Sunday, May 26, 2019

Ecdadımız Küba'ya cami yaptı mı?

“İnançlar eşdeğer midir” konulu dünkü notumu[1] galiba millet yanlış anladı. İnanç deyince herkesin aklına din geliyor nedense.
İnanç demek bilgi demek aslında. “Grönland diye bir yer var” ya da “Merkez Bankası faizi artırmış, dolar düşer” ya da “meleklerin cinsiyeti olmaz” gibi. “Kesin doğru lan” diye düşünürsek adına bilgi diyoruz. Araya mesafe koyalım, doğru olabilir ama olmaya da bilir dersek adı inanç oluyor.
Şahsi deneyle doğrulanabilir/yanlışlanabilir olanları koyalım bir kenara (onlarda da ciddi teorik problemler vardır, ama geçelim). Diğerlerine dair yaygın bilgi teorisi iki çeşittir.
A. Muhafazakar teori: Otorite söylüyorsa doğrudur. Otorite derken mesela alimler, hocalar, profesörler, kutsal kitaplar, ecdat, ansiklopediler vs.
B. Sübjektivist (ya da Pseudo-liberal) teori: Herkesin doğrusu kendine. Ölü beyaz adamların dogmalarından kendini kurtar, kalbinin sesini dinle, Anadolu bilgeliği, Aborijinlerin kültürü vs.
Her iki teori de sakattır. İlki yeni bilgiye geçit vermez, Kristof Kolomb ve Galileo’ya toslar. Tüm muteber otoritelerin ittifakıyla dünya düz iken, aklı olan herkes bunu biliyorken, “yuvarlaktır” diyeni ne yapacaksın? Batı medeniyetinin topyekün inişe geçtiği bir çağda problem daha da ciddidir. Adam “senin otoriteni tanımıyorum” dediği anda verecek cevabın kalmaz. “Gavurun ilmi yalan, Küba’yı ecdadımız keşfetti, cami bile yaptı, bizden gizliyor şerefsizler.” Hadi bakalım, aksini ispatla!
İkinci teori de sakattır. Son elli yılın “liberal” eğitim deneyleri gösterdi ki bilgiyi tamamen relativize edersen geriye bilgi diye bir şey kalmaz. Bilimsel kuşkuculuk, açık fikirlilik vs. de kalmaz. Dalaktan gelen birtakım böğürtüler ve hırlamalar kalır. İnsanlar en ilkel içgüdülerine sığınırlar, “bizden olan doğrudur, bizden olmayanı kahredelim” hırsından başka tutunacak dal bulamazlar.
Bu ikilemin çözümü var mıdır bilmiyorum. Üç dört senedir ara ara yazılarımda değiniyorum, belki “medeniyet” kavramı bir çıkış yolu sunar mı diye soruyorum. Medeniyet demek müktesebat demektir. Yani birikmiş bilgiler, töreler, usuller, varsayımlar, deneyler yığını. Elbette yanlış olabilir. Feci surette yanlış da olabilir. Ve fakat, bir medeniyet platformunu var saymadan "bilgi"den söz edemezsin. Bilgi, bir medeniyetin kılcal kanallarında üreyen mantardır. Koparırsan kurur.
Yaygın liberal görüşün aksine, bana öyle geliyor ki medeniyetin azı ve çoğu olur. Kimi müktesebat diğerinden daha zengindir. Müktesebatı daha zengin olan medeniyet diğerinden daha çok medeniyettir.
Ölçüsü ne? Dün söylediğim şeyler: “... daha geniş, daha çokyönlü, daha kapsamlı bir akıl ve tecrübe süzgeci.... Daha geniş bir toplumsal danışma ağına hükmeden daha tecrübeli insanlar tarafından, daha etraflıca ve daha serbestçe tartışılmış, daha büyük cesaretle test edilmiş, en azından istatistiki bir tercih olarak daha doğru veya daha öngörülebilir sonuçlar verdikleri görülmüş” olmak.
Bu bir kriter midir? Ölçülebilir mi? “Papua Yenigine yerlileri Paris’in bulvar sosyetesine kırk basar” diyeni mat edecek kesin cevap var mıdır? Tartışırız.
Ama asıl bu tezin ima ettikleri bana ilginç geliyor. Diyor ki, bilgi, ancak bir medeniyetin çerçevesinde var olabilir. Bir medeniyetin müktesebatını, bilgi birikimini, usul ve erkanını, yüzyılların akıl ve tecrübe süzgecini, geçmiş bilgi işçilerinin emeğini... referans almayan bilgi bilgi değildir, boşa nefes tüketimidir. Adam “gavur yalancıdır” (yani: medeniyetinizi paylaşmıyorum) dediği anda, kırk yıl nefes tüketsen “ecdadınız Küba’ya cami yapmadı” tezini kanıtlayamazsın. Çünkü kanıt diye ileri süreceğin her cümle, bir medeniyetin tecrübelerine ve ortak değerlerine referanstır. “Hakikat” dediğin şey ancak bir medeniyetin sağladığı referans sistemi içinde var olabilir. Medeniyet yok, hakikat yok.
Bir adım daha atıp soralım: Medeniyetin dereceleri yoksa, yani bazı medeniyetlerin öbürlerinden daha medeni olduğunu gönül rahatlığıyla ileri süremiyorsan, hakikatten söz edebilir misin? Yoksa “bilgi” zannettiğin şeyler, kumdan kaleler gibi, düşündükçe elinden kayıp gider mi?




[1] Eski bir yazıdan alıntıydı:
"Soru 7. Bütün inançlar birbiriyle eşit değerde midir?
Değildir. Bazı inançlar akıl ve tecrübeyle sınanmıştır. Daha doğrusu: Bazı inançlar diğerlerinden daha geniş, daha çokyönlü, daha kapsamlı bir akıl ve tecrübe süzgecinden geçirilmiştir. Daha geniş bir toplumsal danışma ağına hükmeden daha tecrübeli insanlar tarafından, daha etraflıca ve daha serbestçe tartışılmış, daha büyük cesaretle test edilmiş, en azından istatistiki bir tercih olarak daha doğru veya daha öngörülebilir sonuçlar verdikleri görülmüştür. Bunları diğerleriyle eşit değerde saymak ancak cahillikle –bazı inançları diğerlerinden daha değerli kılan akıl ve tecrübe altyapısından haberdar olmamakla– açıklanabilir."

Tarh, matrah

Arapça en dallı budaklı etimonlardan biri tarh طَرْح.  Esasen “atmak”, ayrıca “ayırmak, çıkarmak”. Lane sözlüğü “throw away” ve “cast off” demiş, daha pek çok nüansına değinmiş. Buyurun buradan bakın: http://lexicon.quranic-research.net/data/16_T/026_TrH.html
Aritmetikteki çıkarma işleminin Osmanlıcası tarhtır, bilirsiniz. Bürokratik dilde tarhiyat, bir (parasal) tutardan yapılan eksiltmeler, damga pulu, SGK harcı, Hava Kuvvetlerini Güçlendirme Fonu vs. Kendisinden eksiltme yapılan ana tutar da mantıken matrah, ism-i mekan formunda bir türev. Bu sonuncusunu ancak 20. yüzyıl başlarında Osmanlıcada görüyoruz. Modern vergi mevzuatına has yeni bir kavram. Arapçada bu anlamı duyulmuş şey değil.
Arapça tarhın diğer anlamı yaygı, kilim, şilte gibi bir şeyi “yere sermek”. Dolayısıyla matrah “yaygı, atkı, yer örtüsü”. Türkçede bu anlamlar da bolca kullanılmış, yeni uzantılar kazanmış. Bina temeli atmanın eski dilde standart deyimi temel tarh etmek, 'temel atmak' deyimi de oradan direkt çeviri (calque) olmalı. Tezyinat sanatlarında bir çerçevenin bölündüğü geometrik alanların her biri tarh. Mesela Evliya Çelebi’de “mihrābın cānib-i yemīni (sağ tarafı) on tarhdır ve cānib-i yesārı (sol tarafı) dahı aynı şekilde tarh olunmışdır.” Buradan mantıki uzantıyla, bir bahçe veya bostanın bölündüğü dikdörtgen alanların her biri de tarh. Bir tarh maydanoz, iki tarh dereotu gibi.
Batı dillerine giren Arapça sözcüklerin çoğu gibi matrah da İber yarımadasında 12. yy sonu, İtalya ve Fransa’da  13. yy başlarında görülüyor. İspanyolca ve Portekizce almadraque, Güney Fransa’nın o zamanlar güçlü dili olan Provansal dilinde almatrac “şilte, ince bir tabaka pamukla doldurulmuş yer yaygısı”. Fransızcada aynı sözcük materas (modern dilde matelas), İtalyancada materazzo halini almış. İngilizcesi mattress. Yatağa konan döşek, bildiğimiz matrah.
Yine 13. yy’da beliren bir İtalyanca ticaret terimi, tara “tartıda brüt ağırlıktan çıkarılan kap payı”. Fransızca ve İngilizcede tare olarak geçiyor, Türkçede de deniz ticareti dilinde İtalyanca veya Venedikçeden aldığımız çok sayıda ticari terimden biri olan dara. Aslı Arapça tarh “eksiltme, çıkarma”.
İtalyancada 1360’larda beliren iskambil destesinin adı olan tarocchio’nun da oradan geldiğini savunanlar var, ama bundan emin değilim. Frenkçesi tarot olmuş.  

Thursday, May 23, 2019

Barutun şeceresi

Bildiğimiz kara barut kesinlikle Çin icadı. 9. yy’da Daoist hekimler tarafından bulunduğu rivayet ediliyor, ancak ayrıntılı tarif ve formül en erken Zeng Gongliang’ın 1040 yılı dolayına ait Askeri Risalelerin Eksiksiz Özeti (武經總要) adlı eserinde verilmiş. Needham ve Yates’in Science and Civilisation in China’sının (Cambridge 1994) beşinci cildinde ilgili bölümlerin çevirisi var. Online bulunuyor.
Genel kanıya göre Ortadoğu’ya Moğollar vasıtasıyla ulaşmış. Konudan ilk kez söz eden Mısırlı Hasan er-Remmah’ın 1270 civarında yazdığı El-fürusiyye ve menâsıbi’l-harbiyye’sine göre İslam ordularında barut ilk kez Moğollara karşı 1260 yılındaki Ayn Calut muharebesinde kullanılmış. Maalesef Remmah’ın aslını veya çevirisini internette bulmak mümkün değil. İkincil kaynaklardan anladığıma göre yazar bu icadın Çin işi olduğunu vurgulamış. Barutun ana maddesi olan güherçile için bārūd بارود sözcüğünü kullanmış. (Ahmad al-Hassan, “Gunpowder Composition for Rockets and Cannon in Arabic Military Treatises”, ICON 2003) Aynı maddeye Arapçada selc-i sînî yani “Çin karı”, Farsçada nemek-i çînî “Çin tuzu” da denirmiş. Farsçadan Türkçeye geçtiği anlaşılan güherçile sözcüğündeki +çile unsurunu açıklayan bir kaynak göremedim. Acaba aslı gûher-i çini “Çin cevheri” olabilir mi?
Avrupa’da barutu ilk kez 1241 yılında Tizsa Nehri muharebesinde Macar ordusunu mahveden Moğolların kullandığı kabul ediliyor. 1267’de Roger Bacon Opus Maius’ta ilk kez güherçile (nitrum) maddesinden söz etmiş ve havai fişekleri ayrıntılı olarak tarif etmiş. Demek ki yeni madde Ortadoğu ve Avrupa’ya hemen hemen aynı yıllarda varmış. En azından harp teknolojisi alanında iki uygarlığın yakın temasta olduğu anlaşılıyor.
*
Tüm muteber kaynaklarda Arapça barud’un aslı Yunanca pyrítēs πῠρίτης olarak gösterilir. “Ateş taşı” anlamında bir sözcük, pyr “ateş” sözcüğünden türev. MS 1. yy’da Plinius, Historia Naturalis 36.138’de ateş çıkaran bir kimyasal madde, ne olduğu belirsiz. Adanalı tabip Dioskorides, De Materia Medica 5.125’te bakır pirit (CuFeS2) minerali. Simya (alchemy) ilminin piri sayılan Mısırlı Zosimos 4. yy’da daha ayrıntılı bilgi vermiş, kükürt, zincifre (kinnabaris) ve magnezya ile aynı başlıkta anmış. (Fransızca çevirisi için bkz. Oeuvres de Zosime, ed. Berthelot, Les alchimistes grecs, Paris 1888. Online var, İngilizcesini bulamadım.)
Pyrites’ten barud’a ulaşmak ilk bakışta zor. Fakat bir başka şaheser sözlük olan Du Cange, Glossarium Mediae et Infimae Graecitatis (Lyon 1688) o meseleye de az çok tatmin edici bir çözüm getiriyor. Hazret bir yaşam boyu didiklediği Fransa kraliyet arşivindeki Bizans elyazmalarında sözcüğü aynı zamanda pyrōton ve pyrotron yazımlarıyla tespit etmiş (I.1277). Bunlardan barud’a giden yol daha kısa. Arapçada p ve o seslerinin bulunmadığını, ilkinin orta ve geç Arapçada genellikle b, ikincisinin daima ū biçimini aldığını biliyoruz. Pyrōton biçimi Arapçada birūd veya bürūd verir. İlk hecedeki a nereden çıkmış? Onu bilemedim.

Peki Moğolların Çin’den getirdiği bir nesneye Araplar neden Yunanca isim versin? Bu da güzel soru, cevabını gene bilmiyorum. O devirde Ortadoğu’da Arapça ile Yunanca (ve Farsça, Türkçe, Moğolca vb.) arasında üst düzey kültürel etkileşim olduğunu mesela 1370’lere ait olan altı dilli Resulid Heksaglot gibi metinlerden biliyoruz. (Peter Golden, ed., The King’s Dictionary: The Rasūlid Hexaglot – Fourteenth Century Vocabularies in Arabic, Persian, Turkic, Greek, Armenian and Mongol, Leiden 2000). Ama 13. yy’da Mısır’da kimya ve simya ilimleriyle uğraşan uzmanların dil tercihleri nelerdi, mesela 4. yy’da yaşayan kimyacı Zosimos’un ilmi mirası Memluklar Mısır’ında daha ne kadar canlıydı, bunları araştırıp okumadan bir sonuca varmak kolay değil.

Friday, May 17, 2019

Elalemin diline neden öykünürler?

Her dil, belli bir tarih döneminde “kültürel norm” kabul ettiği uygarlığın dil(ler)ini, deyimlerini, üslubunu, ifade biçimlerini taklit eder. O uygarlığın sözlüğünden kelimeler alır; doğrudan almasa bile, çeviri yoluyla onun kavram ve deyimlerini kendine mal eder.
Kültürel taklit DAİMA sınıfsal boyut taşır. “Norm” kültürü iyi tanıyanlar, toplumda ayrıcalıklı mevkiye yükselirler. Dolayısıyla o kültürü iyi tanıdıklarını gösterecek davranış biçimleri sergilemeye özen gösterirler. O kültürün kelime ve deyimleriyle konuşmakla saygınlık devşirirler. Hatta norm kültürü yeterince tanımayanlar dahi, sanki tanıyormuş gibi davranarak itibar kazanacaklarını bilirler.
Günümüzde İngilizcenin Türkçe'deki (ve diğer dillerdeki) konumu iyi bir örnektir. İngilizceyi sevip sevmemeniz, bu durumdan hoşnut olup olmamanız bir şey değiştirmez; objektif durum bu. Türkçeye son kırk yılda yeni giren kelime, kavram, deyim ve ifade biçimlerinin ezici çokluğu, belki yüzde 95 gibi bir kısmı, İngilizceden gelmiştir. İngilizceden gelmeyenler İngilizceden çeviridir. Yeni kavram ve deyimlerin “aslı” arandığında otomatik bir refleksle herkes – Anglosakson kültürel yayılmacılığına karşı olanlar dahil – İngilizce literatürü hakem kabul eder. “İtibarlı” sayılan mesleklerin mensupları (mesela milletvekilleri, öğretmenler, yazarlar) şaşmaz kural olarak kendilerini gerçekte olduğundan daha iyi İngilizce biliyor gösterme gereği duyarlar. Bilenler, ince ya da kalın jestlerle bildiğini sezdirirler; bilen diğerlerine “ben sizdenim” diyerek göz kırparlar;  dil bilmeyeni “kıro” sayıp aşağılayacaklara karşı tedbir alırlar. İngilizce havalıdır: yani cool. Havalı dilin kelimeleri önce havalı sayılan zümrelerin diline sızar, sonra umumun diline yayılır.
Yanlış anlamayın lütfen. Böyle olmalıdır ya da böylesi iyidir demiyorum. Kötü demek de bence aynı ölçüde abes. İnsan tabiatı bu, bir şey yapamazsın.
Bugün İngilizce. Eskiden Arapça böyleydi. Türklerin İslamı kabulünü izleyen bin yılda Arapça, nihai kültürel norm olan dinin lisanıydı. Toplumda “alim” ve “arif” sayılan insanlar Arapça bilirdi. Bilmekten öte, bildiğini – edeple veya edepsizce – hissettirme gereği duyarlardı. İlim ve irfana müteallik konuların başka bir dilde gereği gibi ifade edilemeyeceğine inanırlardı. Arapça bilmeyen halka bu konuları anlatmakta zorluk çekerler, mecbur olunca ya Arapça ıstılahatı öğreterek, ya da kör topal da olsa avam dili Türkçeye çevirerek meramlarını anlatmaya teşebbüs ederlerdi.
Tek yaygın eğitim kurumu olan medresede eğitim dili Arapçaydı. Eğitim dili Arapça olunca okumuş adamın okumamıştan farkı nasıl belli olacak? Elbette araya serpiştirilen Arapça ibaratın hacmine ve inceliğine göre kültür puanı verilecek. Arapça bilenin kahvesi bilmeyenden önce takdim edilecek, misafirse bir değil iki kere temenna edilecek.
Dil nasıl evrilir? Buyurun, kahve protokolüne göre evrilir.
Türkçenin Farsçayla ilişkisi daha karmaşıktır. 1071’i izleyen 250 yılda öyle anlaşılıyor ki Farsça “Türk” devletlerinin standart yazı ve belki protokol dili idi. Daha sonraki dönemde de Farsça a) “şehirli” sayılan yaşam tarzının, b) edebi zarafetin, ve c) başta Mevleviye olmak üzere bazı tasavvuf ekollerinin referans dili olarak kaldı. Arapçanın aksine, Türkçe ile Farsça arasında – eşit hacimde olmasa da – iki yönlü alışveriş sürdü.
Sonra sıra Fransızcaya geldi. 19. yy’da Osmanlı/Türk toplumu bir heyula gibi sınırın ötesinde beliriveren Batı medeniyeti ile tanıştı. O medeniyetin anadilinin Fransızca olduğuna karar verdi. (Neden Fransızca? Başka zaman konuşalım.) 1850’lerden 1970’lerin başına dek yüz yirmi yıl boyunca Fransızcayı ana kültürel referans tanıdı. Metropolün şık mahfellerinde Fransızca bilmeyenler “cahil” sayılıp aşağılandı. Yeni kurulan modern mekteplerde Fransızca mecburi ders oldu; imkanı olanlar bununla yetinmeyip özel hoca tuttular, evlatlarını Paris’e okumaya gönderdiler. Önce teknolojiden, moda ve lifestyle kavramlarından başlayıp idari terminolojiye, güzel sanatlara, ticarete, tıbba, şiire dek her alanda binlerce Fransızca sözcük benimsendi. Eşit sayıda Fransızca sözcüğe önce Arapça-Farsçadan çakma Yeni Osmanlıca, sonra birtakım Ortaasya lehçelerinden çakma “Öztürkçe” karşılıklar bulundu. Dil değişti, evrildi, zenginleşti.
*
Modern Türkçe yazı dilinin kelime hazinesinin yüzde 76 kadarı bu saydığım dört dilden – Arapça, Farsça, Fransızca ve İngilizce – alıntıdır. Dilin iç çekirdeğini oluşturan yüzde onluk bir kelime dağarcığı Orta Asya Türkçesinden mirastır. Bir başka yüzde on, Orta Asya Türkçesinden türetme veya benzetme veya bileşim yoluyla Türkiye Türkçesinde üretilmiştir. Ne etti? 96.
Türkçenin bunlar dışındaki dillerden edindiği müktesebatın oranı toplamda yüzde dördü bulmaz. Bunun yarıdan biraz fazlası, a) balıkçılık, b) tarım ve c) İstanbul argosu alanında kayda değer katkıları olan Rumcadır. Bakiyesini – Moğolca, Ermenice, Kürtçe, Bulgarca ve Rusça, Çingenece, İspanyolca ve Yahudice, Gürcüce, Çerkesçe, Hintçe – toplasan incir çekirdeğini doldurmaz. Böyle olması da normaldir. Çünkü Türkçenin trendlerini belirleyen toplum kesimleri açısından, bu diller tarihin hiçbir döneminde PRESTİJ DİLİ olmamıştır.
Şöyle düşünün. Diyelim ki memlekette sözü dinlenen biri olarak, hasbelkader, örnek, Kürtçe biliyorsunuz. Aile çevrenizde bu dili severek kullanıyorsunuz; dost ortamında o dilden birkaç kelimeyi şak diye ortaya atmaktan zevk alıyorsunuz. O kelimeleri edebi eserde, siyasi müzakerede, ticari yazışmada, ders kitabında, haber bülteninde kullanmak asla aklınıza gelmez. Çünkü kullanmakla itibar kazanmazsınız, belki kaybedersiniz. Sizden o dilde bilmedikleri bir kelimeyi ilk kez duyanlar “bunlar alim insanlar, demek böyle diyorlarmış” diye düşünmezler. En iyi ihtimalle “egzantriklik”, en kötü ihtimalle “densizlik” görürler. O kelimeler “tutmaz”.
O yüzden, birtakım marjinal tabirler dışında, düşük prestijli dillerden yüksek prestij diline kelime geçmez.
*
Bir dilde “kaç kelime” olduğunu saymak, pratik açıdan da, teorik açıdan da zor bir mesele. Türevleri ve bileşikleri nerede keseceksin? (TDK’nın yaptığı gibi ağı çok geniş tutarsan tutarsızlığa, hatta keyfiliğe düşersin.) Deyimleri nerede keseceksin? Cins adı niteliği kazanan özel adları ne yapacaksın? “Portmanto sözcük” dedikleri bir kerelik kelimeleri ne yapacaksın? Yabancı kelimeleri nerede “yerlileşmiş” sayacaksın? Kullandığınız sayım yöntemine göre modern Türkçe yazı dili leksikonunda 30 bin kelime de bulabilirsiniz, 130 bin de.
Nişanyan Sözlük bir etimoloji sözlüğü olduğu için, köken açısından ilginç olmayan kurallı türevlere (denetleyici, sözlükçülük) ve basit bileşiklere (alakarga, uçuç böceği) yer vermedi. Veritabanında halen 15,263 maddebaşı sözcük bulunuyor. Madde altında belirtilmiş olanlarla birlikte 31,919 kelime sözlükte yer alıyor. Kuralları biraz gevşeterek bu rakamı da iki katına çıkarmak mümkün.
Genel ilke olarak Türkçe sık kullanılan sözcüklerde Türkçe kökenli sözcük oranı artar (gelmek, göz, bir), marjinal sözcüklerde azalır (taaffün, hidroskopi, suşi). Ancak Sözlüğün ana iskeletini sabit tutup türev ve bileşikleri artırsak dahi oranlarda önemli bir değişikliğe tanık olmayız. Sözlükte yer almayan Türkçe kökenli türevler artar (gözyaşı, göz bebeği, göze gelmek); yabancı kökenli türevler de artar (azoik, zootekni, zoolojik). Sadece Arapça ve Farsça kökenli sözcükler Türkçede türetmeye çok yatkın olmadıkları için, veritabanını iki katına çıkarsak Arapça ve Farsça oranları düşecek, buna karşılık Türkçe kökenlilerle Batı kökenlilerin oranı birkaç puan artacaktır.
Etimolojisi belirtilmiş 15,131 kelime üzerinden köken dökümünü görelim:
Köken
Sözcük
Yüzde
Eski Türkçe
1550
10.24
Diğer Türkçe
1571
10.38
Arapça
4442
29.36
Farsça
1274
8.42
Fransızca-Latince
3777
24.96
İngilizce
1513
10.00
İtalyanca
339
2.24
Yunanca
376
2.48

*
Diğer dillere giren Türkçe kaynaklı alıntılar konusunda elimde ayrıntılı dökümler yok. Bildiğim kadarını özetleyeyim:
1) Batı dillerindeki Türkçe alıntılar Osmanlı dönemine ait bir avuç kültür sözcüğünden ibarettir (köşk, harem, yoğurt, türban vb.). Batı dillerinin hiç birinde herhangi bir çağda Türkçe bir “kültürel norm” veya referans dili olmamıştır. [Buna karşılık Arapça 12.-13. yy’larda kısa bir süre için ticarette ve akademik sahalarda önemli prestij kazanmış ve o dönemde sayıları yüzleri bulan Arapça sözcük Batı dillerine ulaşmıştır.]
2) Standart Arapça yazı dilinde Türkçe alıntılar yok denecek kadar azdır. Olanların genellikle askeri ve idari nitelikte olduğu anlaşılıyor. Mısır, Suriye ve Irak’ın halk ağızlarında çok sayıda Türkçe alıntı bulunması doğaldır. Ancak tanımlanmış bir edebi kanonu bulunmayan lehçelerin sayısal analizine kalkışmak anlamlı bir uğraş değildir. Farklı lehçelerde tesadüf edilmiş tekil sözcükleri altalta dizip toplayarak sonuç çıkarmaya çalışmak ise “akademik sahtekarlık” tanımına girer.
3) Standart Farsça yazı dilindeki Türkçe alıntılar, Türkçedeki Farsça alıntılar kadar olmasa da, epey bir yekün tutar. Doerfer’in dört ciltlik Türkische und Mongolische Elemente im Neupersischen’i bu konuda değerli bir kaynaktır. İrani dillerde özellikle 11. yy’dan eski alıntılar ilginç bir araştırma alanı olduğu halde henüz yeterince analiz edilememiştir.
4) Yunanca, Bulgarca, Sırpça ve Arnavutça gibi uzun zaman Osmanlı siyasi ve kültürel hegemonyası altında yaşamış dillerde çok sayıda Türkçe alıntı bulunması doğaldır. Yunancada halen kullanılan Türkçe sözcükleri gösteren popüler bir sözlükte bin kadar kelime vermişler. Yaşadığım adada huzuri, xatiri, çati, siktirizo, boyacis... her gün duyduğum kelimeler.
5) Ermenicenin durumu ilginç. 19. yy başlarında İstanbul ve İzmir’de konuşulan Ermenicenin yarıya varan bir oranda Türkçe alıntılardan oluştuğu, hatta Türkçenin bir lehçesi denebilecek ölçüde onunla içiçe geçtiği anlaşılıyor. Amerikalı Elias Riggs’in 1847 İzmir basımı A Vocabulary of Words Used in Modern Armenian but not Found in the Ancient Armenian Lexicons adlı sözlüğü bu konuda göz açıcı bir kaynaktır. Ancak 19. yy ikinci yarısında yapılan eğitim reformuyla Ermenice yazı dili Türkçe alıntılardan temizlenmiştir. Bugün gerek Ermenistan gerek diaspora lehçelerinin yazı dilinde Türkçe kökenli kelimeye hemen hiç rastlayamazsınız.
Eski avam Ermenicesinin devamı olan İstanbul sokak Ermenicesini yaşatan Lutsika Dudu’dan daha önce bir notumda söz etmiştim (https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10154853974646968&set=a.86761076967). Teklifsiz, eğlenceli bir dildir; ben bayılırım. Ama o dili konuşabilen on bin kişi kaldık mı, emin değilim.

Friday, May 10, 2019

Öztürkçenin sonu

2014'te Yenipazar Cezaevinde kaleme aldığım bu notu daha önce de paylaşmıştım galiba. Gene lazım oldu.
1983’te eski Türk Dil Kurumu’nun tasfiyesiyle birlikte, belki bundan bir süre önce, “Öztürkçe” adı verilen sözcük üretme tekniği işlekliğini kaybetti.
Nişanyan Sözlük’te 1984-90 dönemine ait görünen sadece dört “Öztürkçe” sözcük yer alıyor (dolayım, kayaç, özüt, üstlenici); bunlar da büyük olasılıkla 1980’den eski olup, henüz erken örneklerini bulamadıklarımdır. Bu tarihten sonra, 1990’larda beliren ötekileştirme dışında, Türkçe köklere 1930-80 döneminde popüler olan yapım eklerini ulayarak yaratılmış başka kelimeye rastlamadım. Olanlar mutlaka vardır; ancak son derece kısıtlı bir teknik veya edebi çevre dışında kullanım alanı bulamadıkları için sözlüğe alınmalarına gerek görülmedi.
Önceki dönemin üretimine oranla sarsıcı bir değişikliktir. Ancak buradan, “Türkçenin üretkenliğini yitirdiği” gibi bir sonuca atlayamayız. Yeni dönemde yapım ekleriyle yeni leksikal birimler üretme yöntemi büyük ölçüde terk edildi, doğru. Buna karşılık belki Türkiye Türkçesinin alışkanlıklarına daha uygun bir şekilde, kalıp deyimler üretimine ağırlık verildi.
Aşağıda 24 Kasım 2014 tarihli bir gazetenin sadece ilk beş sayfasında tesadüf ettiğim deyimlerden birkaçını görüyoruz. Tümü bildiğim kadarıyla 1980 veya 1990’lı yıllardan sonrasına aittir.

atölye çalışmaları, bilgi işlem merkezi, boşanma süreci, büyüme hedefleri, canlı yayın, dağıtım kanalları, dereceye girmek, destek vermek, dönem başkanlığı, gelişmekte olan ülkeler, haber sitesi, ihtiyaç kredisi, insan kaynakları, işlem hacmi, katılım payı, marka yüzü, müşteri odaklı, ön izleme, pazar payı, performans sergilemek, performans verileri, politika faizi, sahne almak, servis etmek, sıcak bakmak, sıfır noktası, siber saldırı, son çeyrek, soruşturmayı derinleştirmek, ticari araç, ürün ailesi, yapımcılığını üstlenmek (31)

Listelenenlerin tümü, belirgin bir kavramı ifade eden ve kullanımda varyasyona izin vermeyen kalıp ifadelerdir. Bu anlamda, bağımsız birer leksikal birim olarak kabul edilmeleri gerekir. Atölye çalışmaları yerine işlik çalışmaları veya atölye işlemleri, bilgi işlem merkezi yerine bilgi işleme merkezi, malumat işlem merkezi, info-operasyonel merkez, bilgi işlem odağı vb. ifadeleri kullanılamaz; kullanıldığı takdirde “yanlış” olarak algılanır. Dolayısıyla bu deyimler, herhangi bir tekil sözcük kadar Türkçe leksikonun parçasıdır.
Öte yandan, aynı kavramlar şayet son otuz yılda değil 1930 veya 1960’larda Türkçeye gelmiş olsa bunlara monoleksemik karşılıklar bulunmaya çalışılacağını varsayabiliriz. Örnek: atölye çalışmaları yerine belki çalışka, bilgi işlem merkezi yerine bilgütay, boşanma süreci yerine boşanılsama, büyüme hedefleri yerine ereksellikler, canlı yayın yerine dirigörüt, dağıtım kanalları yerine dağıtağlar, dereceye girmek yerine ödülgemek, destek vermek yerine yardamak, dönem başkanlığı yerine kısıtbaşlık, ya da benzerleri. Bu tür “Öztürkçe” kelimeler yaratma alışkanlığının 1980’lerden sonra bırakılmış olması, Türkçenin üretkenliğini yitirdiğini değil, sadece üretim yöntemini değiştirdiğini gösterir.
Yeni yöntemin eskisine oranla popüler Türkçenin alışkanlıklarına daha uygun, daha esnek, daha verimli, daha demokratik ve dünya trendlerine daha uygun olduğu kanısındayım. vs. vs. 

Thursday, May 9, 2019

Hintavrupa battı mı?

Hintavrupa araştırmaları konusunda, vatanmillet sosuna bulanmış bir kafa karışıklığının hüküm sürdüğünü görüyorum. Konuya biraz açıklık getirmeye çalışayım.
1.
“Hintavrupalılar” denilen kavim (eğer varsa) Avrupalı değildir. Yaygın görüşe göre Batı Avrasya’da, Karadeniz kuzeyi ile Hazar Denizi arasındaki sahada yaşamıştır. Son zamanlarda ilgi gören bir teze göre daha önceki bir devirde Anadolu kökenli olabilir.
2.
Yayılan şey kavim yahut “ırk” değildir. Dildir. Bunlar ayrı ve alakasız iki nesnedir. Tarih boyunca diller nadiren göç yoluyla, fakat hemen her zaman siyasi egemenlik yoluyla yayılmıştır. Dil, öğrenilen bir şeydir. Toplumlar egemen olan ya da “üstün” sayılan topluluğun dilini benimserler. Örneğin Peru ve Bolivya halkları yüzde doksanı aşan oranda Amerika yerlisidir, ama İspanyolca konuşurlar. Haiti halkı yüzde yüze yakın oranda Afrika kökenlidir, ama Fransızcadan türeyen bir dil konuşur. Türkiye halkı yüzde altmış-veya yetmişleri bulan bir oranda yerli, yüzde yirmileri bulan bir oranda Slav, Kafkas, Çingene ve Arap kökenlidir. Ama Türkçe konuşur.
Hintavrupa dilinin çeşitli lehçeleri de egemenlik ve asimilasyon yoluyla yayılmıştır. Sinhali dili konuşan Sri Lankalılar kara derilidir. Vaktiyle Toharca konuşan Orta Asyalılar muhtemelen çekik gözlü idiler. Buna rağmen, İzlanda diliyle eş kökenli olduğu şüphesiz olan diller konuştular ve konuşurlar.
3.
Hintavrupa dilinin yayılışı iki önemli teknolojik gelişmeyle eş zamanlıdır; muhtemelen onların sonucudur. İlki MÖ 7000’lerden itibaren Anadolu’dan dünyaya yayılan hububat tarımı ve köy yaşamıdır. İkincisi MÖ 3000’lerden itibaren Batı Avrasya’dan dünyaya yayılan at kültürüdür. Bunlar modern çağda Batı Avrupa’da yaşanan sanayi devrimi kadar büyük devrimlerdir. Devrimi yapanlarla henüz yapmayanlar arasında muazzam bir güç dengesizliğine yol açmışlardır. Tıpkı sanayi devrimi gibi ufak çaplı birtakım nüfus hareketlerine sebebiyet vermiş olabilirler. Fakat egemenlik dengesinde yarattıkları değişim çok daha büyüktür.
(Not 1: Köy ve aşiret düzeyini aşan bir askeri güç projeksiyonu – ve dolayısıyla devlet – ancak at sayesinde mümkün oldu. Atı tanımayan imparatorluklara ancak Amerika kıtasında rastlıyoruz. Onlar da Avrupalıların atlı birlikleri karşısında hiç direnemeden dağıldılar.
Orta Asya kavimlerine özgü büyük çaplı hayvancılığa dayalı konargöçer yaşam tarzı da at – veya deve veya eşdeğer bir uzun mesafe yol aracı – olmadan mümkün değildi.)
(Not 2: Tarım ve köy hayatı Anadolu ile Avrupa’nın kuzeybatı ucu arasındaki 3000 küsur kilometreyi yaklaşık 4000 yılda katetmiş görünüyor. Bu her kuşakta yaklaşık 25 km yayılma demektir. Yavaştır. Öyle sürüler halinde büyük göç düşünmeyin. Her kuşakta bazı öncüler, at-öncesi köy yaşamının azami ufku kadar bir mesafeye yol almış olmalı. O süreçte yerli avcı ve toplayıcı kabilelerin kadınlarını çaldıklarını, belki bazı avcı-toplayıcı topluluklarına tarımsal yaşamı ve köylü dilini öğrettiklerini, bu suretle ecdat dilinin bir türevini İskoçya’nın uzak ucuna dek taşıdıklarını varsayabiliriz.)
4.
Dilbilimcilerin Hintavrupa hayranlığı haklı nedenlere dayanır. Hintavrupa dilleri arasındaki ses ve gramer eşdeğerliklerinin keşfi ve bunlardan hareketle beş bin yıl önce ölmüş olan Anadilin kurgulanması, 19. yy başlarında Grimm kardeşler ve Franz Bopp’tan başlayan muazzam bir kolektif çabanın ürünüdür. On binlerce insan iki yüzyıl boyunca geceli gündüzlü emek vermiş, tartışmış, eleştirmiş ve eleştirilmiş, hayret verici güzellikte eserler ortaya koymuştur. Aralarında bunu milli ve vatani saiklerle yapanlar varsa da marjinaldir; onlardan kalıcı eser veren azdır. Büyük çoğunluk, bilinmeyen bir kıtayı keşfetme heyecanı ve hedefe rakiplerinden önce varma azmi dışında saik gözetmeden hareket etmiştir. Değerli insanlardır. Hataları elbette vardır. Ama hataların acımasızca eleştirilmesine imkan veren kurumsal mekanizmalar ve tartışma kültürü de vardır. Bunlar sayesinde bilgi başdöndürücü bir hızla üreyebilmiş, iki yüz yıl önce hayal bile edilemeyecek ufuklara yelken açabilmiştir.
Hintavrupacılarla kıyaslanacak kalitede fakat çok daha küçük çapta çalışılan diğer alan Sami dilleridir. Yahudiler ve Oryantalistlerin iki gettosu dışına çok çıkamadığı için cılız kalmıştır. Ama o dar sahada iyi eserler vermiştir.
Uralist ve Altayistlerin dilbilimdeki başarıları, bu ikisinin yanında, gerek hacim gerek kalite açısından devede kulaktır. Bunun nedenleri kısmen konjonktürde, kısmen de objektif verilerde aramalıyız. Bir kere, ciddi akademik geleneği olan ülkelerde Ural ve Altay araştırmalarına ayrılan bütçe ve kadrolar Hintavrupa araştırmalarına ayrılanın taş çatlasa yüzde biridir. Elde edilen ürün de ister istemez bununla orantılı olacaktır. Yanısıra, incelenecek malzemenin niteliği ve hacmi de farklıdır. Bir yanda çok geniş coğrafi alana yayılmış, bir sürü farklı dilde kökü 3000 yıl önceye giden zengin bir yazı mirası (ve filoloji geleneği) vardır. Öbür yanda yazılı malzeme kısıtlı ve nispeten yakın tarihlidir. Akraba diller sayıca azdır, olanların çoğu doğru dürüst belgelenmiş değildir. Türkçe özelinde, akrabalığı tatmin edici bir şekilde kanıtlanmış ve ayrıntılandırılmış başka dil yoktur. Bu koşullarda dünyanın en akıllı dilcilerini de işe koşsan, milyarlar da döksen, elde edeceğin sonuç maalesef sınırlı kalmak zorundadır.
Maalesef diyorum. Elbette isterim yaşamımın büyük bölümünü adadığım dilin sırları aydınlansın, bilinmeyen kıtaları keşfedilsin, Grimm ve Bopp yahut Schleicher, Brugmann, Verner, Saussure, Benveniste, Pokorny, Dumézil, Watkins kalibresinde bilginleri çıksın, ufuk açıcı, nefes kesici eserler ortaya koysunlar. Keşke! Ama yok. İstediğin kadar hamaset parala, istediğin kadar elalemin önyargılarına lanet oku, fayda etmez. Demagojiyle, palavrayla bilginin yokluğunu telafi edemezsin.
Bilgi, emekle ürer. Bunun için, evet, bütçe ve kadro gerekir. Onun kadar önemlisi, a) ideolojik angajmanlardan arınmış özgür araştırma ruhu, b) eleştiriye dayanıklı bünye, ve c) emeği ve bilgiyi takdir etme edebi gerekir. Bunlar olmadan bilgi yolunda arpa boyu yol alamazsın. Ya da Türkiye’de son yüz yılda aldığın kadar yol alırsın, ki arpa boyundan azdır.
5.
Hintavrupa araştırmalarının günümüzde tıkandığına ya da teorik altyapısının iflas ettiğine ilişkin bir belirti görünmüyor. Aksine, her zamankinden daha canlı ve üretkendir. Her yıl binlerce doktora tezi yazılıyor; enfes sözlükler ve derlemeler yayınlanıyor; teorik altyapı derinleşip olgunlaşıyor; dil araştırmaları arkeoloji ve genetik alanındaki muazzam gelişmelerle besleniyor.
En ciddi teorik itirazlar geleneksel soyağacı (şecere) modeline yöneliktir. Yeni bir şey değildir. Diller arası yatay etkileşimleri vurgulayan dalga modeli (Wellentheorie) 19. yy’dan beri vardı; son yıllarda gene canlılık kazandı. Yepyeni teorik açılımlara kapı açması mümkündür. Ama bundan “Hintavrupa teorisi zorda” sonucunu çıkaranların, “evrim teorisi yanlışlandı” ya da “atayistler bunu da açıklasın” türü cahilce safsataları pazarlayanlardan pek farkı yok korkarım.
6.
Proto-Hintavrupaca ile erken Türkçe arasındaki irtibat, bir düzine sözcükteki ilgi çekici benzerliklerden ibarettir. Bunları açıklayan derli toplu bir teorik model henüz ortaya konamamıştır. Eğer alıntı varsa her iki yönde olabilir; bilinmeyen üçüncü dillerden ortak etkilenme de olabilir. PHA ile Proto-Türkçe arasında bunlardan öte bir akrabalık bulma çabaları şimdilik bulutlardan fal okuma düzeyinin ötesine pek geçememiş görünüyor.
Ortak köken bir gün ortaya çıkar mı? Çıkabilir elbette, imkansız diye bir şey yok. Fakat yirmi yıl boyunca konuya zaman zaman vakit ayırmış biri olarak ben şahsen çıkacağına çok ihtimal vermiyorum. Tüm dillerin tek kaynaktan türediğini – yani insanoğlunun dili sadece bir kez keşfettiğini – varsayarsak, tüm dillerin bir düzeyde akraba olduğunu kabul etmemiz gerekir. O zaman, birbirine nispeten yakın coğrafyaların ürünü olan PHA ile Proto-Türkçenin ortak köklerini ısrarla aramak makuldür. Fakat varsayım bence yanlıştır; farklı dil ailelerinin farklı zamanlarda birbirinden bağımsız olarak doğmuş olması teorik olarak mümkündür. Dolayısıyla, doğru dürüst hiçbir sistematik benzerliği görünmeyen iki dil arasında zorla ortak köken aramak için geçerli sebep yoktur. Biri bulur ve inandırıcı kanıtlarla ortaya koyarsa şapka çıkarırız. Ama kırk yıl uğraştıktan sonra hala Sergei Starostin ekolünün faraziyelerinden öteye geçilememişse, hipotezlere aşık olmayı bırakıp daha verimli sahalara yönelmelerini salık veririz.

Wednesday, May 8, 2019

Seçimi neden iptal etti

Boş sloganları ve hisli duyguları bırak, olayı anlamaya çalış. Ne yapmaya çalışıyor? Oyun planı ne? Planı tutar veya tutmaz, ayrı mesele. Ama her kıraathane filozofunun bildiklerini RTE bilmiyor sanırsan ancak kendini kandırırsın.
Açıkça anayasayı ihlal etti. Onunla kalmadı yedi tane hakimi o yönde oy kullanmaya razı etti. Bunlar idamlık suçtur, yarın bir gün hesabı sorulur. Sağlam (ve inandırıcı) bir oyun planı olmasa yapabilir miydi sahiden?
Yeniden seçim yapılır ve İmamoğlu gene seçilirse rejimin tepetaklak geleceği yeterince açık değil mi? Böyle bir riski alır mı? Alabilir mi? Belli ki foolproof olduğuna inandığı bir oyun planı var. Önce onu anlamaya çalışmak gerekir bence.
Karşısındaki koalisyon kırılgandır. Bir yanda Kürt nefretini iliklerinde taşıyan yavru Faşist parti. Ortada refleks olarak Kürtleri yok sayan CHP. Öbür yanda kerhen destek veren Kürtler. Pamuk ipliğine bağlı ittifaktır. Elbette onu kırmaya çalışacak.
İttifakı kırabilir mi? Bilemem. Nasıl kırar? Hangi yöntemleri dener? Ancak tahmin yürütebilirim. Sen de yürüt. Karşı tarafın hamlelerini hesaplamadan oyun alamazsın.
Rakibinin zekasını küçümseyen peşinen yenilgiye mahkum olur.
Mantıklı olan iki çatallı strateji. Bir, CHP’yi Kürtleri küstürecek bir pozisyona it. İki, Kürtleri onore et, seçimde en azından çekimser kalmalarını sağla.
CHP’yi köşeye sıkıştırmak kolay. Teröre karşı mısın, çabuk söyle!! Çubuk’ta galeyana gelen aziz şehit ailelerine yaltaklanacak mısın? Kürt oylarını aldığın için pişman mısın? CHP zihniyetinin bu tuzaktan kaçacak donanımı yoktur. Sıkışınca Atam girer devreye.
Bunca zulümden sonra Kürtleri tekrar kazanabilir mi? Zor ama imkansız değil.
Unutma ki Kürtlerin tercihi İyi ile Kötü arasında değil, Kötü ile Kötü arasındadır. Van, Diyarbakır, Şırnak, Muş’ta belediyelerin gasp edilmesine gıkını çıkarmayanlar şimdi dara düşünce neden ve ne kadar acısınlar?
Hayvan kadar Atatürk posteri önünde poz vermeyi marifet sanan, kendisine oy veren büyük bir kitlenin bunu hakaret olarak algılayacağını kavramaktan aciz adamlara neden sadakat borçlu olsunlar?
Kürtleri kazanmak için ne yapabilir? Hapisteki binlerce HDP’liyi salmak yeterli midir? Yoksa Öcalan’ın mektubunda belirttiği gibi, asıl çözüm yeri Suriye midir? Suriye’de bir taşla birkaç kuş vurmak, Türk derin devletinin onaylamayacağı bir şey midir?  
Böyle bir makas harekatı karşısında CHP ne yapabilir? Hiçbir şey yapamaz. Kürtleri yok saymaya koşullanmış bir ideolojinin temsilcisi olan partiden, ülkenin en temel siyasi fay hattını tamir etmesi beklenemez. Değil tamir, anlamaları bile mümkün görünmüyor.
Kemalci Devlet ideolojisi CHP’yi kaçınılmaz bir şekilde tatlı su faşizmine mahkum etmiştir. Sağındaki safkan faşistlerin “vatanmillet, şehit, hain” söylemine karşı çaresiz ve dilsiz bırakmıştır. Usta bir manipülatörün elinde gol üstüne gol yerler.
Gerçek bir Türk muhalefeti ancak Kemal tabusundan kurtulmuş, “vatanmillet, şehit, hain” söylemine karşı hissiz kalabilen yeni bir siyasi yapılanmayla mümkündür. CHP’nin var olan kadroları buna uygun değildir. Ekrem Bey de maalesef pek uygun görünmüyor.
Kürt siyasi hareketi halen Türkiye’nin tek gerçek muhalefet dinamiğidir. Ekonomik ve sosyal açıdan da artık göz ardı edilemeyecek bir güçtür. Onlarla dans edebilecek kapasitede bir “Türk” veya “Türkiyeli” siyasi yapılanma doğmadıkça, RTE veya bir benzeri daha sittin sene bu ülkeyi yönetir. 
.

Friday, May 3, 2019

Türkçe yazı fonetik mi?

>Batı dillerinden alınan kelimelerin Türkçe fonetik imlaya göre yazılması muhtemelen eski yazıdan kalma bir alışkanlıktı. Türkçeye Arapça ve Farsçadan alınmış olan sözcükler, Türkçe telaffuzu ne olursa olsun orijinal dildeki imlaya göre yazılırken, Arap alfabesi kullanmayan Rumca, İtalyanca, Fransızca vb. dillerden alınan sözcüklerin fonetik olarak Arap alfabesine çevirilmesi teknik bir zorunluluk idi. Latin alfabesine geçildikten sonra da, teknik zorunluluk ortadan kalktığı halde, Batı dillerinden alınan kelimelerin fonetik tercümesi elli yıla yakın bir süreyle norm olmaya devam etti. 20. yy’da Fransızcadan alınan üç bini aşkın sözcüğün tamamı Türkçeleştirilmiş yazımla benimsendi. Aynı şekilde İngilizceden alınanlar da tramvay (tramway), caz (jazz), dretnot (dreadnought), futbol (football), ofsayt (offside), nakavt (knockout), blucin (blue jeans), seksapel (sex-appeal) gibi Türkçe imlaya adapte edildi.
İngilizce alıntılarda bu kuralın, 1980 ile 1985 arasına isabet eden bir tarihte, sessizce tersine döndüğünü görüyoruz. Bu tarihten sonra Türkçe kullanıma giren İngilizce kökenli kelimelerde genel kural, İngilizce imlanın korunmasıdır. Email, fast-food, network, off-road, piercing, wireless, delete, save, workshop ve benzerleri normdur. İmeyl, festfut, netvörk, ofrot, pirsink, vayrles, dilit, seyv, vörkşop… kullanılmaz, veya kullanılırsa “yanlış” olarak algılanır.
Kabul gören yazım, sözcüğün ne zaman Türkçe genel kullanıma nüfuz ettiğine ilişkin iyi bir göstergedir. Bir kamyon çeşidi olan treyler 1950’lerden beri kullanımdadır; “film fragmanı” anlamına gelen trailer Türk basınında ilk kez 1995’te görülmüştür. Aynı İngilizce sözcük Türkçeye 20. yy başlarında futbol terimi aut, 1980’li yılların ikinci yarısında moda terimi out olarak girmiştir. Türkçede 1930’lardan beri kullanılan kovboy v ile, 1980’lerde yaygınlaşan western w ile yazılır; Türkçe metinde cowboy yazımı yadırgandığı gibi, vestern yazımı da yadırganır.
İngilizce imla ile yazılan sözcüklerin diğerlerinden daha az “Türkçe” saymak için tutarlı herhangi bir neden gösterilemez. Maç (match) ya da mayın (mine) “Türkçe” sayılarak sözlüklerde yer alırken, Türkçe metinlerde onlarla yaklaşık eşit sıklıkta kullanılan email veya web sözcüklerinin “yabancı” sayılması için makul bir neden yoktur. “Top auta gitti” cümlesindeki aut Türkçe sözlüklerde yer alırken “dar yakalar bu sene out” cümlesindeki out’un dışarıda bırakılması herhangi bir tutarlı gerekçeyle savunulamaz.

Thursday, May 2, 2019

Türkiye Türkçesi

Türkçede “Türkçe kökenli” sayılan kelimeleri dört kronolojik grupta mütalaa edebiliriz.
ETü: Orta Asya Türkçesinden miras olanlar. Yani 1070’li yıllara dek yazılı kaydı bulunanlar.
OTü: Türkiye Türkçesinin ilk yazılı eserlerinin verildiği y. 1300 yılını izleyen yüz yılda belirenler. Hemen hepsi aynı zamanda Kıpçakçaya, büyük bölümü aynı zamanda Harezm ve Çağatay Türkçesine ait olan bu kümeyi “Orta Türkçe” olarak adlandırıyorum.
TTü: 1400 ile 1924 yılları arasında Türkiye Türkçesinde belirenler. Bu sözcüklerden hemen hiç birinin diğer Türk dillerinde eşdeğeri yoktur. Yaklaşık 1400-1420 yıllarından itibaren Türkiye Türkçesi, diğer Türkçelerden bağımsız bir gelişme çizgisine girmiş görünmektedir.
YTü: 1932-1983 yılları arasında “Dil Devrimi” bünyesinde üretilenler.
Nişanyan Sözlük’te birinci grupta 1417, ikinci grupta 521, üçüncüde 725, dördüncüde 609 sözcüğe yer verilmiştir. Etimolojiyle ilgilenen bir sözlükte problemsiz türevlere, bariz bileşiklere ve deyimlere yer verilmediği için, istenirse bu sayılara daha başkaları da eklenebilir. Ancak oranların çok değişeceğini sanmıyorum.
Aşağıda üçüncü gruptaki 725 sözcüğü görüyorsunuz. Eklektik, hatta tutarsız bir listedir. A) ETü ve OTü köklerden türetilmiş yeni sözcükler ve en az bir öğesi ETü/OTü olan bileşikler, B) yansıma sesler, ünlemler ve ikilemeler, C) kaynağı belirsiz veya kuşkulu olup başka bir dille irtibatı kurulamayan sözcükler gösterilmiştir. Kırk elli kadarı 20. yy’ın ilk çeyreğinde Anadolu ağızlarından yazı diline devşirilmiş sözcüklerdir. Gerisinin Osmanlı döneminde İstanbul dilinde türemiş ya da benimsenmiş sözcükler olduğu varsayılabilir.
abart-, abaza, abuk sabuk, abur cubur, açıkla-, açmaz, adamcıl, adaş, ağıt, ahududu, akıntı, alavere dalavere, alaz, albeni, allak bullak, andavallı, apış, apış-, argın, arkadaş, askı, asma, aşk et-, atak1, atıştır-, atkı, aval aval, ayla, azal-, azmak, babacan, babalık, babayani, bakım, bakraç, bangır, bar3, barış, basamak, baskı, basma, başbuğ, başlangıç, başlık, batak, bay-, bazlama, be/bre, benimse-, bıcır, bılkım, bıngıldak, bilgiç, bilmece, binek, biricik, birleş-, bitirim, bitkin, bodur, bozgun, böbrek, böcek, bölge, börtü böcek, bulgu, buluntu, buram buram, burcu burcu, burçin, burgacık, burgaç, burgu, büklüm, cadaloz, cavlak, cay-, cayır, cılk, cıvı-, cıvıl, cız, cızbız, cızlam, cibre, cicim, cicoz, cik, cozut-, cumbul, cumburlop, cup, curcuna, cümbür cemaat, çakıl, çakırkeyif, çakma, çakşır, çançan, çapa, çapraş-, çavlan, çekçek, çeki, çekin-, çekmece, çel-, çelenk, çelim, çent-, çete, çetele, çetin, çetrefil, çığ, çığlık, çıkar, çıkı, çılbır1, çılgın, çıngar, çıplak, çırçır2, çırmık, çıt, çıtır, çiti, çizgi, çiziktir-, çizme, çoluk çocuk, çomar, çopur, çökelek, çökertme, çömez, çüş, dağlıç, daha, dalkavuk, dalya2, dalyarak, damla, dan, dangalak, dangıl, darmadağın, dayanık(lı), deh, delişmen, dene-, denizanası, dereotu, derle-, devin-, dır/dırdır/dırla-, dibek, didik, dipçik, dişbudak, dişlek, doğrul-, dokunak(lı), dolandır-, dolaş-, dolayı, dolgun, dolma, dolmuş, domal-, donanım, dondurma, döngel, dönüm, duba, duvak, duygu, dümbük, dürtü, dürüm, düşkün, düşünce, düttürü, düzmece, ebegümeci, eciş bücüş, edin-, efil efil, eğlence, eğrelti, ekser2, ekşimik, elâ, eldiven, elebaşı, emekli, emektar, engel, engin, enikonu, entari, epeyi, ergin, erim, evcimen, evelek, ezgi, fanfinfon, faş2, fellik fellik, fes, festekiz, fıkır, fıldır, fır, fırıldak, fıs, fıskiye, fış, fışkır-, fingirde-, fink at-, fiske, fiskos, fos, fosur, gacır, gaga, geçim, geçin-, gelberi, gele, gelecek, gelir, geliş-, gevele-, geven, gezgin, gezinti, gıcır, gıdak, gıdık, gık, gır, gırgır, gırla, gırtlak, gider, gidişat, gitgide, gocun-, goygoy, göçebe, gölet, görenek, görgü, görkem, götlek, götürü, gözde, göze, gözenek, gözleme, gözlük, guguk, gulgule, gurk, güdük, gündelik, güney, güneyik, gürgen, güvez, habire, haldır, ham halat, haminne, hamut, hap2, hapaz, hapşu, har2, hatıl, hav1, hav2, havlu, havut, haydi, hayhay, haylaz, hayta, heyamola, hık, hım, hımbıl, hırpala-, hırt, hış, hışır, hin1, homur, hop/hoppala, hoppa, hor2, horozbina, hoşt, hödük, ıkın-, ılgıt ılgıt, ılıca, ılıman, içerle-, içerlek, içkin, imece, isot, işgüzar, izci, kabara, kaçamak, kahvaltı, kakır, kalcı, kaldırım, kalıntı, kalkın-, kama, kanıksa-, kapalı, kaparoz, kapatma, kaplıca, karağı, karavana, kargın, karık, kasnak, kaşıkçıl, katakulli, katla-, katmer, kavlağan, kavlak, kavşak, kaydırak, kaykıl-, kaynak, kaypak, kaytan, kekeme, kelepir, keleş, kem küm, kepenk, keser, kesim, kesinti, keskin, kesmik, kıkır, kıkırdak, kılıbık, kımıl1, kıpır, kıraç, kıranta, kırbaç, kırçıl, kırıt-, kırt, kıs kıs, kış2, kıtık, kıtır, kıtlama, kirkit, kocaman, kokla-, kokoz, kolla-, kolluk, kopça, korkuluk, kotan, kovan, koyak, kozalak, köken, kökez, köle, kösemen, kubat, kumsal, kurdeşen, kurnaz, kurum2, kuruntu, kuşane, kuşku, kuytu, küçümen, kürtün, lak lak, lakırdı, langır, langırt, lap, lapa, lazut, lenduha, lığ, lık, lokum, lolo, lop1, loş, lüp, malak, manav, mangiz, mankafa, mantı, marsık, martaval, maslak, mavna, melez, mışıl, mıymıntı, mız, mızık, minder, miralay, musluk, mutlu, nasıl, nobran, obruk, oklava, okunaklı, olağan, ora, orostopollu, ovuştur-, oyala-, öbek, öcü, ödlek, öteki, özdek, özen, özle-, paçoz, paldır küldür, parıl, parpulla-, pasaklı, paspas, pat2, patla-, patlangıç, peh peh, peki, pekiş-, pepe, pırıl, pırtık, pısırık, pıt, pinti, pisi1, pişti, pohpoh, ponpon, pos bıyık, pörsü-, puhu, püskü, rap1, saçma, sağanak, sağla-, sağlam, sağlıcak, sakağı, saklambaç, salak, saldır-, salgın, salta, sapık, sapır, sargı, sarkıntı, sarman, sarmaşık, sarpun, sarsak, savsakla-, saya, saygı, sayı, seki2, sepele-, sepi, serdengeçti, seren, sergen, sevimli, sezgi, sıcak, sığla, sıkılgan, sıkıntı, sırıl sıklam, sırıt-, sırtar-, sıva, sıvazla-, sıvış-, siftin-, silme, sinsi, sis, sivril-, soluk1, soluk2, soymuk, sölpü-, söve, sözcük, sulak, suna, sundurma, sunturlu, sus-, suvat, süklüm püklüm, sümsük, sünepe, sürek, sürfe, sürgü, sürgün, sürükle-, sürüm, sürünceme, süs, sütlaç, süzgeç, şabalak, şak, şakı-, şaklaban, şallak, şamar, şaplak, şapşal, şarkı, şaşkaloz, şayak, şık3, şıp, şıpıdık, şır, şırfıntı, şimşek, şişko, şişman, tabanvay, tafra, tak2, takatuka, takım, tangır, tantun, tapşın, taraz, tartakla-, tasımla-, tasla-, taslak, tatar (postacı), tatarcık, tavan, tavla-, tavşancıl, tebelleş, tedirgin, tefeci, tefek, teker, tekerle-, tekin, tekme, telkâri, terelelli, tıka-, tıkaç, tıkız, tıksır-, tın, tın-, tıp2, tıpa, tırak, tırkaz, tırlat-, tırmala-, tırtık, tırtıl, tıs, tiksin-, tir tir, tokat, tombul, topaç, topak, toparla-, topla-, toplu, toptan, topyekûn, toraman, tos, tosbağa, toz2, tökezle-, trink, tutamak, tutarık, tutum, tüm, tümsek, türedi, türkü, uçarı, uçuk1, uçurtma, uğraş, uğul, ulan, usturup, utangaç, uydur-, uygun, uzlaş-, ücra, üfle-, üfür-, ürün, üstele-, üstesinden gel-, üveyik, üvez2, vakvak, varagele, vıcık, vır, vire, vurgun, yadırga-, yağdanlık, yakala-, yalaka, yalama, yalçın, yalpa, yamak, yamalak, yamrı yumru, yankesici, yanpiri, yapıncak, yaşıt, yatalak, yaygara, yayvan, yazma, yekin-, yeldirme, yelloz, yerleş-, yestehle-, yetkin, yılankavi, yırtmaç, yobaz, yokla-, yolsuzluk, yonga, yordam, yorum, yosma, yudum, yumurcak, yusufçuk, yutkun-, yuvalama, yuvarla-, yüksün-, yüzgeç, zağar, zamkinos, zangır, zar2, zebella, zevzek, zeybek, zıbar-, zıbık, zıp, zıpır, zır, zırt, zırtapoz, zirzop, zonk, züppe (725)
Liste Türkiye Türkçesinin “lezzeti” hakkında bence çok net bir fikir verir. Sevimli, esprili, teklifsiz bir dildir. 1930 sonrasının Yeni Türkçesinden farklı bir lezzettir.
Cadaloz... ahududu... alavere dalavere... habire... akrep ve yelkovan... buram buram... cızbız köfte... kıkırdak... lakırdı... pohpohlamak... yumurcak... kılıbık... görgü... çakırkeyif... Bir çeşit Türkçe bunlar. Kamutay, özdekçilik, görüngübilim, çevresel, imleç, eşcinsel, kentsoylu, betimleyici, bunlar da diğer çeşit.
Çakıştıkları noktalar illa ki vardır. Ama tarzın nasıl değiştiğini – ve ne kadar daraldığını – görüyorsunuz değil mi?