Friday, August 31, 2018

Malazgirt, öncesi ve sonrası


Ermenice Manazgerd Մանազկերտ adı verilen kentin Manavaz adlı kişi tarafından kurulduğunu ve asıl adının Manavazgerd (“Manavaz kenti”) olduğunu, 5. (veya en geç 9.) yy’da yazan tarihçi Khorenli Movses bildirir. Yazara göre Manavaz, Ermeni devletinin kurucusu olan Hayk’ın üç oğlundan biridir. Muhtemelen modern tarihçilerin Menua veya Menuas olarak adlandırdığı Urartu kralı ile aynı kişidir. MÖ 810-785 yıllarında Van’da hüküm sürmüş, bir dizi fetihle Urartu devletini bölgesel bir güç haline getirmiştir. 1964’ten sonra Malazgirt yakınındaki Düzceli köyünde bulunan Urartu çiviyazısı ile yazılmış dört yazıt Menua’nın burada inşa ettirdiği su kanallarını anar, böylece Khorenli’nin geleneksel anlatısına çarpıcı bir arkeolojik delil ekler.
Aynı tarihçiye göre Manavazyan soyu kentte MS 4. yy’a dek hüküm sürmüştür. O sülalenin 333 yılında Ermeni kralı 2. Xosrov Kotak tarafından kanlı bir şekilde tasfiyesinden sonra Manazgerd beyliği Albianus adlı bir Romalı (ya da Romalı unvanı benimsemiş) zata tevdi edilir, Hristiyan dini bu kişi zamanında kurumlaşır.
İslam fethinden bir süre sonra şehir, asıl merkezi Ahlat’ta olan Armen-şahlar emirliğinin şubesi ve bazen rakibi olarak karşımıza çıkar.  860’lardan 964 yılına dek kentte Beni Süleym kabilesinden Beni Kays hanedanı hüküm sürer. Bizans imparatoru 7. Konstantin Porphyrogenetos’un çağdaş olayları anlatan siyasetnamesinden[1] çıkarabildiğimiz kadarıyla emir isimleri Ebülverd, Abdülhamid, Ebülesved, Abdürrahim, Ebulmuizz ve Ahmed’dir. Halkın o tarihte hangi dinde olduğuna dair bilgimiz yoktur. Egemen aile her ne kadar Arap şeceresi iddia etse de, o günün yaygın kültürel pratikleri bağlamında, bunun ne derece sahih olduğunu da bilemeyiz. 12. yy’a dek yerel Ermeni beylerinden birçoğunun Arapça isimler benimsediği, hatta bazılarının iki-üç kuşak içinde Arapça, Rumca, Ermenice ve Gürcüce isim taşıdığı bilinir.
964 yılında Bizans’ın o dönemde bölgedeki en güçlü müttefiki olan Tayk (yani Artvin-Yusufeli) beyi 2. David Kuropalates, Erzurum’un ardından, Rumların Manzikert adını verdiği Manazgerd’i de İslamlardan fetheder; bir müddet Bizans adına burada hüküm sürer. David aslen Ermeni olan Bagratuni hanedanındandır, fakat Ermeni kilisesini reddederek Rum Ortodoks mezhebine geçmiş ve Gürcü kimliğini benimsemiştir. Sonraki Gürcü kralları bu zatın yeğeninin soyundan gelir. 1000 yılında Bizanslılar aşırı güçlenen David’i bir suikastçi gönderip öldürürler. Vakanüvis Tovma Artsruni’nin ifadesine göre Bizans bu tarihte kentin yönetimini Van-Gevaş’ta hüküm süren Ermeni Artsruni hanedanına bahşeder; ancak bu hanedanın sözcüsü olan Tovma’nın verdiği bilgiye ne kadar güvenilebileceğimiz açık değildir. He halükârda 1064 ve 1071 yıllarında kentte bir Bizans garnizonunun bulunduğu anlaşılıyor.
Abbasi imparatorluğunun çözülmeye başladığı 10. yy başlarından itibaren bölgede hüküm süren aşırı derecede karmaşık siyasi dinamiklerin 1071’deki Türk fethini ne şekilde etkilediği meselesi, Batılı kaynaklarda bir ölçüde tartışılsa da, Türkiye’de henüz çok az üzerinde durulmuş konulardandır.
*
1071 zaferinden sonra Selçukluların Anadolu’de hemen bir yönetim kurmadıkları, hatta bu yönde bir teşebbüste bulunmadıkları bilinir. Buna karşılık Bizans egemenliği bir daha toparlanamayacak şekilde çökmüştür. Ortaya çıkan boşluktan ilk yararlananların yerel Ermeni beyleri olduğunu bilir miydiniz?
Aralarında en önemlisi Ermeni asilzadelerinin Varajnuni soyundan olduğu halde Rumca Philaretos (“erdemsever”) adını kullanan zattır. 1069’da Ahlat’ı Araplardan fetheden Bizans ordusunun kumandanıdır. 1071’de Malazgirt savaşına katılır, imparator Romanos öldürülünce bugünkü Palu olan Romanopolis’te imparatorluk ilan eder. Önce Antakya üzerine yürüyüp oraya boyun eğdirir. Sonra, şimdi Elazığ-Malatya sınırında Karakaya baraj gölüne batmış olan Muşar kalesine yerleşip, Malatya’dan Antakya ve Maraş’a uzanan sahada on beş yıl hüküm sürer. Sasun/Sason hakimi olup Muş Ovasını ele geçiren Muşeğ oğlu Tornik’i, Muş yöresinin İslam emirlerinden Emir Bekr ile işbirliği yapıp öldürtür. Ermeni beylerinden Vasak Pahlavuni’yi Antakya’ya yönetici tayin eder; fakat İstanbul suikastçi gönderip Vasak’ı öldürtünce 1076’da Apşun (Afşin) adlı yerde Bizans imparatorunun ordusunu hezimete uğratır. 1086’da Selçuklu sultanı Melikşah’a boyun eğerek Müslümanlığı kabul eder.
Bu esnada Andrion’da (Maraş-Andırın), Keysun’da (Besni-Çakırhöyük), Gerger’de çeşitli Ermeni beyleri hüküm sürmektedir. Daha evvel Bizans’ın Urfa valisi olan Ebulkaab oğlu Vasil 1077’de o kenti bu kez kendi namına fethedip beylik kurar. Vasil tanınmış bir Ermeni soyundandır, fakat baba adı Arapça (Ebülkaab = “Şişmanoğlu”), kendi adı Rumcadır. 1083’te Harran’ın Arap emirinin desteğiyle Selçuklu komutanı Husrev’i yenilgiye uğratır. Van’daki Artsruni hanedanının Ermeni beylerinden Xaçik Xuln oğlu Hasan oğlu Ebulğarib 1079 veya 80’de Tarsus’ta hükümdarlık kurar.
Bu bilgiler 1163 tarihli Urfalı Matteos Vekayinamesinin 2.60 ila 2.85 bölümlerinden. Scribd abonmanınız varsa İngilizcesi orada bulursunuz.
İran’daki Selçuklu sultanına az ya da çok itaat eden Türk komutanlarının Anadolu ve Suriye’de sistemli olarak egemenlik kurmaya başlamaları 1084 ila 1087 yılları gibi görünüyor. O arada yerel egemenliğe sahip olan Ermeni (ve Rum ve Arap) emirlerine ne oldu? Bir bölümü yenilmiş ve ölmüştür sanırım. Daha çoğu günün koşullarına ayak uydurmuş olmalı.




[1] Batı kaynaklarında De administrando imperii adıyla bilinen eserin orijinal adı Πρὸς τὸν ἴδιον υἱὸν Ρωμανόν (“Öz Evladı Romanos’a”) olarak geçer. Devlet yönetimine dair el kitabıdır.  

Wednesday, August 15, 2018

Türkiye neden battı?


Brezilya taşrasında haldır haldır araba sürerken bir kasaba: Comendador Levy Gasparian. Durmadık, devam ettik, ama sonradan aklıma takıldı. Kimmiş acaba?
Gasparian kardeşler 1897’de Sao Paulo’da bir manifatura mağazası açmışlar. Şüphe yok, 1895’te Abdülhamit kıyımından kaçan on binlerden ikisi olmalı. Nereli olduklarını bulamadım; ama o dönemde gidenlerin çoğu gibi Adanalı, Kayserili, Sivaslı olsa şaşırmayız. Oğul Levy, aslı Levon olsa gerek, 1895’te doğmuş. Armen’le evlenmiş. Comendador (“kumandan”) unvanını nasıl edinmiş bilgi yok: ikinci kuşak Ermeni’nin askerlik kariyeri yapması pek duyulmuş şey değil.
Comendador Levy Gasparian
1950’lerin başında (demek ki elli yaşını aşmış iken), Rio de Janeiro eyaletinin Três Rios bölgesinde, evvelce birtakım bıçkı tesisleri bulunduğu için Serranias (“Bıçkılar”) adıyla anılan yere dokuma fabrikası kurmuş. Bununla yetinmemiş, belediyenin resmi sitesine göre “büyük bir vizyonla” yörede gayrımenkuller toplayıp çalışanları için evler, apartmanlar, okullar, sinema ve kültür merkezi inşa ettirmiş. 1400 kişi çalıştırmış. “Alçak gönüllü, insancıl, neşeli” bir adammış. Kapısı her zaman herkese açıkmış. Papyon kravat takarmış. Çalışanları için her vesileyle, “hatta vesile bile olmadan” churrasco (barbekü) partileri verirmiş. Bir keresinde Rio de Janeiro’nun meşhur samba okullarından Mangueira’yı partiye getirmiş; sanırım bu olay kasaba tarihinde bir efsane olarak anlatılıyor. Kurduğu Cotonificio Gasparian futbol takımı beş defa Três Rios bölge şampiyonu olmuş. Gençleri kamu hizmetine girmeye teşvik etmiş. Yetiştirdiklerinden biri şimdi filan yerin valisi, diğeri falan yerin belediye başkanı olmuş.
1972’de Rio’da vefat ettiğinde cenazesine kalabalıklar katılmış. Kurduğu yerleşim 1991’de belediye statüsüne kavuşunca oy birliğiyle Kumandanın adını vermişler.
*
İra ile taktık kafamıza, sülalesini izlemeye giriştik. Bir başka Levy Gasparian Face’te bulundu, torunu olmalı. Sao Paulo’da doğmuş, Lizbon’a taşınmış, DJ, işyerleri için müzik düzeni kuran firması var, “Brezilya müziğini ve yaşam tarzını” pazarlıyor. Çok modern, ekonomik sıkıntı tanımadığı belli, biraz playboy. Eşi İtalyan kökenli, galiba annesi de öyle. Sayfasında Ermenilikle ilgili bir iz yok, ama Gasparian soyadlı yirmi akrabası listede. Kardeşler, yeğenler, kuzenler, Kumandan Paşanın sülalesi.
Onları inceledik. Arkadaş listeleriyle beraber belki üç dört bin kişi, modern Brezilya elit kültürünün adeta aile fotoğrafı. Hepsi son derce şık ve güler yüzlü. Yayıncı, sanatçı, akademisyen, uluslararası ifade özgürlüğü konferansı yöneticisi, doğa aktivisti, modern mimari meraklısı, rallici, yönetici, ABD’de okul, Hollanda’da konser, vb. Olağanüstü kozmopolit; eşler Alman, Japon, İspanyol, Lübnan asıllı. Ama ilaç için listelerde tek zenci yok (oysa Brezilya nüfusunun neredeyse yarısı kara veya kara melezi). Tek bir tane kavgalı, polemikli, hakaretli paylaşım yok. Çoğu siyasete değinmemiş, ama değinenlerin hepsi Partido Novo yandaşı: ilerici, çağdaş, hafif sol tınılı liberal parti.
Toplam otuz Gasparian arasında Ermenice bildiğini belirten yok. “Ermeni” konularına ucundan dahi değinen yok. Kusursuz bir asimilasyon örneği sanırım. Buna karşılık Brezilya’nın ve dünyanın dört yanına dağılsalar da klan dayanışması tükenmemiş görünüyor; sık sık layklaşıp haberleşiyorlar.

Düşünüyoruz: Türkiye kültüründeki o çirkef damarın kışkırttığı tepki olmasa benim bugün Ermenilikle ne bağım kalmış olurdu? Kimin kalmış olurdu?
*

Arayınca bulunuyor. Harputluymuşlar, yani Elazığ. İki kardeş bir müddet Brezilya'ya çalışmaya gitmişler. 1894'te Harput'a dönmüşler. 1895'te Harput katliamlarından canlarını kurtarıp ailece Sao Paulo'ya taşınmışlar. https://tamarnajarian.wordpress.com/.../armenians-in-brazil/
Kumandanın kardeşi olan Gaspar Gasparian (1899-1966) dünyaca ünlü fotoğrafçı. Foto-kübizm akımının kurucusuymuş. Fotoğraf alanında 20. yy'ın sayılı öncülerinden diyorlar. http://gaspargasparian.com/fotos.html
Yeğen veya kuzen çocuğu olan Fernando Gasparian (1930-2006) demokrasi mücahidi, 20. yy ikinci yarısında Brezilya'nın en tanınmış yayıncısı, siyasetçi, parti kurucusu, kingmaker. 1960-70'lerde Brezilya, bir, dependency teoricileriyle, iki, liberation theology'cileriyle meşhurdu. İkisinin de baş yayıncısı Gasparian'mış. https://www.independent.co.uk/news/obituaries/fernando-gasparian-421600.html

Friday, August 10, 2018

Leelavati Prize Talk

Notes for the prize speech delivered August 8, 2018, at ICM (International Congress of Mathematics), on the awarding of the Leelavati Prize to Ali Nesin. 

The Mathematics Village was an act of improvisation.
Ali and I talked and dreamt about it for years, but the actual decision to go ahead was taken almost by accident.
We had no plan, no budget, and no permission. A rough idea was sketched on a few restaurant napkins. But even that was never applied in practice, because the ground turned out to be somewhat different than what we thought, and our ideas evolved in any case.
An amazing amount of discussion and debate went into every decision. Every morning a bunch of fresh decisions were made, then debated with fierce sophistication. Practical and aesthetic considerations were thrown around like deadly missiles.
No architectural plan ever incorporates so much thought, so much creativity, none ever takes so many factors into consideration.
There was no budget. We never knew how much we had to spend, so we never knew how many more buildings we could afford to build. We periodically made appeals to the public. We received thousands of small donations, then increasingly larger ones. In the month that we decided we needed a large library with auditorium, one of the top popular singers of Turkey [Sezen Aksu] visited the village, fell in love with it, and threw in a benefit concert whose proceeds covered the library and some more.
The improvisation shows. So does the intellectual effort and the aesthetic sensibility, the generosity of spirit, the mental seriousness that went into the village. People of all ages and backgrounds instantly fall in love with the MV. They feel immense joy the moment they arrive, an exhilaration, a feeling of coming home. It is a magical home. It is somewhere they could live and call it theirs. It is not intimidating. It is not “institutional”. It is not straining to demostrate power and wealth, as so many “modern” academic institutions do, and as for example this magnificent convention center we are in now obviously does. Yet it is nor saccharine; it is not a theme park or a Disneyland or a film set. There is an immense amount of free and educated and playful thought that has gone into it, and it is immediately sensed in every detail.
And that is an important lesson that we derived from our experience with MV. For education to succeed, it is not enough to teach well. You must have the student identify with her environment. Fall in love with it. Feel exhilarated by it. That opens the mind and changes mental attitudes like nothing else.  
*
It was an act of freedom, and by the same token it was an act of civil disobedience.
What we tried to create did not fit into any legal or institutional framework. We tried to explain our project to the local authorities, then the regional authorities, then the national authorities. It was beyond what they could comprehend. I wasn’t done before. It didn’t fit the definitions of the regulators. It required imagination, and, as you probably know, imagination to a bureaucrat is like wings to a whate. It doesn’t rise.
They watched us with amazement. Then they tried to block us. The construction was stopped, the site was sealed. We went on. They sent in troops. We persisted. Our workmen were arrested. We hired other workmen. They put up a police checkpoint on the road to our village to prevent the workmen from coming in. We responded by starting work at a different time each day. We set up hilltop sentries to warn us when the soldiers were coming. Eventually they slackened. We invited the local police chiefs and gendarmerie commander to our opening ceremony
The village still has no status. It has become probably the most successful educational enterprise in the whole country, a world-class phenomenon, admired by everyone at every end of the political and social spectrum. It may even be the only institution so universally admired now in a country riven by political strife. Recently the government has asked us to propose some sort of regulatory framework that would define and regularize the MV. They are effectively asking us to define this new type of institution so others could emulate it an set up similar things. One feels almost like the schools of Bologna or Paris in the Middle Ages, who stumbled into the idea of a University  almost by accident.
That of course puts us into a dilemma. What makes MV unique is the improvisation, the freedom, the civil disobedience. How can you institutionalize freedom? How can you set a legal framework for civil disobedience? How can you formalize improvisation?

Saturday, August 4, 2018

Dile ve dillere dair bir söyleşi


Sevan Nişanyan İle Söyleşi: Kelimeler, Mekanlar ve Ötesi


Bu söyleşide Sevan Nişanyan ve bir çift de ikiz var. Soruları biri psikolog birisi de siyaset bilimci olan ikizler sordu. Sevan Nişanyan ise her soruda kelimelere daha çok dokundu, değdi ve onları değerli kıldı. Kendisinin hem sözlük hem de Anadolu yer adları üzerine büyük bir külliyatı mevcut. Sevan Nişanyan onu takip edenlere ve söylediklerini hazmedebilenlere ışık saçıyor. Şimdi ise sorular eşliğinde bizlere yansıtacak aydınlığını.
Batuhan Saç : Birbiriyle akraba olan bir grup insan gördüğünüzde, örneğin bir düğünde, aile üyelerini aralarındaki fiziksel benzerliklerden tanıyabiliriz. Yani kısaca, ailenizin parçasını taşırsınız. Dilin nasıl işlediği konusundaki bu Wittgenstein metaforu hala geçerli mi? Yani sözcüklerin bir ailesi var mıdır?
Sevan Nişanyan: Sözcükler insanlar gibi, her biri tekil ve karmaşık bir tarihin ürünü. Geçmişinin izlerini içinde taşır. Beklenmedik çağrışımları vardır. Huyu, rengi, karakteri yüzyıllar içinde şekillenmiştir. Bunların farkında olmadan da dili pekala kullanabilirsin, sıkıntı yok. Ama sokakta yeni tanıdığın adamla konuşmak gibi olur, yüzeysel kalır. Huyunu, suyunu, geçmişini, dedikodusunu, arızalarını, hayallerini bildiğin biriyle kahve içmenin lezzeti olmaz.
B. Saç : Aziz Agustinus konuşmayı nasıl öğrendiğini anlatırken İtiraflar kitabında sözcükleri yalnızca pratik bir kullanıma indirger. Peki ya siz, "dilin işlevi nesneleri adlandırmaktır" gibi bir görüş karşısında nasıl bir tepki verirdiniz? Bu düşünce, dil kullanımının ilkel bir aşaması mıdır?
Leksikal birim, yani sözlük maddesi dersen işlevi elbette nesneleri – ve ilişkileri ve eylemleri ve deneyimleri ve duyguları – adlandırmaktır, ona ne şüphe. Ama sözcükler bundan ibaret değil ki? Bir kere kullanımda çekilip bükülürler. “Çekilip” ya da “kullanmadığımızda” ya da “ilerikinden” ya da “hımbıllaşmayalım” dediğin zaman hani nerede nesne? Dilde daha bundan öte dev bir kıta olan sentaks var, yani kelimeleri nasıl yan yana getirdiğimiz. Ondan öte stilistik var, yani bir insanın ifadesini diğer insanınkinden ayıran her şey. Pragmatik dedikleri koca saha var, yani dil davranışlarının bağlam ve eylem içinde anlam kazanması. Bunları hesaba kattığında, “nesneleri adlandırma” işlevinin çok küçük bir alan kapladığını görürsün.
B. Saç : Dil üzerine düşünürken her kelimenin bir anayurdu, doğal ortamı olduğunu düşünmek yol gösterici midir? Eğer kelimeler bir mekanla da ilişkiliyse, işgal edilebilir ya da "kendisinin olmayan" sahalara nüfuz edebilirler mi?
S. Nişanyan: Kelimelerin doğum yeri vardır tabii. Ya da doğum yeri demeyelim, eski yurdu diyelim, çünkü nihai doğum yerini tespit etmek çoğu zaman imkansız. Tabii ki kelimeler eskinin tüm unsurları gibi eski yurtlarının da izini taşırlar. Nikbin başka, optimist başka, iyimser başka. Bunu bir zenginlik olarak görmek lazım. Farklı rezonansları, farklı lezzetleri, farklı çağrışım alanları olan kelimelerin elimizin altında olması bir nimettir. Onlarsız yaşanır mı? Yaşanır elbette, ama biraz ot gibi yaşanır.
B. Saç : Sözlük çalışmanız ilk kez 2002'de Sözlerin Soyağacı adıyla okuruna sunulmuş. Ama 1995'ten bu yana çalışmalarınız sürüyor. Siz kendinizi bu alanda nerede görüyorsunuz? Bu sorunun yanına da şunu iliştirmiş olayım, Türkçe ve Türkiye'yle ilişkiniz arasında büyük bir uçurum var gibi gözüküyor, siz ne dersiniz?
S. Nişanyan: Koskoca Nişanyan Map var, namı diğer Index Anatolicus, Türkiye’nin beşeri anatomisi üzerinde bundan daha büyük tutkuyla yapılmış bir çalışma bilmiyorum son otuz ya da altmış yılda. Küçük Oteller Kitabı’nı, Şirince’yi, Matematik Köyü’nü saymıyorum bile. Sürgün olduğum ülkede hala Türkiye’de on binlerce kişilik bir kamuoyuna hitaben yazılar yazıyorum neredeyse her gün. Bunları yapan birinin “Türkiye” ile alakasının problemli olduğunu nasıl düşünürsün aklım almıyor. Absürt bir düşünce.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bir kepazelik olduğunu düşünüyorum. Baştan sona bir insanlık ayıbıdır. Türkiye’de pek çok kişinin beyni Devlete Tapma – Statolatri – diniyle deforme edilmiş olduğundan, devletlerine laf etmemi kendi ulusal kimliklerine hatta şahıslarına hakaret olarak algılıyorlar. Bir tür akıl hastalığıdır, sakınmanı tavsiye ederim.
B. Saç : 24 Ekim 2017'deki "Dillere dair bir not" yazınızda dilin aynı zamanda bir tür anlaşamama aracı olduğunu yazmışsınız. Yakın vakitte içeriği de kapağına yansıyan "Konuşmanın İmkansızlığı Üzerine Bir Diyalog" adlı bir kitap okudum. Durum bu kadar dramatik mi? Yoksa bu sadece konu üzerinde düşünürken bir hassasiyet ve bir tür edinilmesi gereken bir bilinç mi?
S. Nişanyan: Yok canım, öyle dramatik bir şey değildi dediğim. Babil Kulesi meselinden söz ettim. Allah insana dili anlaşsınlar diye değil, anlaşamasınlar diye verdi diyor kutsal kitap. Her dil bir cemaat oluşturur; dünyayı “biz” ve “ötekiler” olarak böler. Güzelliği de oradadır, lezzeti de oradadır; yani kötü bir şey gibi düşünme, insanoğlu “biz” olmaya bayılır. Sadece Türkçe, Lazca, İngilizce gibi kavim dillerinden de söz etmiyorum. Aksan gibi, jargon gibi, tonlama gibi, her toplumsal grubun benimsediği ayırt edici dil özellikleri de dilin bölücü ve ötekileştirici işlevine dahildir.
Dikkat edersen, her dil eyleminde bir tavır ve bir stil vardır. Ağzını her açtığında “bizi” tanımlamaya başlarsın. Uzaktan dinleyen üçüncü kişi, senin “kimlerden” olduğunu iki cümlede şıp diye anlar. Çünkü karşındakine bir şey anlatırken, bir yandan da olası non-muhatapları silmekle meşgulsün. O yüzden, mesela kimliğinden ya da toplumsal statüsünden emin olmadığın insanlarla konuşurken zorlanırsın. Kıvranırsın, ellerin terler.
Bu anlamda söyledim o şeyi. “İletişim yok” anlamında değil. İletişim zannettiğinden daha karmaşık bir olay, bir yandan sevişirken bir yandan dövüşüyorsun anlamında.
Emircan Saç : Dili kullanıyor olmak, onun tarihinin yükünü de hissetmek anlamına gelir mi? Bunu, gündelik yaşamda konuşulan ve anlamları üzerinde hiçbir hakimiyeti olmadığımız kelimeleri düşünerek de soruyorum.
S. Nişanyan: Hissetmezsin belki, ya da eğitiminle orantılı olarak çok belirsiz bir biçimde hissedersin. Ama tıpkı içinde yaşadığın coğrafya gibi, içinde dolandığın dilde de binlerce yıllık bir uygarlık tarihinin şekillendirdiği oluşumlar vardır. “Hele şükür” ya da “rahmetli hacı dayı” ve hatta “batsın bu dünya” dediğin zaman ne yaptığını tam anlamıyla analiz edebilmek için aslında bütün dünya tarihini baştan sona bilmek lazım.
“Bilmek lazım” fazla belki, bilmesen de olur, ama bilsen daha güzel anlarsın.
E. Saç : Birçok düşünür dil ve düşünce arasında bir bağ olduğunu savunur, bu bağlamda Hannah Arendt ise Eichmann davasını izlerken Eichmann'nın aslında dilini kullanamadığı ve klişelerden kurtulamadığını savunuyor. Siz bu çerçevede dil ve düşünce bağı hakkında ne düşünüyorsunuz?
S. Nişanyan: Tanımlı her grubun dili öbürüne “klişe”, “bayıcı”, “aptal” gelir. Eminim Eichmann da Arendt’in entel dilini feci derecede beyinsiz bulmuştur. Misal: “Iyy, şimdiki gençler iki yüz kelimeyle konuşuyor.” “Şekerim erkekler anlamaz, gel kız kıza muhabbet edelim.”
E. Saç: Elifin Öküzü kitabınızda, içinde Türkçe'yi 25 dil ile karşılaştırdığınızda, Türkçe'nin en çok paydaşa sahip olduğunu ifade ediyorsunuz, bu kadar çok paydaşı olan Türkçe bundan nasıl yararlanıyor veya yararlanabiliyor mu?
S. Nişanyan: Yirminci yüzyılda Türkçe bir inkâr ve reddi miras krizine girdi. Fakirleşme erdem sayıldı. Antika mobilyalar atılıp yerine formika masa alır gibi, bin yıllık köyler ve konaklar yıkılıp yerine apartman yapar gibi, dilde “modernleşme” ve tekdüzeleşme tercih edildi. Yirmi birinci yüzyıl bence daha umut verici bir şekilde başladı, daha zengin ve çok-katmanlı ifade biçimleri yazı hayatına egemen oldu. Devamı nasıl gelir göreceğiz.
E. Saç : Tanıl Bora Nasyonal Sosyalizmin Dili kitabından esinlenerek Zamanın Kelimeleri diye AKP iktidarındaki dillere pelesenk olan kelimeleri yorumlamıştır. Siz böyle iktidarların kendi jargonlarını yaratması hakkında ne düşünüyorsunuz?
S. Nişanyan: Her toplumsal oluşum kendi jargonunu yaratır. Gemici dili var, cezaevi dili var, Robert Kolej dili var, Şaban’ın Kahvesi dili var, AKP dili neden olmasın? Dil alışkanlıkları bir toplumsal grubun kendini “ötekinden” ayırmak için kullandığı sinyallerdir. Alışkanlıkları benimseyen “bizden”dir, bilmeyen yahut kullanmayı beceremeyen “yabancı”dır, kuşku veya soğuklukla karşılanır. İç halkaya alınmaz.
Alman Nasyonal Sosyalizminin, yahut Sovyet Komünizminin, yahut Türk Kemalizminin bu olguyu abartılı seviyelere taşıdığını görüyoruz. Aşırı stilize, adeta hermetik bir dil oluşturmuşlar. Demek ki neymiş? Adı geçenler aşırı derecede seçkinci, yani elitist oluşumlarmış. Her grup kendini ayırır, bunlar fazla ayırmışlar, toplum vasatından fazla uzaklaşmışlar. O kadar. Siyasi iktidar o grupla özdeş hale gelmişse, iktidardan pay almak o grubun kapalı kodlarına uyum sağlama şartına bağlanmış oluyor.
AKP “dilinin” henüz yukarıda andığımız gruplar ölçüsünde kapandığını söyleyemeyiz. Ama o yönde bir trend var ve zamanla daha beter hale gelmesi muhtemel görünüyor.
Emircan Saç - Siyaset Bilimci                                                            Batuhan Saç – Psikolog