havlamasını, bülbülün ötüşünü düşünün.]

A priori bilgilerimizin en önemlilerinden biri canlı ile cansızı (daha doğrusu hayvan ile non-hayvanı) ayırma güdüsüdür. Her insan yavrusu doğumdan birkaç hafta sonra bu bilgi ile donanır. Çok güçlü, hemen hemen yanılmaz bir bilgidir. Görür görmez biliriz. Saniyenin fraksiyonu içinde anlarız. En belirsiz durumlarda, mahlukun gözüne bakınca anlarız. Bu kabiliyet olmasa türün varlığını sürdürmesi mümkün olmazdı.

Hayvan demek şu demek: Ne yapacağını kabaca kestirebilirsin ama hiçbir zaman tam bilemezsin. Çünkü hayvan algılar ve ne tepki vereceğine iradesiyle karar verir. Yani özgürdür. İradesi kara bir kutudur. Yönelimleri o kutudan kaynaklanır.

Bunun farkına varmak önemli. Özgür irade meselesi hep insan bağlamında tartışıldı. Oysa zoolojik bir evrenseldir. Deniz analarından maymunlara kadar her hayvan için – gitgide genişleyen ve karmaşıklaşan parametreler dahilinde – geçerlidir. Kaçacak mı saldıracak mı? Sağdan mı vuracak soldan mı? Buyur, özgür irade. Prensipte insanınkinden en ufak bir farkı yok.

Gerçekten var mı kertenkelenin özgür iradesi? Bilmiyorum. Yalnız şunu biliyorum ki insan beyni olarak başka türlüsünü düşünemem. Hazır donanımımız bu: fabrika ayarı. Hiçbir kuvvet beni başka türlü düşünmeye – bunun canlı bir kertenkele değil bir tür programlı robot olduğuna – ikna edemez.

 *

Yapay zekâ teorileri bu yüzden bana pek inandırıcı gelmiyor. İnsan – ve hatta hayvan – iradesini bir dizi algoritmaya indirgemeyi tahayyül edenler bence temel bir felsefi hatadan yola çıkıyorlar. O yüzden kaba bilgisayar kuvvetiyle algoritmalarını sonsuza dek rafine de etseler, ta 1950’lerde ilan ettikleri hedeflere bir adım yaklaşabilmiş değiller.

  

 

Tuesday, August 3, 2021

Bilim neden coşar, neden durur

İslam, hukuk vb. konulu 30 Temmuz günkü blogumun yorumlar kısmında bir arkadaş can alıcı soruyu sormuş:

“Avrupa hangi farka istinaden modern anlamda bilim kurumunu ihdas edebilmiştir de İslam dünyasında bu gerçekleşmemiştir?

Orta çağda Avrupa'da kiliseden bağımsız sivil bir okumuş sınıf mı ortaya çıktı? Böyleyse aynı şey İslam dünyasında neden olmadı?”

Şöyle cevapladım.

 

Temel fark, Rönesansı izleyen devirde Avrupalı bilim insanlarının kurumsal otoriteye (özetle kiliseye/dine, ki üniversite kurumu da onun bir parçası idi) kafa tutma hevesi ve alışkanlığı olmalı. İslam bilimi yabana atılır bir gelenek değildir; ama bu özelliği yoktur. Büyük ölçüde İslam dünyasından kopya olan Avrupa (Ortaçağ) üniversitesinde de yoktur.

İsimleri hatırlıyoruz: Galileo, Bacon, Harvey, Kepler, Descartes, Leibnitz, Newton, Boyle, Lavoisier, Darwin, Pasteur... Hepsi mevcut entelektüel otoritenin inanç ve geleneklerine açıkça ve meydan okuyarak karşı çıkmışlar. Kafa tutmayı bir itibar vesilesi ve ahlaki ödev saymışlar. Tesadüfen birtakım yeni/aykırı sonuçlara varmak değil mesele: yaşamsal bir dava, bir varoluş mücadelesi.

Bu heves ve alışkanlığı nereden edindiler? Beş faktör sayabiliyorum:

1. Başlıca faktör kilise/üniversitenin kurumsal çerçevesi dışında bağımsız güç odaklarının ortaya çıkmasıdır: aristokrasi, saray, onların desteklediği bilimsel cemiyetler. Arkanı bir yere dayamadan otoriteye meydan okuyamazsın.

Saydığım kişilerin yanılmıyorsam hepsi üniversite okumuş, fakat bilimsel kariyerlerinin büyük kısmını üniversite dışında yapmışlar. Kılıç (ve para) sahiplerinden coşkulu destek bulmuşlar.  

2. Avrupa’nın global hegemonyasının getirdiği ekonomik refah, maddi imkanlar. Para yoksa bilim yapamazsın; açık uçlu bilimsel araştırmalara kaynak dökemezsin.

İslam’ın parlak çağındaki bilimsel canlılığın temelinde de ekonomik refah vardır. Ancak 16. yy’da Asya ve Amerika ticaretinin Avrupalıların eline geçmesiyle kaynaklar kurumuştur. İslam dünyasının rekabet gücü kalmamıştır.

3. Avrupa’nın siyasi bölünmüşlüğü ve buna karşılık bilim camiasının devletler-üstü entegrasyonu/dayanışması. Kendi ülkende başın sıkıştığında Fransız Akademisinden yahut Weimar dükasından gelecek bir davet, kitabın Paris’te sansüre uğradığında İsviçre ya da Hollanda’da bastırma olanağı cankurtarandır.

Aynı koşullar 15. yy ortalarına dek İslam dünyasında da geçerliydi. Belh’te sıkışan soluğu Konya’da yahut Bağdat’ta alabilir, Kurtuba’da ilgi görmeyen Kahire yahut İsfahan medreselerinde sıcak bir yuva bulabilirdi. Osmanlı ve Safevi merkeziyetçiliğinin egemen olmasıyla o imkan büyük ölçüde ortadan kalktı.

4. Büyük coğrafi keşiflerin etkisiyle geleneksel entelektüel otoritenin sarsılması. Aristo’nun haberdar olmadığı kıtaları bulmuşsan geleneği artık kim ciddiye alır?

5. Matbaa sayesinde yeni fikirlerin hızla ve nispeten kontrolsüz yayılması. Matbaa olmadan Galileo’nun yahut Newton’ın buluşları kaç kişiye ulaşırdı? “Hocam rektörümüz fikirlerini uygun bulmuyor, yazıcılar da çekiniyor haliyle” argümanıyla kim başa çıkabilir?

*

Bu açıdan bakıldığında, bilimsel çalışmayı milli birlik ve beraberliğin bir cüzü, ulusal kalkınmanın destek unsuru olarak değerlendiren ülkelerde bilimin neden yüz yılda bir arpa boyu yol almadığı kolayca anlaşılır sanıyorum.

Batı dünyasında İkinci Dünya Savaşından bu yana devasa bir sermaye gücünün hizmetkarına dönüşen bilimin – askeri teknolojiler dışında – neden yönünü ve üretkenliğini kaybettiği sorusuna da belki bu gözlemler bir nebze olsun ışık tutabilir.

Sunday, August 1, 2021

Doktora tezi nasıl yazılır

Sosyalbilimler.org dergisi için yazdığım makale

Doktora tezimi düşünmeye başladığım günlerde Türkiye’de 12 Eylül rejiminin kara perdesi aralanmaya başlamış, yeni anayasa tartışılmış, yeni siyasi partilerin kuruluşu gündeme düşmüştü. Yıl 1982-83. Kesinlikle Türkiye hakkında yazmayacağım, dedim. Daha geniş soluklu bir şey olsun istedim. Dünyada Türkiye’ninkine benzer bir berzahtan geçen ülkelerde süreç nasıl işlemiş, sonuç ne olmuş? Adı üstünde, Comparative Politics!

Taradım. Dünyada İkinci Savaş’tan sonraki dönemde kırk küsur örnekte geçici bir askeri diktatörlüğün ardından az veya çok serbest seçimli çok partili düzene geçilmiş. İlginçtir ki neredeyse hepsinde, askeri rejimin temsil ettiği değerlere en zıt olan muhalif parti ilk seçimlerde galip gelmiş. Askeri rejim rekabetçi ortama geçtikten sonraki ilk fırsatta siyasi sahada yenilgiye uğramış. Türkiye’de de o hâlde seçime katılmasına izin verilirse Süleyman Demirel’in, yoksa ona en yakın siyasi seçeneği temsil eden Turgut Özal’ın kazanmasına banko gözüyle bakabiliriz.

En uygun vaka incelemesi olarak Peru, Brezilya ve Arjantin’i seçtim. Uçağa atlayıp Peru’ya gittim. Arşivlere daldım, siyasi aktörlerle mülakatlar yaptım. Dışarıdan bir bakış açısıyla yaklaşınca konular bazen daha net, daha rasyonel bir şekilde kavranabiliyor. Dönüşte klavye adeta parmaklarım arasından aktı. “12 Yıllık Askeri Rejimin Gerileyiş ve Çöküşü” başlıklı yüz sayfalık ön araştırma raporu üç dört haftada tamamlandı. Yazması bir keyifti. Geceleri sabahın körüne dek coşkuyla, çalakalem yazı yazıldı. Sonuç da hiç fena olmadı: Şimdi kırk yıla yakın süreden sonra tekrar okuduğumda analiz gayet sağlam, tezler özgün ve ilgi çekici, argümanlar tutarlı, sunuş derli toplu geliyor bana. Öğrenci getirse hiç düşünmeden A verilecek kâğıt.

Tabii doktora tezi için bir tez lazım. Sonra o tezi disiplinin teorik çerçeveleri içinde bir yere oturtmak, başlıca ekolleri tartışmak, yapay ayrım eksenleri oluşturmak, ekollerden bir iki tanesini harcamak, bir iki tanesine burun kıvırarak doğruluk payı tanımak, bir tanesini —mümkünse en az taraftarı olan ve en uçuk görüneni— beğenmek, sonra; anlatacağın hikâyeyi hiç alakası olmasa da o tezin içine yerleştirecek terminolojiyi oluşturmak lazım. Bunca pırıl pırıl genç insanın en verimli çağından ortalama beş seneyi yiyen süreç odur. Böyle buyurmuş Hazreti Popper. Önce teori.

Ben bir buçuk yıl dayandım. Önce şık bir tez formüle ettim. ‘Askeri rejim’, ‘diktatörlük’, ‘serbest seçim’, ‘çok partili sistem’, ‘muhalefet’ kavramlarını literatüre zengin referanslarla tanımladım. Sonra siyasi analizde ‘tahmin’ ya da ‘öngörü’ (prediction) ne anlama gelir meselesine daldım. Sonsuz sayıda oyuncunun rol aldığı bir oyunda ‘sonuç’ ne anlamda tahmin edilebilir? Tahminin doğru olup olmadığı nasıl anlaşılır? Scenario ve model kavramlarının farkı nedir? İyi bir senaryoyu kötüsünden nasıl ayırt edersin? Sonuçta ‘bilim’ olduğu iddia edilen PoliSci disiplinini yepyeni temeller üzerinde yeniden inşa etmiş bulunduğuma kanaat getirdim. 1985 ilkbaharında tez önerisini komisyona sunup savundum. Tabii yaldızlı A ile geçtim. Sonra “manyak mıyım ben hayat boyu bu saçmalıkla mı uğraşacağım” deyip bıraktım.

Halbuki somut vaka analiziyle yetinsem bir buçuk yılda bırak üç ülkeyi, on üç tanesinin hakkından gelemez miydim? Çok daha okunaklı, işe yarar bir tez çıkmaz mıydı? İnsanlığa fayda, hadi çok iddialı olur diyelim, tezi okuyacak üç tane profesörün bile ufukları açılmaz, kafaları yeni bilgi ve bakış açılarıyla dolmaz mıydı? Peki teori de lazım. Kabul. Ama arabayı atın önüne koşmak yerine arkaya bıraksam, sonsözde üç beş tane akıllıca gözlem ve çıkarımla işi bağlayamaz mıydım? Üç sayfa yeter mi? Fazla fazla yeter.

Yirmi küsur yaşındaki talebenin teori paralamasının kime ne faydası olabilir? Onu da düşünebilecek olgunlukta değildim henüz.

O günden bugüne bana ‘hocam tezimi ne üzerine yazayım’ diye gelen herkese tavsiyem aynıdır: Bilgi devşir, bilgi derle, bilgi aktar.

Dünya dediğin ham bilgi dağlarıyla dolu bir yer. Uyanık bir gözle ve yeterli merakla hangisini kazsan altından maden çıkar. O cevheri toplamak, elekten geçirmek, temizlemek, tasnif etmek, paketlemek, etiketlemek çömez bir bilim insanının yapabileceği en hayırlı iştir. Teori, meta-madenciliktir. Uzun yılların tecrübelerinden —hem kendinin hem başkalarının tecrübelerinden— damıtacağın hikmet yumurtalarıdır. Emeklilik ufukta göründüğünde, anılarını yazma ihtiyacı kendini hissettirdiğinde onu da yaparsın, sabret.

Bu devirde, kütüphane rafları yazılmış milyon tane doktora tezinin ağırlığıyla bel verirken özgün doktora tezi yazılabilir mi, ellenmemiş konu mu kaldı diye soran oluyor. Bilginin ne denli sonsuz bir kıta olduğunu bilmeyenlerdir onlar. Ya da tez deyince yazılmış bayat tezleri harmanlayıp yeniden sofraya sürmeyi anlayanlar.  “Konu söyle” deyince ayak üstü yüz tanesi üşüşüyor aklıma. Buyur, ara dönemden demokratik rejime geçen kırk küsur ülkenin seçim dinamikleri. Henüz kimse yazmadı. Ansızın aklıma takılan konu, Hizan’ın yüz küsur köyünün fiziksel tipolojisi ve farklı köy tiplerinin 19 ve 20. yüzyıldaki toplumsal trajedilerle korelasyonu, bakir mevzu. Matbaanın ilk yüz yılında Batı’da İslam hakkındaki polemikler: Döküm çıkar, tasnif et. Anadolu evliya menkıbeleriyle Bizans aziz menkıbelerinin kıyaslamalı analizi. Döküm çıkar, listele, yan yana koy, ilk aklına gelenleri yaz. Hazine bulacağın kesin.

Benim bildiğim insan ve toplum bilimlerinde durum böyle. Doğa bilimlerinin de farklı olacağını sanmıyorum.

Cevher yerine değersiz moloz toplama riski yok mudur? Vardır elbette.  Madeni cüruftan ayırt edecek asgari donanımın yoksa boşa vakit harcayabilirsin. Fakat şundan eminim ki, malzemeyle fiilen haşır neşir olan insan, büsbütün akılsız değilse, kısa zamanda değerliyi değersizden, kaliteliyi molozdan ayırt edecek beceriyi edinir. Hocası eğer işe yarar biriyse onun da az veya çok yardım edeceğini varsaymak lazım.