Sunday, September 30, 2018

Şiddete övgü


Fiziksel şiddetin her türlüsünün her koşulda kötü olduğunu savunanlarla aram iyi değil. Muhallebi çocuğu ideolojisidir, hayata cepheden bakmaya cesaret edenlere yakışmaz. 2012’de bu konuda iki üç kez kelam etmeye kalkmışım (http://nisanyan1.blogspot.com/2012/09/siddete-dair.html, http://nisanyan1.blogspot.com/2012/09/siddete-kars-myz-sahiden.html), daha sonra da yeri geldikçe değindim, ama işin can damarını yakalayamadım galiba. Bir daha deneyeyim.
İnsanın diğer insana kötülük etmesinin binbir yolu var, illa kan akıtmak ya da kemik kırmak şart değil. Sayalım: iftira atarsın, ihbar edersin, tehditle sindirirsin, alçaltırsın, emeğini sömürürsün, işinden attırırsın, işini batırırsın, onurunu kırarsın, umudunu kırarsın, sevincini tüketirsin, kandırırsın, çaresizken sırtını dönersin, köleleştirirsin, sevgilisini elinden alırsın, evini yıktırırsın, ailesini dağıtırsın, askere alırsın, ölmesini emredersin, adaleti önlersin, özgürlüğünü çalarsın, intihara sürüklersin, kendisine dokunmadan sevdiklerini harcarsın... Pisliğin sonu yok. Peki neden fiziksel şiddet bunların herhangi birinden daha kötü olsun? Neden hepsine eyvallah ama sıra yumruğa ya da silaha geldi mi orada dur?
Fiziksel şiddet çoğu zaman efektif bir mücadele yöntemi değildir, peki, sabredip endirekt vuruşla topu yuvaya koymak genellikle daha etkili bir yol. Ama neden a priori o silahı elimizden bırakalım?
Muhallebi çocuğu olarak yetiştirildiğimiz için kavgadan ödümüz kopuyor, belki odur. Küçük burjuva değer yargılarının sefil ufkundan ötesini tahayyül edemiyoruz, belki de o. O ufkun sınırlarını Devlet ve Polis bekler. Biz uslu olalım, Polis amca gereğini yapsın... Zulme uğrayan sakın güç kullanmayı aklından geçirmesin...
Şiddet karşıtlığının şiarı polis şiarıdır: “Sakin ol dostum ve elindekini yavaşça yere bırak!”    
*
Toplumların düzeni, insan yaşamının vazgeçilmez bir ögesi olan şiddeti kontrol altına alma esasına dayanır. O yüzden, düzenden yana olan her ahlak öğretisi şiddeti ayıplar, şiddeti azaltmanın yollarını arar. Kabul. Peki. Tamam. Ama bu önermeden, şiddetin her koşulda reddedileceği sonucu çıkmaz. Tam tersi de çıkabilir.
Mesela, bir. Şiddet eğer kötüyse, daha büyük şiddeti önleyen şiddet meşrudur. Adam kalabalık barda arbede çıkarmaya kararlı görünüyorsa bir uyarırsın, sonra yumruğu çakarsın. Çekmiş silahı kalabalığı taramaya başlamışsa düşünmez vurursun. Mantıken kaçınılmaz bir çıkarımdır: Eğer şiddete karşıysan, büyük şiddete karşı küçük şiddeti savunmalısın. Yoksa büyük şiddeti savunmuş olursun.
Ufak bir pürüz gibi görünür, ama devamını düşünürsen senin anti-şiddetçi teorini tuzla buz etmeye yeter. Nerede duracaksın? Adamın uçakları Vietnam’ı – ya da Nusaybin’i – bombalayacaksa karargahını havaya uçurmak meşru değil midir? Diktatörleri halka daha fazla zarar vermeden bertaraf etmek gerekmez mi? Diktatörü bertaraf etmek yetmez, onun hizmetkarlarını, maşalarını da kırman gerekebilir. Rusya’nın saldırmasını bekliyorsan önce senin saldırman hak değil midir? Haktan öte, ahlaki ödev değil midir?
Devam et, durma. Mesela komşu ülkenin hükümdarı kâfirse ve bundan dolayı bütün halkının ahiretini sonsuza dek berbat ediyorsa, ona karşı cihat etmeden ahlaken salih olabilir misin? Daha: Savaştan sonra Ermeniler senin halkını Erzurum ve Van’dan sürecekse önce davranıp onları zararsız hale getirmek vicdani görevin değil midir? Ha?
*
Bu yetmediyse, iki. Kendini şiddetten korumak için şiddet meşrudur. Adı üstünde, meşru müdafaa. Bunu önceki maddenin özel hali olarak da görebiliriz. Büyük şiddete karşı önleyici şiddet dedik. Şahsıma yönelik şiddet ister istemez bu kapsama girer, çünkü ahlaki ödevin öznesine – yani bana – zarar verme riski taşır. Ahlaken doğru olanı yapacaksam önce var olmam gerekir. Dolayısıyla varlığıma yönelik tehlikeyi bertaraf etmek sadece hak değil ödevdir.
Burada da gene işler beklediğimizden daha hızlı çapraşıklaşır. Meşru müdafaayı sadece bireyin kendisine yönelik şiddetle sınırlayamazsın. Çünkü bireyin dokunulmazlığı bedeni ile sınırlı değildir. En azından ailesini, çoluk çocuğunu pakete dahil etmek zorundasın. Adam göstere göstere senin çocuğunun kemiklerini kırıyorsa, bana dokunan yok, öyleyse meşru müdafaa yok, aman fiske vurmayayım der misin? Peki çocuğun değil en yakın arkadaşınsa? En yakın arkadaşının yengesiyse? Devam edelim: Ya ciğerinin yarısı olan takım arkadaşlarınsa? Kimliğinin ve kişiliğinin altyapısını oluşturan değerli yoldaşlarınsa?
Ya vatanının evlatlarıysa? Ya herif senin canından aziz bildiğin Mehmetçiğe kurşun sıkmışsa? Ya hain Ziyonistler gibi senin din kardeşlerinin evlerini başına yıkıp hı diyeni kurşunluyorsa?
Zanneder misin ki sembolik aidiyetler insan yaşamında hiç değerindedir? Ait olduğu zümreye yönelik şiddeti kendine yapılmış gibi hissetmeyen insan ahlaklı sayılamaz. Şiddeti a priori reddeden muhallebi filozofu, o halde, insanlara ahlaksız olmayı önermektedir.
*
Üçüncü önerme ilk ikisi kadar güçlü değil, ama yine de göz ardı edilmemeli. Şiddete karşı şiddet meşrudur. İkinci maddede bize yapılacak şiddeti önlemekten söz ettik. Bu sefer şiddet gerçekleşmiş, biz karşılık veriyoruz. Elbette kınanası bir şeydir. Elbette kindir, intikamdır. Tabii biliyoruz, şiddete şiddet nereye kadar, sonsuz sarmaldır, sen vurursan o da vurur, sonu gelmez. O yüzden hemen her ahlak hocası her zaman affediciliği över, rövanşizmi ayıplar. Doğru. Haklıdır. Karşındaki Devlet terörü bir milyon kişinin evini başına yıkmış olabilir, ama karşı terörle ne elde edebilirsin ki, kanı sonsuza dek sürdürmekten başka?
Peki elinde zulme karşı başka çare kalmamışsa ne yapacaksın? Akıl yolunu tüketmişsin, hukuk düşmanın elinde esir, iç dünyana çekilip kalender hayatı yaşamana da müsaade yok. O zaman “şiddete hayır” öğüdü ne anlama gelir? “Şiddete boyun eğ, zulme razı ol, çaresizliğini kabul et”ten öte bir içeriği var mıdır? Zulme suskunlukla cevap vermek, zulmü ödüllendirmek değil midir? Dünkü şiddete hak ettiği cevabı vermeyen – veremeyen – yarınki şiddeti teşvik etmiş olmaz mı?
Muhallebi çocukluğu sadece bir kişilik zaafı değildir, ahlaki bir tercihtir derken işte bunları kastediyoruz.
*
Bilmem belirtmeye gerek var mı, şiddete yatkın bir adam değilim. Ortaokuldan beri yumruklu kavgaya girdiğimi hatırlamıyorum, girsem de herhalde dayak yerdim. Isparta Er Eğitim Alayında talim atışları dışında silaha elim pek değmemiştir. Kendimi savunmaya yarayan başka yeteneklerim var şükür.
Lakin küçük burjuva yaşamının cenderesinden dışarı çıkıp dünyayı tanıdıkça çok net görüyorsun ki şiddet insan yaşamının kaçınılmaz unsurlarından biridir. Yalnız kaçınılmaz değildir, bazı koşullarda doğrudur, meşrudur, ahlaki zorunluluktur. Hatta bazen güzeldir.
“Iyy, falancaya şiddet uygulamış, lanet! lanet!” diye haykıran cüceler de sadece feci surette cahil değildir. Polis devletinin – bilinçli ya da bilinçsiz – ajanıdır.

Tuesday, September 25, 2018

Eğitim konusuna devam


Okullarda mutlaka marangozluk kursu olmalı. Hayatta herkese lazım olacak sanatlardandır, ayrıca terapi işlevi vardır.
Esnaflık ve dükkancılık kursu şart. Çağdaş kölelikten bir gün kurtulmak istersen işe yarar. Basit muhasebeyi de buna katalım.
Startup girişimcilik kursu hayırlı olur. Yüz kişide biri ikisi faydalansa memleket çiçek olur.
Kodlama kursu olmazsa olmaz. Altın bileziktir, mutlaka bir gün işe yarar. Yaramasa da berrak ve sistemli düşünmeyi öğretir.
Yemek pişirme kursu mutlaka gerekir. Hayat boyu kendine ve etrafındakilere mutluluk verebilmeni sağlar. Bence kadınların ve hatta erkeklerin ve diğer cinslerin bu kursu görmeden evlenmeleri yasak olmalı.
Teorik matematik lazım. Soyutlama yeteneği olanların o yeteneği geliştirmesi için faydalı. Ayrıca zevkli diyorlar.
Hukuk kursu orta 1’den itibaren olmazsa olmazlardan biri. Yalnız mahkemeyle avukatla işi olacaklar için değil, insan bilimlerinin temelidir. Medeni toplumda kavga nasıl yapılır ve nasıl çözülür sanatını bilmeden hayat yaşamaya değer mi?
Oto tamirciliği kursu önemli. Özgüven kazandırır. Elini yağa bulamaktan korkmamayı öğretir.
Sanat tarihi kursu kesin şart. Güzeli çirkinden ayırabilmekten daha önemli beceri var mı? Olmadı fotoğrafçılık kursu verirsin, bakmayı ve görmeyi öğrenir.
Kuran kursu da olsun. O taraklarda bezin olmasa dahi bilmek ve tanımaktan zarar gelmez.
Temel tarım ve hayvancılık eğitimi herkese lazım. Yarın sistem çöküp millet aç kalırsa hayata tutunman buna bağlı olacak.
Herkes bir enstrüman öğrense iyi olur. Her türlü insan ilişkisini güzelleştirir, sevgili bulmaya bire birdir.
Ayrıca futbol, satranç, inşaat, kimya laboratuvarı, hitabet, münazara, gazetecilik, basit tıp ve sağlık bilgisi. Bunlar herkese lazım olan sanatlardan, kursları olmalı.
Ayrıca borsa. Ayıca ülkeler coğrafyası. Ayrıca bebek bakımı. Ayrıca dağcılık ve doğa yürüyüşü. Peki, tamam, ayrıca yüzme.
Bunlar olsun. Mümkünse her okulda olsun, ya da okul sistemi bunları az çok herkese temin edebilecek şekilde genişletilsin. Kurs vericilerin bakanlık memuru olmasına hiç gerek yok, belki basit bir ön sınav dışında sertifikasyona da gerek yok. Yerel yönetim ya da okul yönetimi ya da okul aile birliği, yetkili hangisiyse, civarda bulabildiği kadarını bulur, bulamazsa bütçe yaratıp büyük şehirden ya da Yeni Zelanda’dan insan getirtir. Belki öğrencinin her dönem bir veya birkaç kurs alıp tamamlaması şart koşulur. Günün yarısı bunlara ayrılır.
*
Lakin kamu eğitiminin asıl işi bunların hiç biri değildir. Zorunlu genel eğitimin TEK konusu okuma yazma eğitimi olmalıdır. İlkokul birden üniversite lisans eğitiminin son yılına dek eğitimin vageçilmez olan tek unsuru ve ana ekseni okuryazarlık üzerine kurulmalıdır. Olsa olsa temel aritmetik ve geometri ile İngilizce buna eklenebilir. Başka zorunlu ders olmamalıdır. Eğitimde bir merkezi kamu idaresi ve “öğretmenlik” diye bir profesyonel meslek olacaksa bundan başka bir şeyle ilgilenmemelidir. Geçende yazdım, tekrar edeyim. “Okul” ya da eski deyimle “mektep” adı verilen kurum, insanlığın evriminde yazı ile birlikte icat edilmiş bir olgudur; ancak yazı ortadan kalkarsa onunla birlikte ortadan kalkacaktır. Vazgeçilemez olan tek görevi okuma ve yazma öğretmektir. Öğrenciler kısa ve uzun metinleri okumayı, okuduğunu anlamayı, anladığını sözlü ve yazılı olarak ifade etmeyi, eleştirmeyi ve eleştirilmeyi, karşıt görüşleri tartmayı öğrenmeye mecbur edilmelidir. Bundan başkası ekstradır, olmasa da olur.
Akla gelebilecek her konu okuma yazma dersinde işlenebilir. Önemli olan konunun içeriği değildir. İnsanın evde ve mahallede öğrendiği sözlü dilin ötesindeki bir düzeyde, ya da level diyelim anlaşılsın, büyük kamu ile iletişim kurmasına imkan veren simgeler sistemini yorumlamayı ve kullanmayı öğrenmesidir. Okulun işi budur. Adı üstünde “oku lan”dan, okul. Bu işi yapmıyor veya yapamıyorsa olmasın daha iyi.
İnsanlığın eski çağlarında okuma ve yazma küçük bir yönetici elite mahsus sanatlardı. Dolayısıyla okul eğitimi de sadece elitler içindi. 19. yy’da genel ve zorunlu kamu eğitiminin norm haline gelmesiyle okuryazarlık bir ayrıcalık olmaktan çıktı, toplumun tümünü kapsaması hedeflenen bir ideal haline geldi. Toplumsal organizasyon bu ideale göre yeniden yapılandı. Sonradan, geç-19. yy’ın saplantıları olan fizik, kimya, biyoloji, genel coğrafya gibi konuların öne çıkması işi yolundan saptırmıştır gibi geliyor bana. Mühendisliği yeni din olarak algılayan bir çağın eseridir. Okulu global bir vatandaş/toplumdaş yetiştirme aracı olmaktan çıkarıp, esas işi küçük bir mühendis zümresini eğitmekle sınırlı bir meslek okuluna dönüştürmüştür. O zümreye dahil olamayanlar “yeteneksiz” sayılıp proleterliğe terk edilmiştir. Müfredat ta 1890-1900 sıfırlarda buna göre tasarlanmıştır. Yüz yıldan fazla zaman geçti, eskidiğini artık görmek lazım.
*
Önceki yazıda bunlardan söz ettim, ne faşistliğim kaldı sövülmedik ne elitçiliğim. Meğer neymiş? Eğitim özgür olmalıymış. Merkezleşmemeliymiş. Ben kim oluyormuşum elalemin çocuğuna ne öğretileceğini belirleyecek. Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.
Net söyleyeyim. Eğitimde özgürlük diye birşey yoktur, hiçbir zaman da olmamıştır. Boş propaganda sloganlarına kapılıp kendinizi gülünç etmeyiniz.
İnsan evladı hayvan doğar. Sonra yontulur. Mensup olduğu “medeniyetin” normları beynine işlenir. Toplum içinde hem zararsız hem faydalı bir birey olarak yaşamanın usul ve adabına alıştırılır. Terbiye edilir. Evcilleştirilir. Bunu yaparken de çocuğa “ah yavrucuğum ister misin evcil olmak, istemiyorsan söyle, aman özgürlüğüne halel gelmesin” diye sormak kimsenin aklına gelmez, tarihin hiçbir çağında gelmemiştir ve bundan sonra da gelmeyecektir. Gelse zaten hepimiz ölürüz, dağdaki çakallardan farkımız kalmaz.
Eğitimde özgürlükten dem vuranların söylemek istediği şey başkadır. Sanırım üç ayrı başlık altında toplamak mümkün.
Bir, politik. Devletin eğitim politikasının çizdiği medeniyet çerçevesi ile toplumdaki çeşitli zümre ve sınıfların çocuklarına aşılamak istedikleri medeniyet anlayışı farklılaşabilir. Nitekim Türkiye’de şiddetle farklılaşmıştır. Bu durumda birileri, çocuğun eğitiminde devletten “özgürlük” talep edecektir. Ancak kastettikleri şey, çocuğun herhangi bir anlaşılabilir manada daha özgür olması değildir. Devletin tercihlerine karşı ailenin veya mahallenin normlarının belirleyici olmasıdır. Belli ölçüler içerisinde kalmak şartıyla haklı bir taleptir. Bence de Milli Eğitim politikası yerel ve zümresel taleplere karşı daha esnek olmalı, çeşide yer vermeli. Mesela imam hatip okullarına talep varsa imam hatip okulları da açmalı.[1]
İki, pedagojik. İyi bir eğitici öğrencinin zorlandığı noktalara duyarlıdır. Nereye kadar zorlayacağını, nerede rahat bırakacağını bilir. Kötü eğitici dangır dungur girişir, sıklıkla çocuğu evcilleştiremeden kırıp döker. Bu anlamda iyi eğitimin öğrenciye bir çeşit “söz hakkı” tanıdığını söyleyebilirsiniz. Bu hak eğitimin içeriğine ilişkin değildir; olsa olsa temposuna ve üslubuna dairdir. “Eğitici” unvanlı yüz binlerce cahil hayvan barındıran Türk milli eğitimine yönelik özgürlük taleplerinin bir kısmı, işin işte bu yönüyle ilgilidir. Maksat “çocuğum istediği eğitimi seçsin, istediğini öğrensin, istemediğini öğrenmesin” değil. “Çocuğum devletin değil benim istediğimi öğrensin” de değil. “Kırma, öküz, çocuğuma insanca konuş!”
Üç, ne diyelim, aksiyolojik diyelim, yani öğretilen değerlerin niteliğine ilişkin. Bunu yeni yeni kavrıyorum, dur bakalım iyi ifade edebilecek miyim.
Biliyorsunuz liberal eğitim denen bir şey var. Öteden beri İngiliz ve Amerikan kolej sisteminin özüdür, 20. yy’ın son çeyreğinde bütün dünyada giderek artan revaç buldu. Liberal demek normalde “özgür” demektir, ama buradaki hadise o değil başka şey. Kökü 18. yy aristokrasisine dayanan bir elit eğitimi metodudur. Öğrenciye doğrudan bir “doğru doktrin” empoze edilmez. Belirli konularda dikkatle seçilmiş alternatif öğretileri inceleyerek tartışması istenir. Seçenekler asla sınırsız değildir. Çünkü aklı başında herkes bilir ki tüm görüşler eşit değerde değildir; kimi cehalet ürünüdür, kimi mantıksızdır, kimi ahlak yoksunudur, kimi elde edilmeye çalışılan medeniyet çerçevesinin temel değerlerine aykırıdır. Tartışmaya değer olan görüşler önceden tartışılmış ve makul insanlarca savunulmuş olan görüşlerdir: Eflatun mu Aristo mu? Realizm mi nominalizm mi? Kapitalizm mi sosyalizm mi? Allah var mı yok mu?
Şimdi hiç kalkıp da bana böyle özgürlük mü olur, işte kandırıyorlar çocukları filan demeyin. Enfes bir eğitim yöntemidir. Farklı ve zıt görüşleri kavramayı, tartışmayı, rasyonel argümanlar üretmeyi, rakibi akıl zemininde alt etmeye çalışmayı öğretir. Çok seslilikten korkmamaya alıştırır. Muazzam bir disiplindir. O tezgahtan geçmiş olanlar, yarın hiç bilmedikleri görüş ve olgularla karşılaştıklarında da nispeten açık yüreklilikle onlarla yüzleşme becerisi kazanırlar. Azgelişmiş eğitim sistemlerinin mezunları gibi zoru görünce topu taca atmak, yahut eskimiş doktrinlerde ahmakça ısrar etmek, ya da farklı söyleyenlerden ödü kopup kafalarını kesmek gibi davranış bozuklukları sergilemezler.
Ama daha mı özgürdür? Sanmıyorum. Özgürlük işin daha ziyade reklam faslı gibi geliyor bana. Kelimenin tam anlamıyla elit eğitimidir. İyi karar verici yetiştirir. Ama sınırları özenle çizilmiştir. Ancak sınırları özenle çizilmiş bir tartışma çerçevesi varsa başarılı sonuç verir. Yoksa ipini koparmış deli dana gibi boş laf çayırlarında koşuşup kaybolur. “Özgürlük” sloganını fazla ciddiye alan yeni yetmeler – ve onların popülerlik sevdalısı korkak hocaları – yok efendim toplumsal cinsiyetmiş, victim studiesmiş, Derrida’ymış, safe space’miş gibi deli saçmalarını hakikat zannetmeye başlarlar. Sonuçta kendilerini toplumdan tasfiye etmekle kalmazlar, eğitim kurumunu, bilhassa üniversiteyi, toptan marjinalleşmenin eşiğine getirirler.




[1] Doğal olarak Cihangir semtinde, misal, hayvan okşama yahut yoga dersi de talep edebilirler. Diyarbakır’da Kürtçe eğitim de isteyebilirler. En doğal haklarıdır. Tıpkı imam hatip gibi. 

Tuesday, September 18, 2018

Armaş


İzmit’in Armaş köyündeki Çarkhapan Surp Asdvadzadzin (“Şer-savar Hz. Meryem”) manastırıyla ilgili ilk kesin kayıt 1661’de Köprülü Mehmet Paşa devrine ait, ancak 1611 tarihli Lehistanlı Simeon vekayinamesinde isim verilmeden anılan köy ve manastırın da burası olması muhtemel görünüyor. Köyün Ermeni nüfusu 17. yy ilk yıllarında Doğu illerinden Marmara bölgesine yönelen büyük Ermeni göçünün, ya da İzmit ve Adapazarı cemaatleri gibi, 15. yy’da Memluk egemenliğindeki Adana-Maraş yöresinden gelen göçlerin ürünü olabilir.
19. yy’ın başlarında harap olan manastır, Ermenilerin “sadık millet” unvanını kazandığı II. Mahmut devrinde (1825’ten sonra) imar görmüş ve kısa zamanda Batı Anadolu’daki en önemli Ermeni kültür kurumu niteliğini kazanmıştır. Manastır kütüphanesinin şimdi kayıp olan elyazması eserler koleksiyonu ünlüdür. 1864’te matbaa açılır ve izleyen elli yılda bir dizi önemli dergi ve kitap yayınlar. 1872’de (Robert Kolej’den 9, Galatasaray’dan 4 yıl sonra) manastır bünyesinde kurulan sivil lise bir süre sonra kapanır; ancak 1889’da açılan ruhban okulu, modern anlamda “eğitimli” ruhban sınıfı yetiştime alanında 25 yıl boyunca öncü rol oynar.
1872-1888’de Armaş’ta yönetici olduktan sonra İstanbul patriği seçilen Der Khoren Aşıkyan’ın hayali, kurumu “Osmanlı Ermenilerinin Venedik’ine” dönüştürmektir. Venedik’te Katolik Ermenilerin 18. yy’dan beri sürdürdükleri yoğun yayın ve eğitim faaliyeti göz önüne alındığında, kastedilen şey şüphesiz günümüzde “yerli ve milli” deyimiyle anlatılan bir bakış açısı olmalıdır. Osmanlı Tanzimat’ının ideolojik hedefleriyle uyumludur.
Armaş adının “İran’daki bir kasaba veya manastırdan geldiği” rivayetinin çeşitli kaynaklarda tekrarlandığını görüyoruz. Öyle bir kasaba veya manastır bulamadım. Ermenistan’ın Ararat ilindeki Armaş kasabası İzmit Armaş’a atfen adlandırılmış. Kuzey Irak’ta Erbil yakınındaki Keldani-Hıristiyan köyü Armaş’ın geçmişi hakkında bilgi bulamadım.
Armaş Manastırının tarihine ilişkin bir kitap yazan İzmit Piskoposu Der Partoğomeos “Gabudig” (1787-1809), 17. yüzyılda yerli Türklerin köye Armağan Şah adını verdiklerini yazıyor. Ki tahminimce doğru etimoloji budur. [P. Muradyan & A. Muşeğyan, Armaşi Dprevankı, Yerevan 1998.]

1921’deki ikinci Ermeni tehciri kayıtlarında köy adı Ermeşe olarak geçiyor. Eski yazıda elifin üzerindeki meddi kaldırıp arkaya bir he ekleyerek yapılan bilinçli veya yarı-bilinçli bir çarpıtmadır; Anadolu’daki gayrimüslim köylerinin hemen hepsinde o yıllarda buna benzer deformasyonlar tipiktir. 1928 Dahiliye Vekaleti listesinde resmen Akmeşe olmuş. 

Monday, September 17, 2018

Nasıl Ermenileştim


Çocukluğumuzda anneannem bazen ciddi yüzünü takınır, Türklerin zulümlerinden söz ederdi. Kullandığı kelime ‘kırım’dı, yani çart ջարթ. Kardeşim ve kuzenlerimle beraber doğal olanı yapıp taklide başlardık. Çart çurt, hi ho ho. Annem babam bu mevzudan hiç söz etmediler.
ABD’ye ilk gittiğim yıl bütün arkadaşların az çok girdiği psikolojiye girip, inanmayacaksınız, Türkiye savunucusu bile oldum. Kıbrıs’ın işgalini protesto eden Yunanlılara karşı New Haven sokaklarında Türk pankartı taşımışlığım vardır.
Toronto ve Montreal’de akraba taallukat ziyaretleri o tepkiyi pekiştirmekten başka işe yaramadı. “Eee evlat Türkiye’de hayat nasıl?” “Hiç fena değil, buradan iyidir.” “Yazıklarrr olsun sana, biz de seni akıllı kültürlü bir genç sandık, tüh.” Bağnazlık kadar beni ifrit eden şey yok. Aman, dedim, Sevan bunlardan uzak dur.
Üçüncü yılımda nihayet merak ettim. Sterling Kütüphanesinde Ermeni tarihine ve soykırıma ilişkin raflar dolusu kitap buldum. Çoğunu okudum. Yetmedi, dönemin başlıca Amerikan, İngiliz ve Fransız gazetelerinde Türkiye ile ilgili ne çıkmışsa hepsini taradım.
Şimdi belirtmeme gerek var mı bilmiyorum, ama okuduğumu eleştirel bir gözle okumayı bilirim. O zaman da bilirdim. Argümanda hata ve gedik bulmaya bayılırım. Gençken sanırım daha da keskindi gözüm. İyi okudum. Olayları kavradığıma dair içimde kuşku kalmadı.
İki tane net sonuca vardım:
Bir. Rum ve Ermenilerin tasfiyesi bilinçli, planlı ve kapsamlı bir kararın ürünüdür. Türkiye’nin yönetici çevrelerinde ta 1890’lardan itibaren bu konuda bir kararlılık oluşmuştur. 1908-1909’da kısa bir yalpalamadan sonra İttihat ve Terakki yöneticileri de bu mutabakata katılmıştır. Gayrimüslim anasır meselesini kökünden çözmeden Türk milletinin – geleneksel yapısı ve zihniyetiyle – devam edemeyeceği fikri, Türkiye’nin egemen çevrelerinde başat görüş haline gelmiştir. Dünya Savaşı bu kararlılığı uygulama alanına sokmak için fırsat sayılmıştır. Toplu öldürme planlanmış mıdır, bilmiyorum. Ama 1895 ve 1909 olayları ortadayken, bunun en azından bir ihtimal ya da opsiyon olarak hesaba katılmamış olması mümkün görünmüyor.
İki. “Milli Mücadele” ya da “Kurtuluş Savaşı” adı verilen şey Rum ve Ermeni savaşıdır. Amacı Dünya Savaşı sırasında başlatılmış olan tasfiyeyi sonuca bağlamak ve tehcirde gitmiş olanların geri gelmesini kesin olarak önlemektir. Başarısı tam olarak bundan ibarettir, ne fazla ne eksik. “Emperyalizm” konusu masaldır. Dünya Savaşının galibi olan devletlerin etnik tasfiye konusunda en azından orta yolcu bir çözüm dayatmaları, geri dönüş ve tazminat konusunda ısrar etmeleri, savaş sonrası dönemde azınlık hakları için birtakım garantiler talep etmeleri beklenmekteydi. Bu anlamda, dolaylı olarak, İtilaf Devletlerinin siyasi gölgesine karşı da bir mücadele verildi. Ama onlarla (Suriye sınırındaki kısa süreli Fransız savaşı dışında) çatışılmadı. Zaten onlar da konuyu fazla uzatmaya gönüllü değildi. Rum ve Ermenileri satıp gittiler.
Kırk küsur yıl oldu, bu iki yargıyı sorgulamak için bir sebep bulamadım. Her okuduğum kanaatimi biraz daha pekiştirdi – ki, tahmin ediyorum, her iki cihetten okumaya değer hemen her şeyi okumuş olmalıyım. Bu iki noktada karşı görüş beyan edenleri ciddiye almakta zorlanıyorum. Üç beş cümlede belli oluyor hiçbir şeyden haberleri olmadığı, boşa salladıkları. Aralarında iyi niyetliler var mıdır? Mutlaka vardır. Ama cahillikleri öyle derin ki, çoğu zaman tartışmaya değmez.
*
O yıllarda sosyalist hareketin içinde (daha doğrusu kenarında) idim, ABD’de Demokratik Türkiyeli Öğrenciler Derneği yönetimindeydim, bu mevzulardan söz etmek devrimci edebe aykırı sayılırdı. Buna rağmen 1980’de Birikim’de çıkan uzun bir yazımda Milli Mücadele analizine girdim, bu tezleri kısaca da olsa dile getirdim. En yakın arkadaşlarımda dahi bunların nasıl bir duygusal rahatsızlık yarattığını gözlemleme fırsatı buldum. 1980’den sonra askeri cunta mücadelesi gündemdeydi, o zaman da sırası değil diye düşündüm. 1984-85’te Türkiye’ye döndükten sonra, adeta içgüdüsel bir refleksle, beni “Ermeni” diye damgalayacak, “Ermeni” kimliğine kilitleyecek her türlü tavır ve eylemden yıllar boyu özenle kaçındım. “Ermeni” köşesine oturtulacağım makale, panel, şov, konferans, demeç önerilerini – çoğu zaman sertçe – reddettim. 1995’te yazdığım Yanlış Cumhuriyet’te de, dikkat ederseniz Ermeni meselesi çok düşük profildedir. Birkaç cümlede, kibarca geçilir.
Daha önce de birkaç kez söyledim, benim için dönüm noktası Hrant cinayetiydi: yıl 2007. O olaydan sonra idrak ettim ki ben ne kadar kaçsam da heyula arkamdan gelecek. Dönüp yüzleşmekten başka çare yok.
Ondan sonra sık sık yazdım. Fikrim soruldukça çeşitli forumlarda görüş bildirdim, hatta Alperen Ocakları üst yöneticilerinin katıldığı bir toplantıda “Ermeni sorunu” konferansı verdim. Ama daha çok okudum. Coşkun Kırca’lardan Gündüz Aktan’lara dek Türk görevlilerinin tezlerini etüt ettim. Eski tarihçileri ve 19. yy Ermeni entelektüellerini okuyup Ermeni “zihniyetini” daha iyi kavramaya çalıştım. 2009’dan sonra, bugüne dek kimsenin doğru dürüst girişmediği bir işe girişip, Anadolu’nun mikro-tarihini, aylar ve yıllar boyunca, her gece, köy köy, nahiye nahiye didikledim. Sanırım Türkiye’de son yıllarda çok az insana nasip olan bir yerel tarih dağarcığı biriktirdim.
Eski yargılarıma iki üç yeni boyut eklendi.
Üç. Soykırım olayını 1915’e, hatta 1895 sonrasına odaklanarak anlamak mümkün değildir. Arkadaki yüzlerce yıllık aşağılama, zulüm, talan ve katliam geçmişini bilmeden ne olayları, ne de tarafların psikolojisini anlayabilirsin. Soykırımı anlamak için önce fetih olgusunu iyice kavraman gerekir.
Dört. İşin ekonomik boyutu daha önce dikkatimi çok çekmemişti. Kısmen sevgili Sait Çetinoğlu’nun teşvikiyle o konuya aydım. 1913-1923 yılları arasında gerçekleşen servet transferinin nefes kesici boyutları hakkında fikir edindim. O günden bu güne Türkiye’nin sosyal ve ekonomik yapısının neredeyse tümüyle o servet transferi üzerine inşa edilmiş olduğunu idrak ettim. Tasfiyeyi planlayanların başlangıç noktası belki bu değildi, devletin ve milletin beka kaygısıydı. Fakat öyle görünüyor ki sürecin daha ilk başından itibaren soygun hırsı ön plana geçti, ilk başta belki sadece bir nüfus hareketi olarak tasarlanan temizliği geri dönüşü olmayan bir kan banyosuna çevirdi.
İtiraf edeyim, çok duygusal bir insan değilim, vah insancıklar öldü, ah kanlar aktı söylemi beni çok fazla heyecanlandırmıyor. İnsan dediğin ölür. Savaşlarda çok ölür, kötü ölür. Aynı yıllarda Somme’da, Marne’da, Verdun’de öldürülen Fransız ve Alman gençlerinin trajedisi Ermenilerinkinden daha az değildir; sayıları da bir hayli daha fazladır. Stalin’in katliam niteliğindeki kıtlığında telef olan 20 milyon Rus köylüsünün yaşamı soykırımda yok edilen Ermenilerden daha az değerli değildir. 1898 harbinde Amerikalıların Filipinlerde yaptığı katliamı, ya da 1947’de Hindistan’ın bölünmesi sırasında öldürülen bir milyonu aşkın Müslüman ve Hindu’yu bilir miydiniz? Bence olayları perspektif dahilinde görmek için bunları akılda tutmak gerekir.
Etnik tasfiyeye karar veren Türk ve Osmanlı erkanının mantığını anlayamayacak kadar kalın kafalı da değilim çok şükür. Hepsinin hatıratını okudum. Sevinçlerini ve korkularını biliyorum. Babaannemin dostu ve komşusu olan Halide Edip’in neden o kadar pervasızca bazı şeyleri görmezden geldiğini, Samet Ağaoğlu gibi son derece hassas ruhlu birinin neden Keçiören’deki çocukluk evinin gasp edilmiş Ermeni mülkü olduğunu hatırlamak istemediğini, İbnülemin gibi Türkiye’nin 20. yüzyıldaki belki tek gerçek aristokratı olan birinin neden Ermenilerden hep antipatiyle söz ettiğini hiç düşünmedim mi sanıyorsunuz? Eşek miyiz biz?
Cehaletin ve yalanın boyutlarıdır beni hasta eden şey. Bir toplum bu denli patolojik bir inkar batağına nasıl saplanır? Gözünün önündeki gerçeği nasıl bu kadar fütursuzca yok sayabilir? Kimliğini ve varlığını bu kadar aptalca bir yalan üzerine nasıl kurabilir? Bu kadar riyayı, bu kadar aymazlığı, bu kadar derin bir ahlaki körlüğü nasıl taşıyabilir? Zaman zaman adeta nefes alamayacak kadar beni sıkan şey bu. Bu kadar cahil insanlarla bir arada nasıl yaşarsın?
Yoksa ölen ölmüş, giden gitmiş. Ölenle ölünmez. Onu biliyorum.  
*
Sık sık yazdım dedim. İşte iyilerinden bir demet. Ekopolitik’te Alperencilere verdiğim konferansın transkriptini de ilk kez yayınlıyorum, haberiniz olsun. Beşincisi.  

Sunday, September 16, 2018

Türkçe yer adları sözlüğü


Listede Türkçe yer adlarında belli bir sıklıkla geçen ve güncel Türkçede anlamı herkes için açık olmayan sözcüklerden bir seçme verilmiştir. Yabancı kökenli sözcükler ancak Türkçede yerlileşmiş ve Türkçe adlar üretiminde kullanılmışsa burada gösterilmiş, aksi halde ilgili dil altında listelenmiştir.
Geleneksel Türkçe yer adlarının çoğunlukla iki kategoriden birine girer: 1) yerin belirgin, kalıcı ve ayırt edici bir özelliğini belirten adlar (Karapınar, Yukarıyayla, Kızılkilise, Yanıkcuma), 2) kurucu kişi, aile, soy veya topluluğu belirten adlar (Hacısüleymanlı, Fakıoğlu, Muhacirler). Az sayıda yer adı idari statü ile ilgilidir (Derbent, Kadışehri, Ovadivanı). 
Kurucu topluluk adlarında sözlü tarih daima "aşiret, Oğuz boyu, Türkmen oymağı" gibi etnik ifadeleri tercih etse de, topluluk adlarının analizi genellikle bölgenin egemen kültürünün algısını yansıtan "çapulcular, gezginler, mülteciler, baldırıçıplaklar, karabudun" gibi işlevsel tanımlamaları düşündürür.
24 Oğuz "boyunun" adları Batı ve Orta Anadolu coğrafyasında yaygındır. Adı geçen yerlerin o boylarla ilgili olduğuna dair inandırıcı bir tarihi delil genellikle yoktur; isimlerin çoğunun Osmanlı döneminde idari kararla verilmiş olması muhtemeldir.
*
Abad: Tarım ve iskâna açılmış yer. Türkçe ‘ova’ Farsça kökenli bu sözcükten evrilmiştir. Yalakabad > Yalağova > Yalova.
Abdal/Aptal: Gayri-Sünni bir cemaat adı. Çoğulu Budala da kullanılır.
Ağın/Ağin: Ak in, beyaz mağara.
Ahi/Ahı/Aha: Birader. 13.-14. yy’da Ahi cemaati önderi kişi unvanı.
Aligör/Alikalkan/Alikur/Alikulekan: Aliuşağı, Alevi. Kürtçe Elîkurik “Ali soyu” deyiminden.
Alpağut/Alpavut/Alpat: Askeri bir unvan. Muhtemelen soy adı.
Amarat: İmaret. Genellikle her türü hayrat ve vakıf yapı anlamında.
Argıt: Geçit. Arkamak/argamak fiilinden.
Asar: Hisar.
Atik: Osmanlı bürokratik dilinde “eski”, Arapça.
Atma/Atmalı/Adaman: Kürt veya Türkmen olduğu savunulan bir aşiret.
Aul/Avul: Türkçe “ağıl”. Kafkas dillerinde “köy” anlamında kullanılır.
Avlan: Ak alan > Ağlan.
Avşar/Afşar: Oğuz boyu. Bir bölümü Kürt veya Kürt kökenlidir.
Badıllı/Beğdilli/Beydilli/Bedil: Oğuz boyu. Bir bölümü Kürt veya Kürt kökenlidir.
Bahşayiş: İhsan, ödül. Bir üst makam tarafından karşılıksız verilmiş araziye denir.
Bakşı/Baxşı: Türkçe ve Kürtçe “ozan”.
Balâ: Osmanlı bürokrasi dilinde “yüksek, yukarı”, Farsça. Bazı yer adlarında yanlış telaffuzla Ballı şeklini alır.
Balaban: Bir tür iri doğan, iri kişi. Çoğu örnekte muhtemelen soy veya cemaat adı.
Barak: Halep vilayeti kökenli aşiret/cemaat.
Bayat: Oğuz boyu. Belki “at zengini” anlamında.
Bayındır: Oğuz boyu.
Becene/Becenek/Peçenek: Oğuzlara katılmış bir boy.
Belen: Türkçe “dağ”.
Bolu: Yunanca pólis (“şehir”) sözcüğünden. Eski yazıda daima Boli yazılır.
Buğur: Deve.
Bulak: Pınar.
Burgaz/Bergos/Birgi: Yunanca pyrgos “kule, burç” adından.
Büget/Büvet: Türkçe bük sözcüğünden, “ırmakta su birikintisi, gölet”.
Büğdüz: Oğuz boyu.
Caber: Halep vilayeti kökenli Türkmen aşireti/cemaati.
Camuş/Camuz/Kömüş/Kömeş: Su sığırı. Arapçada ilk seste c, Kürtçe ve Ermenicede g/k kullanılır.
Cankara/Conkara/Çongar: Aşiret/cemaat adı. Cenger maddesine bakınız.
Cebel: Arapça “dağ”.
Cedid: Osmanlı bürokratik dilinde “yeni”, Arapça.
Cenger/Çengel/Zengi/Zengan/ Zenger: Çingân/Çingen anlamında.
Cerit: Beğdili ulusuna bağlı Türkmen aşiret/cemaat adı. Ceyhan dolayından yayılmışlardır.
Cırık/Cirik: Küçük akarsu. Birkaç örnekte Ermenice çırik (“küçük su”) adından, fakat daha çok Türkçe çığrık “küçük akarsu”. Karş. Cırlayık/Çığrık.
Cırlayık/Çığrık: Şakırtılı akan su. Bkz. Gürleyik.
Cuma: Cami, cuma namazı kılınan mescit. Cumayanı, Cumalı, Eskicuma vb.
Çakal/Çakallı/Çakallar: Aşiret/cemaat adı. Bir bölümünün Kürt kökenli olduğu söylenir.
Çal/Çaltı: Seyrek çalılık, maki.
Çandır/Çandar/Çavdar/Çavundur: Oğuz veya Moğol boyu.
Çanlı/Çengilli: Çanlı kilise. İslam hukukunda İslam nüfusun bulunduğu yerleşimlerde çan yasak olduğundan ayırt edici sıfat vurgulanmıştır. Bazı örneklerde Çanlı adı Cumhuriyet döneminde ‘Çamlı’ olarak düzeltildi.
Çat/Çatak: Kavşak, iki derenin birleştiği yer.
Çeçen/Çaçan/Şeşen: Kuzey Kafkasyalı bir Müslüman halk. 1864’ten itibaren Rus baskısı altında Osmanlı ülkesine göçtüler.
Çeltik/Çeltek: Pirinç tarlası. Osmanlı döneminde özel bir vergi statüsüne sahipti.
Çepni/Çetmi: Oğuz boyu. Aşiret adı muhtemelen “çapulcu, vurguncu” anlamındadır. Çöplü, Çaplı gibi deformasyonlar yaygındır.
Çerkes: Kuzey Kafkasyalı bir Müslüman halk. 1864’ten itibaren Rus baskısı altında Osmanlı ülkesine göçtüler.
Çermik/Çermük: Ermenice “ılıca”.
Çevlik: Türkçe “etrafı çevrili yer, bostan”. Ancak Bingöl kentinin yerel adı olan Colik/Cevlik Türkçe değildir.
Çıtak/Çitak: “Kavgacı, belalı” anlamında cemaat adı. Özellikle Balkan göçmeni bir zümre.
Çok: Genellikle “sesli, gürültülü” anlamında. Çokçaabdal “bağıran deli”, Çokdeğirmen “sesli değirmen”, Çokpınar “öten pınar”.
Çokran/Çokrak/Çokak/Çokradan: Gürültülü akan veya fışkıran su. Çokramak fiilinden.
Çor/Şor: Tuz birikintisi, tarıma elverişsiz toprak.
Çorum: Bir aşiret veya konar göçer topluluk adı. Kökeni meçhuldür. İl adı topluluk adından gelir.
Çöğürler/Çekür/Çekür/Çinğir/Çünğür: Cemaat adı. “Aşısız bitki, delice” anlamına geldiği kabul edilse de muhtemelen “Çingene” demektir. Karş. Cenger.
Çörten: Su kanalı.
Danişment/Danışman/Tanışman: “Bilgin kişi, molla” anlamında kişi unvanı.
Deliler/Deller: Genellikle “isyancılar” ya da “Abdallar” anlamında.
Denek/Dinek: Orta Anadolu’da 9 yerde görülen adın kökeni anlaşılamadı.
Der/Deyr: Kürtçe ve Arapça yer adlarında “manastır”. Derik: “kilise, küçük manastır”.
Derbent/Dervent: Aslen “geçit”. Osmanlı’da karayollarını ve dağ geçitlerini koruyan küçük hisar, karakol.
Diğin/Din/Tigin/Tekin: Türkçe tekin/tigin “soylu kişi, hanedan mensubu, komutan”. Beydiğin, Çerdiğin (“çeri başı”), Eldiğin (“il yöneticisi”), Gümüşdiğin, Karadin/Karadiğin/Karatekin (“kara prens”).
Divan: Birkaç köy veya mahalleden oluşan idari birim, böyle bir birimin idari merkezi.
Dodurga/Todurga/Tödürge: Oğuz boyu.
Döngel: Trabzon hurması veya Ege’de muşmula adı verilen ağaçtır. Yer adlarında muhtemelen “dönmeler” anlamında  aşiret/cemaat adı.
Dulkadir/Zülkadir: 15.-18. yy’larda Maraş sancağından gelen konar göçer toplulukları ifade eder.
Dumlu: Dumanlı, sisli.
Eğlence: Konak, durak.
Elemin/Elemli: Genellikle il emini (“bölge yöneticisi”) deyiminden bozmadır. Ancak Ege Bölgesinde Elemen: Rumca “zeytinlik”.
Ellez: Genellikle İlyas.
Emiralem/Miralem: Sancak beyi.
Esb/Hesp: Farsça veya Kürtçe “at”.
Esbiyelü: Bir cemaat adı.
Eseli/Selli: Genellikle İsa’lı.
Eşme: Su çukuru, kuyu. Aşiret/cemaat adı olduğu rivayet edilir.
Eymir/Eymür/İymir/İmir: Oğuz boyu.
Eyne/İne/İğne ve Ezine: Cuma hutbesi okunan cami. Cuma gününün Farsça adıdır.
Fakı/Fakih: Din alimi, medreseli” anlamında unvan.
Ferenk/Fernek: Rumca farángi “boğaz, koyak” sözcüğünden Türkçeleşmiştir.  Batı Anadolu’da 8 yerde görülen Pöhrenk/Pörnek sözcüğü aynı sözcük ya da onun Farsça/Ermenice bir eşdeğeri olmalıdır.
Fındık/Funduk: Çoğu yer adında Arapça “yol konağı, han”. Bitki adı olan fındık enderdir.
Gencelli: Bir cemaat, belki Genç Ali.
Geren: Killi veya verimsiz toprak.
Geriş: Dağ sırtı.
Gir/Gır: Kürtçe “tepe”. Girik “tepecik”.
Göden: Su kaynağı. Ancak Antalya Gödene kasabası antik Kotenná biçiminden bozmadır.
Gökçe/Göğce/Göce: “Yeşil” veya “güzel” anlamına gelebilir. Modern dilde tercih edilen yeşil sıfatı, eski yer adlarında çok ender görülür.
Göynük/Göynücek: Yanık yer, yangın yeri.
Gülabi: “Kudurmuş deli”, bir cemaat/aşiret adı.
Güme/Gümele: Kulübe, bağ evi. Sözcüğün nihai kaynağı Rumca kymbalaíos olabilir. Bizans çağında Şarkışla yöresinde bir ilçe adı olarak görülen bu isim muhtemelen “tumba, höyük” anlamındadır.
Gürleyik/Gürlevik/Gürlek: Şelale.
Halı/Hali: Boş, metruk. “Yer yaygısı” anlamında halı, yer adlarında görülmez.
Harmandalı/Harbendeli: “Katırcı”, muhtemelen aşiret/cemaat adı.
Havas/Havsa: Haslar, hanedana veya üst vezirlere tahsis edilmiş kamu arazisi.
Hobyar/Hubyar: “Can dost” anlamında, Alevi ocaklarından biri.
Horzum: “Horezm’li”, cemaat/aşiret adı. Horezm bugünkü Özbekistan’da bir ülke ve 12.-13. yüzyıllarda bir devlet adıdır.
Iğdır/İğdir: Oğuz boyu. Ancak Antalya Kumluca yöresinin adı olan İğdir, Rumca akrotír (“burun”) sözcüğünden uyarlanmış olmalıdır.
Işık/Işıklı/Işıklar: Eskiden “gezici derviş, tarikat mensubu”. Muhtemelen Arapça şeyx’ten evrilmiştir. Cumhuriyet döneminde Şeyh içeren bazı yer adları Işıklı/Işıklar olarak değiştirildi.
İnek: Genellikle “iniş, bayır” anlamında.
İregür/Üregil/Üregül/Yüregil/Yüregir: Oğuz boyu.
Kaçak: “Sığınma yeri, melce” anlamında. Ermenikaçağı “Ermenilerin sığınağı”.
Kantara: Taş köprü. Arapça.
Karadona: Bir cemaat adı. Mersin Bozyazı Tekeli yerleşiminde cemaat adı Kıbtiyan (“Çingene”) olarak geçer, bir bölüğü Müslim Kıbtî olarak nitelendirilir.
Kargın/Karkın: Oğuz boyu. Muhtemelen “karışık, melez” anlamında.
Karsak: Bir Türkmen cemaati. Ancak Bursa Orhangazi Karsak köyü 17. yüzyıldan beri Ermeni yerleşimi idi.
Kayı: Oğuz boyu. Sözcük anlamı “dönme” demektir.
Keçi/Kiçi: Çoğu yer adında kiçi biçiminden evrilmiştir. “Küçük” demektir. Tersi ulu’dur. Bkz. Keçiborlu - Uluborlu, Isparta.
Kent/kend: Türkçe yer adlarında daima “köy” anlamında kullanılır. İrani bir dilden alıntı olup Kürtçe gund (“köy”) sözcüğüyle eş kökenlidir.
Kese/Kise: Kilise sözcüğünden uyarlanmıştır (Akçakese, Akkise, Kızılkese, Belkese vb.). Ses değişimi çoğu örnekte 20. yüzyıldan daha eskidir.
Kestel: Rumca kastéllos “hisar” adından.
Keşlik: Keşişlik. “Manastır” anlamında.
Kınık: Oğuz boyu.
Kıpti/Kıbti: Geç Osmanlı bürokratik dilinde “Çingene”. Bazıları ‘Müslim Kıbti’ olarak nitelendirilir.
Kıran: Kenar, özellikle sarp kaya kenarı.
Kırka/Hırka: Ehl-i hırka, yani derviş.
Kızık/Kısık: Oğuz boyu.
Kom/Gom: Ermenice ve Kürtçe “hayvan damı, hayvancılık yapılan mezra”. Doğu illerinde yaygın.
Koz: Ceviz.
Köristan/Köyistan/Göristan: Farsça guristan “mezarlık, özellikle gayrimüslim mezarlığı”.
Kuz: Gölge, dağın gölge tarafı. Kayıtlarda sıklıkla Koz (“ceviz”) ile karıştırılır.
Küre: Arapça “maden ocağı”. Küreinuhas “bakır madeni”.
Mahmudiye/Mecidiye/Aziziye/Hamidiye/Reşadiye: Padişah adı taşıyan yerleşimler 1860-1918 aralığında tipiktir. Daha önceki dönemde görülmez.
Mamure/Mamuriye: Kasaba.
Manav: Marmara bölgesi Anadolu kesiminde (Hüdavendigar vilayeti) Müslümanlaşmış yerli tarımcı halka verilen ad.
Mancılık/Manca/Mancar/Mancı: Anlaşılamadı.
Maşat/Maşatlık: Gayrimüslim mezarlığı, nekropol.
Memlaha: Tuzla.
Meşe: Eski yer adlarında genellikle “koruluk, sık çalılık” anlamında. Malum ağacın adı olarak kullanımı yenidir.
Mezit/Mezgit: Mescit, cuma namazı kılınmayan ibadethane.
Mirza/Mirze/İmirze: Farsça ve Kürtçe “bey oğlu, prens”.
Muhacir/Macır/Macar: Hemen hepsi 1877-78 Rus Harbi ertesinde Balkan veya Kafkasya göçmenlerinin iskan edildiği yerleşimlerdir. Çoğu örnekte Rumeli muhacirleri kastedilir , ancak Batum ve Ahıska muhacirleri de sözkonusu olabilir. Kuzey Kafkasyalı yerleşimlerine ‘Muhacir’ adı verilmez.
Muslu: Musullu. Genellikle Musul vilayetinden gelen konar göçer toplulukları ifade eder. Mus bazen Musa (öz.) anlamına da gelebilir.
Mutaf: Kaba dikici, çuvalcı.
Müsellim: Vali vekili, yerel askeri birlik kumandanı. Özellikle Trakya’da.
Nacar: “Marangoz”, Arapçadan.
Oba: Göçebe bir topluluğun geçici veya kalıcı yerleşim alanı.
Okçular: Eski kayıtlarda çoğunlukla Akçiler. Olasılıkla başka bir addan uyarlanmıştır.
Ören/Viran/Veran: Harabe. Eski yazıda telaffuz tayini güçtür. Farsça olan viran biçimine karşılık, Cumhuriyet döneminde Türkçe olduğu varsayılan ören tercih edilmiştir. Kürtçe yer adlarında aynı anlamda Xirbe görülür.
Öz: Sulu düzlük.
Palanduz/Balandız: Palan diken, semerci.
Palanga: İstihkam, bir tür savunma amaçlı kale.
Payam: Farsça kökenli ‘badem’ sözcüğünün alternatif yazımıdır.
Pelit: Meşe ağacı, meşe palamudu.
Perakende: “Dağınık aşiret” anlamında idari terim.
Pir: Dede.
Polat: Çelik.
Pomak: Bulgarca konuşan bir Müslüman topluluğu. Çoğu 1912-13 Balkan Savaşında veya 1923-24 nüfus mübadelesinde Türkiye’ye göçmüştür.
Pöhrenk/Pörnek: Yer altı su yolu, kanal. Ermenice aynı anlamda poğrank’dan alıntı olmalıdır, fakat sadece Orta ve Batı Anadolu yer adlarında görülür.
Rabat: Arapça “han, kervansaray” fakat Ermenice “manastır” (belki “menzil” anlamında). Tümü Ermenice kökenli on iki kadar yer adında görülür.
Sal: Alüvyonlu düzlük, kumluk.
Salur: Oğuz boyu.
Samut/Şeyhsamut: Bir Bektaşi azizi.
Saray: Türkçe yer adlarında sözcüğün özgün Farsça anlamı olan “in, büyük oyuk” görülür. Sarayönü “mağara önü”. Almanca Halle aynı anlam evrimini gösterir.
Sarpun/Sarpın: Ambar.
Seki/Sökü: Dağ eşiğindeki düzlük, basamak. Eski yazıda ‘sekü’ tercih edilir.
Selimiye/Orhaniye/Ertuğrul: Sultan II. Abdülhamid’in şehzadelerinin adları 19. yy son çeyreğinde çeşitli yerleşimlere verilmiştir.
Senir/Sinir: Dağ burnu. Eski dilde geniz n’siyle söylenir ve kef harfiyle yazılır. Bir iki örnekte yanlışlıkla siğir ve sığır biçimine dönüşmüştür.
Sepetçi: Çoğu yerde “Çingene” anlamında. ‘Kalaycı’ aynı anlama gelir. ‘Nalcı’ adı Samsun-Ordu bölgesinde “Alevi” anlamında kullanılır.
Sığla/Suğla: Sulu alan, bataklık. Osmanlı döneminde İzmir sancağının idari adıdır.
Sorgun/Sorkun: Yaban söğüdü. Belki “yutucu” anlamında aşiret/cemaat adı.
Suvat: Hayvan sulama yeri. “Sulamak” anlamına gelen suvamak/suvarmak fiilinden. Yarsuvat “dik suvat”.
Şadı/Şadılı/Şadiyan: Aşiret/cemaat adı.
Şahkulu/Şahveled: “Şii” veya “Alevi” anlamında.
Şam/Şami/Şamlıoğlu: 15.-18. yy’larda Şam vilayetinden gelen konar göçer toplulukları ifade eder. Bazı örneklerde Türkmen cemaat adıdır.
Şar: Farsça kökenli ‘şehir’ sözcüğünün alternatif biçimi. Akşar, Alaşar, Şarköyü vb.
Şen: Ermenice ve Gürcücede ortak olan kelime “yerleşim, köy” anlamına gelir. Umumiyetle bu dillerden aktarılmış olan yer adlarında görülür. Türkçede “yeni yerleşim, koloni” anlamında ‘Şenlik’ daha geç döneme aittir.
Tabaklar: Daima debbağlar (“deri sepiciler”) anlamında.
Tat/Tatlar/Tatlı: “Yabancı” ve özellikle “İranlı, Acem”.
Tecer/Tacir: Aşiret/cemaat adı.
Tekfur: Ermenice takavor (“kral”) sözcüğünden, “gayrimüslim derebeyi veya hükümdar”. Çoğu yer adında Tekir, bir yerde Tayfur biçimine evrilmiştir. Tekirdağ < Tekfurdağı.
Tekkeşin/Tekkeşen: Tekkenişin “tekke şeyhi”.
Til/Tell: Süryanice, Arapça ve Kürtçe “höyük”. Büyük olasılıkla arkaik bir Yakındoğu dilinden mirastır.
Tirkeş/Türkeş: Okçu. Bazı yerlerde bu isimli bir cemaat/aşiret adı. Orta Asya tarihinde anılan Türgeş kavmiyle ilgi kurulamaz.
Tol: Konya-Ankara köylerinde “ağıl, hayvan barınağı”.
Türk: Eski yer adlarında genellikle eski bir İslam yerleşimini aynı adı taşıyan komşu muhacir yerleşiminden ayırır (Türk Bakacak x Çerkes Bakacak). Bazen Kürt zıddı olarak da görülür (Türk Taciri x Kürt Taciri). 1913’ten sonra verilen adlarda ‘Rum’ sıfatı bazen ‘Türk’ olarak düzeltilmiştir (Rumbükü > Türkbükü).
Uşak: Yer adlarında daima “oğlu” anlamında, aile ve soy adı: Çavdaruşağı, Deliuşağı, Fatmauşağı vb. Ancak Uşak il adı belki Helence bir addan evrilmiş olabilir. Kürtçe eşdeğeri, adın önüne gelen kur veya kurik sözcüğüdür: Kurinevroz, Kurikçeto.
Varsak: Aşiret/cemaat adı. Özgün biçimi Farsak “Güney İranlı” olabilir.
Yağıbasan/Yağısıyan/Yağıkesen: “Düşman basan/öldüren” anlamında kişi adı veya unvanı.
Yavı/Yavu: “Yabani, yabancı” anlamında cemaat adı.
Yazı: Düzlük, ova. Yassı sözcüğünün eşdeğeridir.
Yazır: Oğuz boyu.
Yemişen/Yemişli: Çoğu zaman Yemişân, bir cemaat adı. “Yemişler” anlamına gelen soy adının “rant yemek” fiiliyle alakası düşünülebilir.
Yortan: “Akıncı, göçebe”, muhtemelen “saldırgan Yörük topluluğu”. Farsça Tazî ile eş anlamlıdır.
Yozgad: Bir aşiret veya konar göçer topluluk adı. Kökeni meçhuldür. İl adı topluluk adından gelir.
Yörük/Yürük: Konar göçer. Genellikle kadim Osmanlı topraklarında, yani Kızılırmak-Adana hattının batısında bulunan konar göçer topluluklarını ifade eder. 16. yy’dan itibaren bu hattın doğusundan batıya göçenler ‘Türkmen’ olarak adlandırılır.
Yunak: Yıkama veya yıkanma yeri.
Yunt: At. Alayunt/Alayundlu bir Oğuz boyudur. Cunda adasının adı, ‘Yund Adaları’ adının Rumca telaffuzundan türemiş görünüyor.
Zaim: Zeamet sahibi. Zeamet bir tür tımarlıktır.
Zeyve/Zîve: Zaviye (“derviş konağı”) sözcüğüdür.
Zimmi/Zimmiyan: “Gâvur” anlamında idari terim.

Zir: Farsça “aşağı”. Bazı yer adlarında yanlış telaffuzla Zil şeklini almıştır. Zilkale < Zirkale “aşağı kale”.

Friday, September 14, 2018

Liboşlar çeşit çeşit - 2

Geçen gün basit bir şey söyledim, arkadaşlar hayretlere gark oldu, vay ne demek, sen nasıl sosyalizm tüketimdir dersin, vs..
“Sosyalizm demek daha az yatırım, daha çok tüketim demek. Eldeki parayı sermayeye yatırmak yerine işçine ücret olarak dağıtmak demek, ki işçin gitsin eğitime, sağlığa, çamaşır makinesine, gazoza harcasın.”
Basit, temel bir gerçek. Elinde, misal, bir milyon liran var. İki şeyden birini yapabilirsin. Ya tüketime harcarsın: çocuğunu daha iyi okula gönderirsin, burnuna botoks yaptırırsın, Paris’te konsere gidersin, daha güzel bir hayat yaşarsın. Ya da bir kısmını saklayıp yatırım yaparsın, tohumluk stok alırsın, atölye kurarsın, şimdi dişini sıkıp yarına gelir kaynağı yaratırsın. Bu ikincisini yapana kapitalist adını veriyoruz, isterse şahıs olsun, isterse devlet yahut kamu kurumu. Umumiyetle bencil, cimri adamlardır. Ama onlar olmasa aç kalırdık.
Bütün paranı tüketsen ya da tüketmesi için işçine pay etsen ne olur? Bir süre güzel yaşarsın, sonra nefesin kesilir ölürsün. Aksine bütün paranı yatırıma ayırsan ne olur? Gene aç kalır ölürsün, ya da aç kalan işçin ayaklanır, seni yer. Demek ki mesele bir denge meselesidir. Çok tasarruf edip kemer mi sıkacağız, az tasarruf edip işçiyi mi memnun edeceğiz? O ikinciye işte “sosyalizm” adı veriliyor.
Hayatta gerçek bir iş yapmamış olan şair ruhlu arkadaşlar “hani nerede bütçe” sorusunu sormayı bilmezler. O yüzden zannederler ki sosyalizm gelince çölde güller bitecek, işçiler elele kardaşlık türküleri söyleyerek üret babam üretecekler; sabahları vida sıkıp akşam Bach konserine gidecekler. Benim bildiğim, yatırım olmadan bir kıl üretemezsin. Yatırım için sermaye gerekir, yani kapital. Gökten bedava para yağmıyorsa nereden gelecek o para?
Sosyalistlerin bu soruya iki tip cevabı var. Bir, Venezuela modeli. Babadan kalma sermayeyi halka dağıtırsın, bedava konut, bedava petrol, bedava sağlık, bedava gıda ikram edersin. Bedavayı kim sevmez, ilk seçimi açık ara kazanırsın. Sonra memleket batar, herkes aç kalır. İktidarını sürdürebilmek için mecburen meydanlara mitralyöz kurup kalabalığa ateş açman gerekir. Üçüncü dünya ülkelerinin hepsinin yönetim stratejisi aşağı yukarı budur, adlarında “sosyalist” olsun olmasın.
İki, Stalin modeli. Sermaye mi lazım? Çökersin işçinin, köylünün boğazına, öldüresiye sömürürsün, tasarruf ettiğin parayla yirmi senede dünyanın iki numaralı sanayi gücü haline gelir Almanya’ya kafa tutarsın. Batılı tüy sıklet kapitalistin rüyalarında görse inanmayacağı bir kapitalist başarı öyküsüdür. Tek problemi vardır: sürdürülebilir değildir. İnsanlar çıplak sömürüye bir yere kadar tahammül eder. Sonra çalışmayı bırakırlar. Daha zorlasan kazan patlar.
*
Eski çağdan bir öyküyle örnekleyelim.
MS 5. yüzyıl sonlarında Roma İmparatorluğunun gelir kaynakları kurumaya başladı. Asker maaşları zamanında ödenemediği için isyan üzerine isyan çıktı, askeri darbeler oldu. 491’de tahta geçen Anastasius yaşlı ve huysuz bir maliyeciydi. Kemerleri sıktı. Kamu harcamalarını kıstı. Devlet hazinesini artıya geçirdi. Asker maaşlarını zamanında ödemesiyle ünlendi. Halefi Justinus aynı politikaları sürdürdü.
527’de başa geçen Jüstinyen ilk başta benzer bir yola gideceği izlenimini verdi. Dört yıl sonra kazan patladı. İstanbul’da eşi benzeri görülmemiş bir halk ayaklanması çıktı. İmparator canını zor kurtardı. Hipodrom’da kırk bin kişiyi kılıçtan geçirip isyanı ancak bastırabildiler. (Kırk bin kişinin kemikleri hala orada, Sultanahmet Meydanı’nın altındadır derler.)
İsyanı izleyen aylarda Jüstinyen kamu fonlarıyla devasa boyutlarda bir bayındırlık seferberliğine girdi. İsyanın bastırılmasından beş hafta sonra temeli atılan Ayasofya o kampanyanın ürünüdür. İmparatorluğun her kentinde aynı günlerde benzer anıtsal yapılar inşa edildi: Efes’teki Sen Jan basilikası ile Antakya’da şimdi Habib Neccar Camii olan Vaftizci Yahya kilisesi onlardandır. Doğu Anadolu’da Rize ve Sivas’tan Diyarbakır ve Halep’e uzanan hattaki düzinelerce görkemli kale aynı yılların eseridir. 540’larda yazan Prokopius ayrıca bir sürü köprü, kaplıca, liman ve saire sayar. Özetle: para saçıldı, istihdam yaratıldı, tüketim canlandırıldı. Sosyalist bir projeydi.
Yirmi senede imparatorluk battı. 540’lardan sonra asker maaşlarının ödenemediği, en geç 570’lerde, altı yüz seneden beri imparatorluğun göz bebeği olan maaşlı profesyonel ordunun dağılıp gittiği anlaşılıyor. Yerine, orduyu bedavaya mal etme yöntemi olan pronoia (Osmanlıcası ikta) sistemini getirdiler; lazım olduğunda belli sayıda asker temin etme karşılığında ilçe ve bucakların tahsilat işlerini yerel beylere ihale ettiler. Nakit dolaşım hacmi iki üç kuşak içinde ellide bire düştü. Kaliteli ürün imalatı bıçakla kesilmiş gibi kesildi. Okuryazar zümre sıfırlandı. Paralı ordunun geliriyle yaşayan büyük taşra kentlerinin hepsi iflas etti. Anadolu ve Balkanlardaki büyük kentlerin çoğu terk edildi. Kent yaşamını yitiren Balkanları ilkel Slav kabileleri istila etti, doğuda Arapların biti kanlandı, Müslümanlık zuhur etti, vs.
Sonuç? Sizi bilmem, benim çıkardığım sonuç şu. Sosyalizm demek ki bazen lazımmış. Ama ölçüyü kaçırsan öyle bir yıkım getirirmiş ki, aradan bin beş yüz yıl da geçse iflah olmazmışın.  


Wednesday, September 12, 2018

Liboşlar çeşit çeşit


Siyasi ve ahlaki bir ideal olarak Liberalizmi tartışmayacağız. Bireyin akıl ve vicdanının özgürlüğünden daha önemli bir dava ben tanımıyorum; o davayı bilmeyen ve benimsemeyenle hangi zeminde ne tartışılabilir, onu da bilmiyorum.
Kolektif kimlik, aidiyet, sadakat, dayanışma, vatan, ecdat ve saire de lazım, inkar etmem. Ama bunları kanının son damlasına kadar savunacak milyonlar her zaman bulunur. Fikir ve eylemiyle insanlığa örnek olmayı önemseyenlerin yeri orası değildir, Sokrates’le beraber baldıran zehiri içenlerin yanıdır.
*
Neoliberalizm veya kısaca Liberalizm adı verilen ekonomik teoriler manzumesi 1970’lerde Şikago Üniversitesinde Milton Friedman çevresinde şekillendi, 1980’lerde Reagan ve Thatcher önderliğinde dünyaya egemen oldu. Gerekli ve neredeyse kaçınılmaz bir şeydi. Dünya Harbinden sonraki 30 yılda Batı ülkelerinin izlediği sınırsız sosyal dayanışma politikaları devleti aşırı derecede büyütmüş, girişimciliği kösteklemiş, Batı dünyasını topyekün iflasın eşiğine getirmişti. 74’te başlayan petrol krizi o yolun çıkmaz yol olduğunu gösterdi. Çözüm arandı, burada bulundu. Devleti küçült. Sermaye üzerindeki vergi yükünü hafiflet ki yatırıma yönelsin. İçte aşırı yükselmiş ücretleri indiremiyorsan, yatırımı daha ucuza işçi çalıştırabileceğin üçüncü dünya ülkelerine aktar.
Dara girmiş tüccar siyasetiydi. Gerçekçi bir alternatifi var mıydı bilmiyorum. Sakın sosyalizm demeyin bana: zaten problem sosyalizmdi, çözüm değil. Sosyalizm demek – şairlere kulak asmayın siz – daha az yatırım, daha çok tüketim demek. Eldeki parayı sermayeye yatırmak yerine işçine ücret olarak dağıtmak demek, ki işçin gitsin eğitime, sağlığa, çamaşır makinesine, gazoza harcasın. Peki paran bittiyse ne yapacaksın?
Diğer sorun aç dünyanın uyanmasıydı. Düne kadar taş devrinde yaşamış ülkeler “kalkınma” hırsına kapılmıştı; Batı’ya yığılmış kaynakların bir kısmı oraya aktarılmazsa, Soğuk Savaş şartlarında nerelere sapacakları belli olmazdı. Aktarıldı. Bir kısmı astronomik olarak artan petrol fiyatları yoluyla petrolcü ülkelere aktı. Bir kısmı sermaye yatırımı yoluyla Doğu Asya’ya, sonra Türkiye dahil öbür orta karar ülkelere transfer edildi. O işin olması için uluslararası ticaretin ve sermaye hareketlerinin liberalleşmesi, yani serbest bırakılması gerekliydi. Bırakıldı. Dünya tarihinde görülmemiş “kalkınma” son kırk yılda bu sayede yaşandı. Dubai’sinden Kuala Lumpur ve Şanghay’ına kadar, yüzlerce yeni metropol, binlerce hava alanı, on binlerce gökdelenle dünyamız şenlendi.
Sermaye aç ülkelere akıtılmasa ne olurdu? İki şey. Ya aynı sermaye, dünyanın dört bucağında tutuşacak ihtilal ateşlerini söndürmek için beslemeye mecbur olacakları ordulara akardı, eninde sonunda ateşin sorumlusu işte bunlardır denip Sovyetler ve Çin’le papaz olunurdu. Ya da sermaye o yerlere gitmese o yerler Batı’ya giderdi, hiçbir sınır güvenlik tedbiri de o insan selini durdurmaya yetmezdi. Nitekim şimdi sermaye akımı zayıflayınca aynen öyle oluyor.   
Sonuç: Batı battı. Bir tek Almanya, Doğu Avrupa’yı sömürgeleştirerek kendine nefes payı açabildi. Fransa, İngiltere tükendi. ABD, nüfusunun küçük bir dilimi Karun kadar zengin, geri kalanı ecel paniğine kapılmış bir sanayi çölüne döndü.
Friedman’cıların öngörüsünün aksine, vergileri kısınca sermaye sahipleri yatırıma yönelmedi, ranta ve tüketime yöneldi. Yatırım yapıldıysa, bürokratik ve ideolojik engeller batağına batmış Batı’da değil, çok daha büyük kar fırsatları sunan aç ülkelerde yapıldı.
Devleti küçültmek için alınan tedbirler işe yaramadı. Aksine tüm dünyada kamu bürokrasileri tarihte eşi görülmemiş ölçüde devleşti, kontrolsüz bir kanser gibi toplumsal bünyeyi yutma noktasına vardı. Adım adım fark edildi ki, ekonomik özgürlük ve “kalkınma” uğruna geleneksel toplum dokularını tahrip edersen devlete olan gereksinim azalmaz, artar. Kontrolden çıkan anomi (kuraltanımazlık) eğilimlerini bastırmak için devasa polis ve cezaevi teşkilatları beslemen gerekir; sağlık ve emeklilik bürokrasileri hiçbir toplumun makul yollarla altından kalkamayacağı ölçüde büyür; yalnız ve çaresiz kalan insanlar kendilerini dinî cinnet hareketlerine kaptırdıkça, her yıl başka bir meczuplar cemaatini terörist ilan edip kılıçtan geçirmeye mecbur kalırsın.
Aç ülkeler olağanüstü bir hızla “kalkındı”. Kalkındıkça daha fazla elektrik, daha fazla petrol, daha fazla yol, otopark, uçak, metro, tatil, süpermarket, ayfon, gazoz isterisine kapıldı. Dünya yaşanmaz bir yer haline geldi. İç dengeleri iyi kurulmamış toplumlarda dehşet verici adaletsizlikler ortaya çıktı. Dün köyünde aç ve onurlu olan insanlar, dün tamah ettikleri ücretlerle şimdi elektrik faturasını ödeyemedikleri için köleden beter rezilliğe düştüler.
Bugün Batı dünyasında Neoliberal söylem iflasın eşiğinde görünüyor. Uygulamada neoliberal politikalara ciddi bir alternatif hala yok. Ama dün meydanlara çıkıp bunu göğsünü gere gere söyleyenler, şimdi saklanacak delik arayışındalar. Macron’un mumu da yansa yansa iki sene daha yanar.
Bizim gibi ülkelerin Neoliberalizmle derdi nedir, anlamak daha güç. Büyük ölçüde global (yani Batıdan esen) rüzgarın etkisidir diye düşünüyorum; moda yani. Ya da belki, bir ölçüde, “kalkınma” denilen hadisenin az önce değindiğim ahlaki ve toplumsal sonuçlarına duyulan haklı bir tepki vardır, mümkün. Yoksa Türkiye finans ve ticaret serbestliğinden Batı ülkeleri gibi zarar görmedi. Aksine, o sayede yirmi otuz yılda deliler gibi zenginleşti, “kalkındı”, bilmem kaç yüz milyar dolar bedava para gördü. Şimdi o serbestlik kalkınca başına neler gelecek ucundan gördük, devamı nasıl gelir göreceğiz.  
*
Bugünlük bu yetsin. Devam edersem eğer, Neoliberalcilerin çıkardığı gaddar savaşlara, Brezilya’daki yakışıklıyla komünist kızdan neden hoşlandığıma, Venezuela’nın neden battığına, sosyalizmin neden çözüm olmadığına değinirim.
Ya da başka konuya dalar unuturum.