Thursday, June 24, 2021

Kısaca, modern Türkiye tarihi: Sekülarizm

Sekülarizm: umumca tanınan dini kuralları ve o kuralların sözcülerini kamu yönetiminde bağlayıcı saymayan anlayış.

Başka tanımlar da olabilir; laiklikle sekülerlik aynı mı değil mi sonsuza dek tartışılabilir. Şimdilik ben bunu önereyim. “Umumca tanınan” şartı önemli. Çünkü aklınıza gelebilecek her ahlak kuralı ve/veya yönetim ilkesi din bazında savunulabilir. Din uğruna anadan doğma gezen Üryan Babalar olmuş tarihte; komünist hıristiyanlar da olmuş. O yüzden din derken dinin “aslını” değil (her ne demekse), ümmetin icmaını kastediyoruz. “Kamu yönetiminde” yerine “bireysel ahlakta” diyebilirdik; o da geçerli bir bakış açısı. Ama burada o kastedilmedi. Bir yönetim ilkesinden söz ediyoruz.

Türkiye’de sekülarizm konusu 19. yy’ın ilk yarısında gündeme gelir. Tek ve bariz bir hareket noktası vardır: Anadolu ve Rumeli nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturan gayrimüslimlerin haklarını müslümanların zulmünden korumak. “Gerçek İslam o değil” diye hemen atılmayın lütfen. İslam hukuku zimmileri kısıtlı haklara sahip ikinci sınıf insan olarak tanımlar. Bunun teorik gerekçesi neyse ne, gerçek dünyada pratik sonucu, birtakım güçlü kişilerin, hukuken üstün olan konumlarını istismar ederek gayrimüslimlere keyfince zulmetmesidir. Dolayısıyla prensipte basit ve hatta “İslama uygun” bir talep gibi görünen zimmilere adalet talebi, uygulamada İslam hukukunun – şeriatin – kısmen dahi olsa lağvını, yahut güncel koşullar ışığında “yeniden yorumlanmasını” gerektirir. Dolayısıyla sekülerleşme.

Konu gündeme gelmiştir çünkü 1820’lerde imparatorluğun iki mühim bileşeni, Sırplar ve Yunanlar, isyan etmişler ve Avrupalıların desteğini kazanıp devletten büyük birer lokma koparmayı başarmışlardır. Kuzeydoğuda Ermeniler eziyete daha fazla tahammül etmektense Rusların vaatlerine kanıp 1828’de topyekün göçmeyi seçmiş, koca Erzurum eyaleti bu yüzden viran ve hoban kalmıştır. Suriye’de Hıristiyan isyanı büyük yıkım pahasına önlenebilmiş, Cebel-i Lübnan’da önlenememiştir. Gidişin tehlikesini gören Osmanlı devlet aklı bu nedenle uykusundan uyanıp 1) Tanzimat fermanı ile müslim ve gayrimüslim arasında eşitlik ilkesini ilan etmiş, 2) Islahat Fermanı ile devletin amir kademelerinde gayrimüslimlerin görev almasını kabul etmiştir. Her ikisi İslam tarihinde ilktir. Her ikisi Hanefi İslam hukukuna açık ve kesin olarak aykırıdır. Kuran’ın açık ayetlerine, peygamberin hadislerine, Hz. Ömer’in adaletine, dört mezhebin fıkhına da aykırıdır. Din eğer ümmetin icmaı ise, din elden gitmiştir.

Elbette Avrupalılar da teşvik ettiler. Elbette Avrupalıların o güne dek benzeri görülmemiş teknik, ekonomik, askeri, kültürel, ahlaki başarıları da Osmanlı yönetici sınıfının gözünden kaçmadı. Gâvurlar bunu başarıyorsa gâvurlukta bir hikmet mi var acaba?

Neden olmadı

Deney başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Çünkü:

1) Özellikle taşradaki müslim ahali, islamın yüzyıllardan beri kendilerine sağladığı ayrıcalıklı konumu ( = tasallut ve yağma özgürlüğünü) terk etmek istememiş, reformcu Osmanlı yönetim kadrosu da  onları hizaya getirecek iradeyi ve gücü sergileyememiştir.

2) Yüzyılların baskısından kurtulan gayrimüslimler, bence yeterli titizlikle henüz tetkik edilmemiş nedenlerle, çok büyük hızla kalkınmaya başlamış ve toplumun birçok katında başat konuma gelmişlerdir. Doğal olarak bu durum müslim ahalinin tepkisine yol açmıştır. (Yok hayır, gayrimüslimler eskiden beri zengin değildi, 19. yy’ın ikinci yarısında kalkındılar.)

3) Gayrimüslimler devletin niyetine ve daha mühimi gücüne yeterince güvenmedikleri için Avrupalının (Rus dahil) desteğini aramaya devam etmiştir. Avrupalının canına minnet, bunu fırsat sayıp imparatorluğun etinden et koparmaktan bir an geri durmamıştır.

Yorgan gitti, neden kavga bitmedi

Sonuçta Osmanlı eliti, memleketin gayrimüslim nüfusunu topyekün tasfiye etmekten başka çözüm yolu bulamamıştır. Bu fikir 1878 hezimetinden – Doksanüç Harbi – sonra yavaş yavaş olgunlaşır, 1895 katliamında ilk deneme sahasını bulur, 1912 Balkan hezimetinden sonra Osmanlı-Türk yönetici sınıflarının oy birliğini kazanır, 1923 nüfus mübadelesi ile hızını kaybetme sürecine girer. Hak istediler verdik, en azından verir gibi yaptık; bu uğurda dinimizi bile sattık, en azından sattığımıza kendimizi inandırdık. Yetinmediler. Daha ne yapalım, günah bizden gitti.

Peki sekülerlik deneyinin sonu 1915-1923’te gelmiş midir? Hayır, gelmemiştir. Çünkü Osmanlı eliti ve onların kesintisiz devamı olan ilk cumhuriyet seçkinleri Reform’a samimiyetle inanmıştır. Bu uğurda yaşam tarzını ve yönetim felsefesini değiştirmiştir. Batı kıyafet modalarına özenmiş (hayır, şapka devrimi değil, çok önceden, II. Mahmut reformlarından beri), Batının kültürel normlarını şiar edinmiş, Batı sanatına öykünmüş, kendi aralarındaki fikir ve bilgi tartışmalarında Batıyı hakem kabul etmiş, Batı dillerinden tercüme yeni bir dil oluşturmuş, Batının bıyık ve sakal modellerini, yemek yeme usullerini, eğlence kalıplarını, eğitim kurumlarını, yazı üslubunu, hatta din ve ahlak anlayışını, hatta namahreme bakış açısını sadakatle taklit etmiştir. Şimdi memlekette irtica muzaffer olmuşken bunların geleceği ne olacak?

Evet, irtica muzafferdir. Milli Mücadele yıllarında taşra erkânı, taşra ahlakı, taşra müslümanlığı yakın tarihte hiç olmadığı kadar güçlenmiş ve ulusal söyleme hakim olmuştur. Şimdi gâvur hazır denize dökülmüşken gâvurun içteki yoldaşı olan Türk elitlerinin, mesela İzmirli Uşşakizadelerin, yahut istediği kadar vatan-millet diye yırtınsın Amerikan Kolejliliği üstünden atamayan Halide Edip’in denize dökülmemesi için sebep var mıdır?

Türk elitinin kültürel modeli ve sosyal dayanağı olan, ona modacı, eğitmen, garson, banker, editör, mimar, matbaacı, tarım danışmanı ve piyano hocası olarak hizmet eden yerli gayrimüslimler gidince bu zümre Anadolu taşrasında – taşrayı bırak, metropollerde – nasıl tutunacaktır? İnsanoğlunun en kutsal varlığı olan seçkinliğini nasıl sürdürecektir?

Yeni rejimin Osmanlı’dan miras seçkin zümreyi kollaması için haklı nedenler vardır. Eldeki insan malzemesi bundan ibarettir. Yedek kadrolar yoktur; olanlar savaşta heba edilmiştir. Rusya’daki gibi radikal bir sınıf değişiminin altyapısı yoktur (Bolşevik kadroların büyük bölümü düzgün eğitim almış fakat Çarlık rejiminden dışlanmış entelektüellerdi; Türkiye’de iseidadi veya üstünü okumuş olan herkes zaten Osmanlı yönetim kadrosu içindeydi). Daha önemlisi, bütün dünyada Avrupa kayıtsız ve şartsız olarak egemen görünmektedir. Onların dilini konuşmaz, onların usullerini benimsemezsen hayatta kalma şansın yoktur. Onların dilini konuşan da, malum bir avuç azınlıktır. O azınlık korunmalıdır.

Yeni model, laiklik

Laiklik, Osmanlı sekülarizminin Cumhuriyet dönemindeki yeni adıdır. Maksat yine nettir, maksat islam-dışı azınlığı islami inanç ve asabiyetin tasallutundan korumaktır. Bazı insanlar namaz kılmayabilir, oruç tutmayabilir, şarap içebilir, islami tesettüre aykırı giyinebilir, ehl-i harbin değer ve duyarlıklarını paylaşabilir, onların müziğini tercih edebilir, Kuran’ın açık hükmü hilafına gayrimüslimle dostluk ve hatta izdivaç edebilir, kızlarını islamın namahrem ilkelerine meydan okuyacak tarzda yetiştirebilir. Fakat devlet, bu insanların hukukunu korumaya kararlıdır. Bir başka deyimle Devlet, dinin emir ve yasaklarından bağımsızdır. Meşruiyet kıstasları dininkinden farklıdır.

Cumhuriyet laikliğinin çelişkileri çok tartışıldı; burada onlar üzerinde fazlaca durmayacağım. Yalnız belki yeterince farkına varılmayan bir çelişkiye değinmekte fayda görüyorum. ‘Laiklik’ yoluyla kendini korumaya alan zümre daha dün ülkenin gayrimüslim nüfusunu imha etme kararını oy birliğiyle alıp uygulayan, onların yağmalanmış mal varlığıyla gücünü pekiştiren aynı zümredir. Kendilerini savunmak için dayandıkları ilke, yani sekülarizm, daha dün büyük bir  hunharlıkla çiğnemeyi ‘milli destan’ saydıkları aynı ilkedir. Varoluşları dehşetli bir iki yüzlülüğe dayanır; bir ahlaki ucubedir. İslamı reddederler; ancak mantıken islamın antitezi olan bir dine meyledemezler. Çünkü ‘mevcudiyetlerinin yegane temeli’ olan cumhuriyetin kuruluş öyküsü, bizzat kendilerinin, o dinin mensuplarını ülke sathından temizlemesinin öyküsüdür. Temizlik operasyonu islam adına yürütülmüştür; ancak bu gerçek asla itiraf edilemez, çünkü cumhuriyet eliti 1923’ten sonra varoluş mücadelesini aynı islama karşı vermektedir.

Bu çelişkinin yarattığı boşlukta palazlanan yeni inanç veya mezhebe ‘Türk milliyetçiliği’ adı verilir. Denir ki gayrimüslim nüfus din yüzünden değil, ‘millet’ yüzünden imha edilmiştir. Cumhuriyet eliti ise meşrudur, çünkü onlar ‘millidir’. Unutulur ki millet Osmanlıca “din” demektir. 1900’lerin başına dek o anlamda kullanılmıştır.

Türk milliyetçiliği, bir riyakârlığın adıdır. İslama boyun eğmeyenler yok edilmelidir; ancak islama boyun eğmeyenler eğer ‘Türk’ ise korunmalıdır. Buyurun, Türk milliyetçiliği. Bu.

Neden yenildiler

Kökteki bu derin çelişki, laikliğin şemsiyesi altına sığınan Osmanlı-Türk elitinin zaman içinde tıkanıp tükenmesine yol açacaktır. Cumhuriyet’in ilk günlerinden beri yeni nesiller hıristiyanlığa ve gayrimüslimlere karşı kuşku ve nefretle yetiştirilmiştir. ‘Milli’ olan iyidir. Buna karşılık gayri-islami yaşam tarzına sahip olanlar korunmalı ve hatta yüceltilmelidir. İyi de, neden?

Diğer yandan modern dünyanın koşulları devlet bürokrasisinin sınırsızca büyütülmesini, dolayısıyla gereği gibi eğitilememiş kitlelerin yönetici kadroya dahil edilmesini gerektirmektedir. Bir süre sonra bu kitlenin inanç ve önyargıları Cumhuriyet elitine baskın gelmeye başlayacaktır.

‘Laiklik’ davasının öznesini oluşturan gayri-islami yaşam tarzına sahip seçkinler 1960 ve 1980 askeri darbelerini izleyen iki dalgada siyasetten ve devlet yönetiminden tasfiye edilecektir. 1960’lar tasfiyesi sosyolojik açıdan ilginç bir dönemeçtir. 27 Mayısta büyük devrimi gerçekleştirmek amacıyla idareyi  ele alan askerler, geleneksel kentli seçkin vs. taşra halkı ikileminin dışında, sınıfsız, köksüz, idealist askerlerden ve onlara bağlı devlet uzmanlarından oluşan yeni bir yönetici zümre oluşturma hülyasına kapılmışlar, fakat çok kısa sürede yenilip tasfiye edilmişlerdir. 12 Eylül darbesini izleyen dönemde ise, eski Osmanlı elitinin devamı olan ‘laik’ cumhuriyet seçkinlerinin devlet yönetiminde yer alması neredeyse imkansız hale gelmiştir.

1980’den sonra sözkonusu seçkinlerin yaşam alanı – hariciye ve istihbarat gibi bir iki istisna ile – devlet-dışı alanlarla sınırlıdır: üniversiteler, tıp, basın ve görsel medya, yayın ve sanat dünyası, reklam sektörü, finans sektörü, uluslararası şirketlerin Türkiye temsilcilikleri. Kısacası, TÜSİAD-land. Kısıtlı istihdam ve iktidar fırsatı sunan bu sahalarda yer bulamayanlar, Özal döneminden itibaren artan bir hızla yurt dışına göçmeye başlayacaktır.

Günümüzde filmin sonu görünmüştür. Anılan sektörlerin her birinde tasfiye hızlanmıştır. Hemen her gün başka bir mevziin düştüğü haberi gelmektedir. ‘Laik’ zümre artık kendine ait saydığı sahaların her birinde inisyatifi kaybetmiş, üç dört kentin birer semtine hapsedilmiş, anlamlı istihdam olanaklarından yoksun, kendini kanıtlama sahası olarak bir avuç kafe ile instagramdan başka seçeneği kalmamış bir marjinal gruptur.

Bu dönüşümün Erdoğan rejiminin “suçu” olduğunu zannetmek bence fazlaca naif bir bakış açısı olur. Erdoğan, olsa olsa, ebedir. Dönüşümü getiren güçler ondan çok daha büyük ve derindir. Yarın Erdoğan gitse de bir şey değişmeyecektir. Bir devir kapanmıştır. Geçmiş olsun.

Geriye ne kaldı

Buna rağmen Türkiye’de hala sekülarizm davasının – az da olsa – güncelliği varsa üçüncü bir ümmet-dışı grubu, Alevileri, hesaba katmamız gerekiyor. Türkiye’de bugün yeni devlet düzeni önündeki başlıca engel, başka bir konu olan Kürtlerin yanısıra, müslüman zulmüne karşı korunma talep eden Alevilerdir.

O konuyu başka zamana bırakalım.

Monday, June 21, 2021

Memleket Nasıl Kurtulur, Yeni Dizi - 1 (Mahfi Eğilmez'in Notları)

Eski Hazine müsteşarlarından Sn. Mahfi Eğilmez geçen günkü yazısında Türkiye’nin yönetiminde nelerin bozuk olduğuna dair bir envanter çıkarmış, geleneksel Beyaz Türk kalıplarını tesbih duası gibi art arda sıralamış.

Aklıma gelen itirazları not aldım. İsterseniz “Siyasal Konular ve Dış Politika” başlıklı ikinci bölümden başlayayım, gerisini önümüzdeki günlerde nasipse sizinle paylaşırım. İtalik olan satırlar Mahfi Beyin teşhisleri, gerisi benim notlarım.

*

Demokrasi eksikliği; güçler ayrımının olmayışı.

Maalesef bütün dünyada gidiş bu yöndedir. Türkiye’de yaşananlar mesela Rusya, Hindistan, Çin, Macaristan, Polonya, Ukrayna, Azerbaycan, Mısır, Cezayir, Tayland, Filipinler, Venezuela, Nikaragua, Etiyopya ve daha birçok ülkede olan bitenden farklı değildir. Demokratik işleyişi görünürde henüz koruyan ABD, İngiltere, Avustralya, Brezilya, Arjantin, Şili, İsrail, Gürcistan gibi ülkelerde de, a) emniyet ve istihbarat örgütlerinin aşırı güçlenerek yönetime fiilen el koyması, b) parlamentoların işlevsizleşmesi, c) yargının belli sahalarda tamamen hükümet denetimine girmesi (bkz. İsveç ve İngiltere’de Julian Assange davaları), d) basın ve ifade özgürlüklerinin radikal bir şekilde kısıtlanması norm haline gelmiştir.  

Bütün dünya bir yöne giderken Türkiye’nin farklı olmasını istemek çok gerçekçi olmasa gerek.

Laiklik ilkesinin zedelenmesi.

Türkiye’de laiklik, a) gayrimüslimlerin, b) gayrimüslim yaşam tarzına özenen Türk azınlıkların, c) bazı kesimlerce gayrimüslim sayılan Alevilerin haklarının korunması anlamına gelir. Başka bir içeriği yoktur.

Son yıllarda vahim ölçüde zedelendiği doğrudur. Bu gelişmenin temelinde, adı geçen gruplardan ikincisini Türk toplumunda Tanzimat’tan bu yana edinmiş oldukları egemen konumdan tasfiye etmeye yönelik bilinçli ve kararlı bir politika olduğu anlaşılıyor. Belli ki Türk devleti, yeni bir yönetici elit, yeni bir elit konsensusu oluşturmaya karar vermiş ve bunun en kolay İslami-milli bir söylem üzerinde inşa edilebileceği kanaatine varmıştır.

Bu politikanın ülkedeki yetişmiş (yani: elit pozisyona sahip veya aday) insan varlığına ağır bir darbe vurduğu ve vurmaya devam edeceği açıktır. Lakin uzun vadede ülkenin (yani: devletin) gücüne fayda mı zarar mı vereceği henüz aşikar olmaktan uzaktır. Cahiller ülke yönetemez diye bir kural bilmiyorum: bkz. Cengiz Han, Abdülhamit, Stalin, Enver-Kemal, Mao vs.. Ülkeyi “Avrupai” tarzda eğitilmişlerin yönetmesi gerektiği iddiası da, Batı dünyasının bugün içinde bulunduğu durum göz önüne alındığında, teyide her zamankinden daha fazla muhtaçtır.

Laiklikten dönmenin ciddi oranda zarara uğratacağı diğer zümre Alevilerdir. Bugün Alevilerin topluca muhalif kanatta yer almasında bu olgu baş rolü oynar. Dönüşüm projesinin önündeki başlıca engelin de, az önce değindiğimiz (b) grubundan çok (c) Alevilerdir diye düşünüyorum. Yeni gayri-laik Türkiye, Alevi olgusunu nasıl hazmedebilir? Korkutulup susturabilir mi? Asimile edebilir mi? “Alın Dudullu belediyesi sizin” deyip sus payına razı edebilir mi? Zaman gösterecek.

(a) grubu açısından değişen bir şey yoktur. Gayrimüslimler 1913-1923 sürecinde zaten tasfiye edilmişti. Son dönemde durumlarının önceki dönemlere oranla marjinal bir nispette iyileştiği bile söylenebilir.

 Siyasal partiler yasasının lider sultasını özendirici yapıda olması.

Maksat “KK gitmedikçe umut yok” mesajını vermekse doğru tespit; ancak “özendirici” yanlış, “yasalaştırıcı” yapıdadır. Yasaya göre parti liderinin kendi rızası dışında değiştirilmesi mümkün değildir. Bu yüzden KK gibi on bir yılda girdiği her seçimde hezimete uğramış biri, arzu ederse sonsuza dek partinin tek yöneticisi olarak kalabilir.

Kuvvetli siyasi parti yapılarının günümüzdeki tek işlevi (ABD’de, Almanya’da olduğu gibi) ilginç ve sistem dışı alternatiflerin siyaset sahnesine çıkmasını önlemektir. Bu nedenle siyasi partilerin gücünü kıran, yeni parti oluşumlarını teşvik eden yasal düzenlemeler tercih edilmelidir.

Yüksek Seçim Kurulunun tümüyle bağımsız olmaması.

Aksi düşünülemez. Tüm devlet kurumlarının asli görevi devleti ve devletin çıkarlarını korumaktır. Olsa olsa Devlet çıkarının bir parti veya hükümetle özdeşleşmesini önleyecek tedbirler üzerinde düşünülebilir; iktidar kadrolarının belli sıklıkla değişmesini zorlayacak düzenlemeler tercih edilebilir.

Lakin düzenleyici kurulun iki veya daha çok düzen partisi arasında “tarafsız” göründüğü hallerde dahi bağımsızlık göstermelik olmaktan öteye gidemez. Düzen partilerinden biri Devletin ‘ali menfaatlerine’ aykırı bir çizgi tuttuğunda hakem kuruluşlarının ne yollara sapabileceğini son ABD seçimlerinde net olarak gördük. Siyasi mücadele teknikleri bir kez bu denli çığırdan çıkınca yeniden eski naif günlere dönülebilir mi, göreceğiz.

Merkezi yönetimle yerel yönetimler arasındaki ilişkilerin siyasal içeriğe dayalı olarak kurulması.

Yerel yönetim Türkiye’de (ve dünyanın çoğu yerinde) bir rant mekanizmasıdır, başkaca fazla bir işlevi yoktur. Merkezi hükümetin bu ranttan pay istemesi eşyanın tabiatı gereğidir. Rantı paylaşmanın en etkili ve barışçıl yolu ise siyasi sadakattir. Öbür türlü sınırsız yolsuzluk, çatışma ve mafya hesaplaşmalarının önü alınamaz.

Bütün komşularla sorunlu olunması. Bizimle yakın ilgili olan üç büyük güçle, ABD, AB ve Rusya ile sorunlu ilişkilerin düzene sokulamaması.

Türkiye komşuları arasında a) nüfus, b) ekonomik hacim ve c) askeri güç açısından en hızlı büyüyen ülkedir. Dolayısıyla komşularının her biriyle sorunlu olması kaçınılmazdır. Bileşik kaplar yasası böyle işler.

Dünyada mevcut düzenin istikrarını temsil eden büyük güçlerin, hızla büyüyüp bölgesel dengeleri tehdit eden bir ülkeden rahatsız olması da doğaldır. Türkiye’nin bu zor pozisyonda ABD ve Rusya ile sürdürdüğü denge politikaları başarısız mıdır? Bu konuda karar vermek için henüz elde yeterli veri olmadığını düşünüyorum. AB ile ilişkiler sorunludur, evet. Ancak bu durum politik basiretsizlik ürünü müdür, yoksa Türk dış politikasını oluşturanların AB’nin askeri/diplomatik gücüne ve geleceğine ilişkin olumsuz değerlendirmelerinin yansıması mıdır, tartışmak gerekir.

Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakerelerinin yürütülememesi.

Türkiye’nin kabahati değildir. Avrupa’nın baştan beri kötü niyetle müzakere ettiği, Sarkozy ve Merkel’in 2010-11’de müzakereyi yokuşa sürmelerinin ise zımnen bilineni açıkça ortaya koymaktan ibaret olduğu açıktır. Tam üyelik hiçbir zaman gerçekçi bir perspektif değildi. AB’nin Brexit sonrası içine düştüğü acz halinde büsbütün gündem dışı kalmıştır.

Bütün bunların bir sonucu olarak Türkiye, en iyinin ilk sırada bulunduğu Siyasal İstikrar Endeksinde 194 ülke arasında 174’üncü sırada yer alıyor.

Bu iddia gülünçtür. Siyasi istikrar şayet bir değer ise şüphe yok ki Türkiye – Rusya ile birlikte – son yirmi yılda bölgenin ve dünyanın en istikrarlı ülkelerinden biridir. AB müzakerelerinin kesilmesinden doğan rota düzeltimi dışında dış politikasını yirmi yıldan beri oldukça tutarlı bir çizgide yürütmüştür. İç politikada da, 2007, 2013-14 ve 2016’daki bir dizi sert mücadeleye rağmen, ana projeden pek taviz verilmediği görülüyor. Uygulanan politikaların hoşumuza gitmemesi, istikrar olmadığı anlamına gelmez.

Egemen devletlerin propaganda kuruluşlarınca üretilen bu tür ‘karnelerin’ kıymeti, laf aramızda, Din ve Ahlak hocası Memetali Bey’inkinden çok farklı değildir. Öğrencinin başarısını değil hocanın hissiyatını belgeler.

Saturday, June 19, 2021

İslami hippilere dair

Melamilik yahut ehl-i Melamet, tarikat değil, çeşitli tarikatleri az ya da çok etkilemiş bir akım, şaşılacak kadar anarşist bir bakış açısı. 10. yy’da İran’ın doğusunda zuhur etmiş, sonraki iki yüzyılda başta Kalenderilik, Cevlakilik, Haydarilik, Abdalan-ı Rum, Şemsilik, Bektaşilik gibi ekollere çeşitli oranlarda damgasını vurmuş. Anadolu ve Rumeli’de bir yerde Üryan Baba yahut Falanca Abdal, Şemsi Dede veya Kaba Haydar diye yer duyarsanız bilin ki Melamet ehli size göz kırpıyor.

Melamî, lwm kökünden, “kınanan, ayıplanmayı hak eden” demek. Kınanacak bir yaşam sür demişler, namus ehli tarafından ayıplan, ki nefsini – yani egoyu – yenmenin yegane yolu budur. Kendini aşağılattır, rezil ve rüsvay ol, ahali önüne anadan doğma çıplak çık. Erdemli olacaksan erdeminden hiç kimsenin haberi olmasın. Zira öbür türlüsü riyadır. Göstermeliktir. Erdemi göstermelik olanın erdemi erdem değil erdemsizliktir.

Çılgın bir bakış açısıdır. Her ahlak teorisinin temelindeki ölümcül çelişkiye işaret ettiği için değerli. Ahlakı şiar edinmiş olan herkesin – istisnasız herkesin – ana güdüsü, başkalarının ahlakının noksanlığına işaret edip üstünlük taslamak değil midir?

He canım, tabii, erdemsizlik benim erdemimdir diyen de bir üst levılda aynı şeyi yapıyor, bu tuzaktan kaçış yok.

*

Şimdiki İslamcı literatüre girip bakarsanız gülsuyu kokulu bir sürü yavanlık bulursunuz, hiçbir şey anlamazsınız: “Onlar Allah’ı severler ... Allah yolunda cihad ederler, kınayanın kınamasından korkmazlar ...  cihad kelimesi ‘nefisle mücadele’ mânasında ele alındığında, melâmet teriminin Allah tarafından sevilmek, Allah’ı sevmek, O’nun yolunda nefs ile mücahede etmek ve bu mücahede sırasında kendisini kınayanların kınamasından korkmamak şeklinde belirlenmiş olup ... Cenâb-ı Hak o kişileri başkalarını mülâhaza etmekten koruduğu gibi kendilerindeki güzellikleri görüp kibirlenme ve kendini beğenme âfetinden de korumuştur ... Rubûbiyet kalplerini istilâ ettiğinden dolayı riyâsete karşı bir istek duymazlar ... bâtınlarındaki hali asla zâhirlerinde izhar etmediklerini, bu sebeple hallerine hiç kimsenin vâkıf olamayacağını...”

Tarihin en radikal ahlak öğretilerinden birini kuştüyü yastıkla boğmak diyelim, geçelim. Sekülerci literatüre zaten hiç bakmayın, onlar büsbütün cahil.

*

Cidden çarpıcı fakat nispeten kolay bir kaynak istiyorsanız mesela Vahdetî adlı edibin M 1523 tarihli Hâce-i Cihan ve Netice-i Can adlı eserine bakın derim (Akçağ Yay., Ankara 2015). O çağda yaygın olan derviş tarikatlerinin hepsine karşı dehşetli bir polemiktir. Melamilikten ismen söz etmez, ama Kalenderilerin, Haydarilerin, Rum Abdallarının, Bektaşilerin öğretilerindeki melametçi unsurları acımasız bir öfkeyle yerin dibine batırır. Tarz olarak skolastik diyalektiğin nadide bir örneğidir. Önce her tarikatin sözcüsünü konuşturur; coşku ve belagatle konuşturur, okuru neredeyse ikna edilecek kıvama getirir; sonra karşı konulamayacak argümanlarla her birini çökertir. Yarı şiir yarı nesirdir. Bildiğiniz muhafazakar İslam propagandasıdır, şüphe yok; lakin dilinin zarafetine, mantığının berraklığına, detaylarının inceliğine bakınca, Osmanlı’nın parlak çağına oranla yaşadığımız son iki yüz yılın nasıl bir kültür çölü olduğunu insana – bir kez daha – hatırlatır.


Kalenderler bölümünden uzunca örnek vereyim. Öykünün bir yerinde Kalenderiler güruhu hangâha varır, Hace-i Cihan onları misafir eder:

Ķalenderler gürūhı acīb ü ġarīb vücūh-ı hezār sütūhla ḫayl ü haşemle ve tabl ü ˁalemle aheng-i naġamātla ve gülbāng-ı salāvātla Ḫāce-i Cihānuñ ḫān-ķāhına müteveccih oldılar. Çün Ḫāce-i Cihān ol ḫulāsa-ı devrān bu cumhūr-ı pür-sürūrı gördi, tırāşīde ķaş ve saķal ve bıyıķ saçlar ve başlarında yünden örilmiş bir ḫoros ibigi tāclar ve arķalarında siyāh peşmīne şallar cümlesi pā-bürehne ve mesrūru’l-bāllar bu eşkāl-i ˁacībe ve bu efˁāl-i ġarībe tabˁına ḫoş gelmedi, ammā neylesün sāhib-i zāviyedür, çār-nā-çār hemān yerinden turdı, karşu vardı, öñlerine düşüb ḫān-ķāha getürdi. Meskenetler idüb meskenlerin gösterüb buyuruñ miskīnler dedi. Anlar daḫı meskenlerine geçüb sākin oldılar.

Kalenderlerin başı Rüstem-i Hemedani uzun bir mesnevi ile öğretilerini açıklar:

Vefā ˁāleminde ķalenderlerüz / Cefā āteşinde semenderlerüz

Bize āteş-i cevr kār eylemez / Ġam-ı fāķa bizde ķarār eylemez

Belāda çü Eyyūb-ı sābirlerüz / Bu nefs-i hevā-cūya cābirlerüz

Fenā meclisinde beķā bulmışuz / Beķā sohbetinde safā bulmışuz

...

Bizüm arķamuzda bu eski palās / Yek andan kim ola üzerin libās

Bize birdürür seng ü sīm ü güher / Görür bunları böyle sāhib-nazar

Zer ü sīm içün hīç yoķ ġussamuz / Kim irer bize dem-be-dem ḫissemüz

Cihān ḫayr u şerrinden āsūdeyüz / Ķoyub ġayrı tutduķ o maˁbūda yüz

Yolumuzda yoķdur ġam-ı nān u neng / Cihān ḫalķıyıla ne sulh u ne ceng

Behiştile dūzaḫdan āzādeyüz / Yire yüz sürüb dāim üftādeyüz

Ki var cürmümüz üzre iķrārumuz / ˁİbādātumuz üzre inkārumuz

...

Bize rızķ içün pes ne ġussa ne ġam / Virür Haķ bize rızķımuz dem-be-dem

Bu dār-ı fenāda tutanlar mekān / O maˁnīde olar çü tıfl-ı mekān

Fenā ˁāleminde mekān mı olur / Cihān u ten ü cān beķā mı bulur

...

Bize mescīd ü ḫān-ķāh u künişt / Ķamu birdürür dūzaḫ ile behişt

Ki biz virmezüz dīni dünyāyiçün / Hem eylemezüz tāˁat uḫrāyiçün

Hace-i Cihanın on iki sayfalık cevabı, hedonizmin ve toplumsal ahlaka duyarsızlığın varacağı mantıki sonuçlar üzerinde durur.

Aydursın ki cevr ü cefā nārı bize kār itmez ve faķr u fāķa ġamınuñ bārı bizde ķarār eylemez ve Eyyūb peyġamber gibi belāya sabr idici ve nefs-i deġāya cebr idiciyüz dirsin, ġalat idersin ve saķat söylersin, zīrā nār-ı cefā vü cevri ve ġam-ı bār-ı fāķa vü faķrı şol kişi çeker ki bir künc-i ferāġat iḫtiyār idüb kendü kārına mülāzemet eyleye ki Habībullāh mertebesine yol ve Eyyūb peyġamber ˁaleyhis-selām gibi belāya sabr u nefs-i deġāya cebr bir kimesne ider ki bir savmeˁa içine girüb maˁbūda ˁibādet eyler, bīhūde söylemeyüb zikrullāhda müdāvemet gösterüb sākin ola tā kim nefsüñ şerrinden emīn ola. Zīrā ki bu nefs bir aç kelb gibidür, gezmekle şikārın alur, helāl ve harām gözlemeyüb yelmekle kārın görür. Nitekim dimişlerdür toķ yatır ķurtdan aç yeler it yegdür, ol cihetden ki yelerüñ her maķāma kim yelerek gider dürlü taˁāma irer. Andan müstevfā burnun baturub, ķarnın ehillerin ve ˁayāllerin beslemeyüb iş güc gelüb işden ķaçub, ışıķ olub, anları zilletde ķoyub giden bī-hamiyyet ve ˁārlar ve bir gürūh-ı kerīhü’l-vücūh vālideynin āzād itmiş ve ehl-i şeķāvet olub bāzār-ı fısķ u fücūrda fesādı sanāˁat idinüb karār itmege yüzleri olmayub diyārlarından gitmiş hān-horlar toyurur safā kesb idüb her kişinüñ dāyiresin öydürür, urub ısırub diş ķoyurur, ḫalķı talamaġa başlar, giderek ķudurur, āḫir biri urur öldürür, imdi nefs kelbin toyurıcaķ ıssına bu mertebeyi buldurur. Nefs itine eşedd-i ˁazāb ve asˁab-ı ˁiķāb oldur ki bir ḫālī kūşede zencīr-i perhīz ile baġlayasın, bīnān ü bī-āb ķoyub nār-ı ķahrla cigerin daġlayasın, bī-ḫord ve bī-ḫāb zebūn ola bī-tāķat u tāb ser-nigūn ķala.

Nefs kelbin iy bürāder itmek isterseñ zebūn / Gezmesün çek bend-i cuˁa ķoy ˁataş zindānına

Tā ķalub bī-ḫord u ḫāb ola żaˁīf ü bī-mecāl / Ürmeye ısırmaya ķıymaya kimse cānına

İy pīr-i bī-nūr u iy esīr-i bī-basar, bu cumhūr-ı meķhūr ehillerin ve ˁayāllerin beslemeyüb, iş güc gelüb işden ķaçub, ışıķ olub anları zilletde ķoyub giden bī-hamiyyet ve ˁārlar, ve bu gürūh-ı kerīhü’l-vücūh vālideynin āzād itmiş ve ehl-i şeķāvet olub bāzār-ı fısķ u fücūrda fesādı sanāˁat idinüb, karār itmege yüzleri olmayub, diyārlarından gitmiş ḫān-ḫārlar olub, sen daḫı anlardan beter bu gürūh-ı ehl-i şeķāveti ve bu cumhūr-ı ehl-i şenāˁati cemˁ idüb, kendüñe yoldaş idinüb, anlara sen baş olub, özüñ gibi ķaşlarını ve saķallarını yüzleri sahīfesinden tırāş idüb, rūy-ı insān māh-ı ilāhdur māh yüzinde ebr-i siyāh gerekmez olursa gözlere nūr ve göñüllere sürūr virmez diyüb fetvā virürsin, ve tabl u ˁalem ile ve ḫayl u ḫaşem ile bunları uydurub daḫı varduġuñ yerlerde niçe sādedillerüñ ˁömürleri ḫırmenin bāda virüb, lāf-ı dürūġ ile ve güzāf-ı bī-fürūġ ile iblīs-i pür-telbīs gibi idlāl idüb perīşān-hāl eylersin...

Ay bu Arapça deyip bırakmayın, birkaç kez okuyunca çoğunu anlarsınız. Pâ-bürehne “yalınayak”, semender ateş içinde yaşayan bir mitolojik hayvan, yani salamander. Cevr “işkence”, behişt ile dûzah “cennet ile cehennem”, künişt “kilise veya havra”, nan u neng “ekmek ve tuz”, palas “paçavra”, bī-basar “gözü görmez”, ışık “derviş”, ebr “kaş”, düruğ “yalan”.

Saturday, June 12, 2021

Nefret

Klasik devir Arapçasında nefret “kaçışma” demek, özellikle bir insan ya da hayvan grubunun ürküp çil yavrusu gibi dağılması.

16. yüzyılda Osmanlı’nın klasik Arapça-Türkçe lugatini yazan Vankulu Mehmed Efendi’ye göre nefâr “kaçmak”, nüfûr ve nefret “bir cemaat ürküp taşra çıkmak”, nifâr “kaçğunlık”, nefr “dağılmak manasına gelür”, istinfâr “ürkmek manasına da gelür”. Yevmün-nefr yahut leyletün-nefr “(hac esnasında) halkın Mina’dan göçtüğü gün/gece” demektir.

Yunanca tam kelime karşılığı phébomai fiil, phóbos isim. Homeros’taki asli anlamı “kaçışmak”, özellikle savaşta ani korkuyla dağılmak. İliada’da dokuz veya on yerde bu anlamda geçiyor, misal 15.396, ἀτὰρ Δαναῶν γένετο ἰαχή τε φόβος τε “while the Danaans with loud cries turned in flight”, Azra Erhat çevirisinde “Danaoların çığlıklarla kaçmaya başladığını”. Mitolojide şahıslaşmış haliyle Phobos, savaş tanrısı Ares ile Afrodit’in evladıymış. Bence mükemmel bir imge, Afrodit çünkü burada “aşk tanrıçası” değil, insan ruhunu esir alan tüm irrasyonel duyguların sahibidir.

Liddell & Scott sözlüğü phobos’u “panic flight” olarak çevirmiş, “panic fear” anlamını ikincil olarak vermiş. Chantraine’in etimolojik sözlüğünde phebomai “fuir, spécialement en parlant d’une troupe saisie par la panique”. Phóbos aslen “kaçış,” fakat Homeros’tan sonra yaygın anlamı “korku, özellikle panik şeklinde korku”.

Batı dillerinde bundan türetilen +phobe ve +phobia bileşeni en erken 16. yy’da tıp dilinde hydrophobia (“su korkusu”, yani kuduz) sözcüğünde görülüyor. 19. yy başlarında İngilizcede gallophobia (“Fransız nefreti”), Fransızcada androphobie (“insanlardan nefret etme”) kayda geçmiş. Agoraphobia (“açık alan paniği”) ve claustrophobia (“kapalı mekân paniği”) 1890’lardan. Ayrı sözcük olarak phobia İngilizcede ilk kez 1786’da kaydedilmiş: “a fear of an imaginary evil, or an undue fear of a real one”, mealen “hayali bir fenalıktan korkma, ya da gerçek bir fenalıktan ölçüsüz korkma”. Islamophobia ilk kez 1976’da, International Journal of Middle Eastern Studies dergisindeki bir makalede boy göstermiş. Hemen her zaman kınama tınısı taşıyan bir kelime, tıpkı antisemitizm gibi, “yes kardeşim, islamofobum, sebepleri şunlar” cevabına imkan tanımayan bir etiket, duygu bulutu yüklü.

*

Nefretin Türkçe kullanımdaki evrimi ilginç. 17. yy’da gerek Golius gerek Meninski Türkçe “örkmek, kaçmak” karşılığını veriyorlar, misal “bundan nefret idüp kaçtiler”. Fakat bunun yanısıra kullanımda aversio, abominatio, pavor (kaçınma, iğrenme, korkma) anlamlarına geldiğini belirtiyorlar. Onlarla çağdaş olan Evliya Çelebi’de nefret daima bugünkü anlamında: “cümle halk [şehzade Mustafa’yı katl ettiği için] Süleyman Han'dan nefret idüp,” “cihet-i dünya içün bir şey ricasında olma kim senden nefret idüp istiskāl etmeyeler”, “aklı perişan olup azizden nefret ider”, vs.

Evet, kaçtiler. 1680’lerde İstanbul telaffuzu öyle.

Sözcüğün orijinal anlamındaki “dağılma, scattering” boyutu hiç ummadığınız bir yerde karşınıza çıkıyor. Nefer, nefret ile aynı kökten, özgün anlamı “küçük insan kalabalığı”, Kamus’a ve onu izleyen Vankulu’na göre “üç ila on kişiden oluşan cemaat”. A scattering of men desek uyar sanki. Çelebi sözcüğü hemen her zaman kale neferatı kalıbında kullanmış, “tertipli piyade düzeninde olmayan asker kalabalığı” kastedilmiş olmalı. Sayı ile sayılabilen bir insan grubundan söz ederken de aded yerine genellikle nefer tercih etmiş, ister üç, ister üç bin kişi olsun: “mürd olan on bir nefer âdemler”, “yetmiş nefer Kazak hetmanları” vs. Dikkat ederseniz nefer burada daima çoğul bir kavram. ‘Bir nefer’ ifadesi 19. yy sonlarına dek oksimoron sayılmış, ancak daha sonra muhtemelen ordu jargonunda “tekil piyade askeri” anlamında kullanılmaya başlamış.


Thursday, June 10, 2021

Devlet teorisi

9/06’da paylaştığım.

Machiavelli'nin öğretisi çoğu zaman “amaç için her yol mubah” diye özetlenir. Alakası yoktur. Bu derece bayağı bir tezi ileri süren biri neden büyük adam sayılsın, neden hatırlansın? “Ahlak yok” demekle birdir, her ergenin aklından bazen geçer belki, sonra akıllanırlar.

Machiavelli'nin düşünce tarihinde devrim niteliğinde olan keşfi, bireysel ahlakla devlet yönetme ahlakının birbirinden ayrı ve hatta bazen zıt olduğu fikridir. Bireyde ayıplanan eylemler, devlet yöneten açısından mubah ve hatta övülesi olabilir. “Devlet ahlak üstüdür” de demiyor; “devletin ahlakı başka kriterlere tabidir.” Modern siyaset biliminin başlangıç noktası sayılır, “peki, başka kritere tabiyse o kriter(ler) ne?” sorusu.

"Modern" derken tabii son moda anlamında değil, post-medieval anlamında, Türkçesi galiba Yeniçağ.


Ertesi günü devam.

Abin döverse babana gidersin. O olmadı amcana, daha olmadı polise. İnsani iktidar her zaman zulme dönüşme potansiyeline sahiptir. Bunun çaresini Ortaçağ (Avrupa) siyasi düşüncesi sonsuz bir iktidar zinciri tahayyül etmekte bulmuş. Her zalimin üzerinde başvuracak bir merci olmalı. Zincirin üst ucu bulutlarda kaybolur gerçi – imparator hazretleri? papa? kilisenin manevi şahsiyeti? – ama pratikte ne önemi var?

16. yy’a gelindiğinde o zincirin hükmü kalmamıştır. Ara baklaların çoğu kırılmış, irili ufaklı bir dizi hükümdar “en büyük benim, başka büyük yok” sevdasına kapılmıştır. (İlginçtir ki bu teori ilk evvela 13. yy’da papa ile imparatora meydan okuyan İtalyan şehir devletlerinde türer. Daha sonra Amerikan altını ile görülmemiş güce kavuşan İspanya kralı, Felemenk ve İtalya ticaretine çöken Fransa kralı, memleketin tüm soylularını haraca bağlayan İngiltere kralı 7. Henry ile kilise mülklerini gaspeden oğlu 8 no. “en büyüklük” iddiasının taşıyıcıları olur.)

Jean Bodin, Devlete Dair Altı Kitap (1576) Yeniçağ siyasi düşüncesinin ilk önemli başyapıtı sayılır. Hollandalı Arnold Clapmarius, Devlet Sırlarına Dair Altı Kitap (1605) belki daha da orijinaldir. (Her ikisini 1982’de okuma demeyelim de baştan aşağı gözden geçirme fırsatı bulmuştum.) Her ikisi Machiavelli ile karşılaşmanın getirdiği elektrik şokunun izlerini taşır. Her ikisinin merkezi problemi majeste kavramıdır. Latince maiestas, tuhaf yapılı bir sözcük, Türkçeye belki ekberiyet diye çevirmeli: “en büyüklük”. Yani zincirin son halkası; sorumluluğu üste devredemeyeceğin, hesap verecek kimseyle muhatap olmadığın yer. Bu tüyler ürpertici mevkii insanlar dünyasında makul ve makbul kılacak olan koşullar nelerdir? Hiç kimseye hesap vermeyen hükümdar, kamu vicdanında, yahut aklın mahkemesinde, nasıl hesap verebilir? Sözü kanun olan biri hangi kanunlara tabidir?

Buyurun, modern çağ siyasi düşüncesinin ana konuları.

Sakın bunlar çağı geçmiş monarşiler devrinin mevzuları deyip burun kıvırmayın. Kafasına ibik takmış astığı astık kestiği kestik bir tane adam yerine Devlet deyin, ne kadar güncel olduğunu görürsünüz.

*

Ayrıntılı öyküyü erteleyip genel hatlara bakarsak ben kabaca üç tane cevap, daha doğrusu cevap stili görebiliyorum. Birbirini dışlayan şeyler değil, üç ayrı vurgu, üç ayrı ilkeler demeti. Özetleyeyim.

1) Hukuk devleti (Rechtsstaat) fikri 19. yy’da Almanya’da egemen olmuştur, Hegel’inden Weber’ine kadar bilumum Alman ağır toplarının kafasındaki teorik modeldir. Yasalar insan aklının reel dünyadaki tezahürüdür. Devlet yasaların cisim bulmuş halidir; Devlet yasalarla kaimdir ve yasalar ancak Devlet sayesinde hayat bulabilir. O halde, gelişkin bir yargı sistemi ve iyi eğitilmiş yargıçlar Devletin can damarıdır.

Peki, varlık sebepleri Devlet olan ve ahlaki ufukları Devletle sınırlı olan bu yargıçlar, devleti temsil edenlerle sade vatandaş – veya hükümet karşıtları – çatıştığında ne yapacak? Hukuk devleti ideali işte tam olarak bu noktada çöker. Hukuk devletinin mantığı Dreyfus davasında (ve Rus devrimcilerinin yargılamalarında, Sacco ve Vanzetti davasında...) iflas eder. Bireysel bir zaaf değildir sözkonusu olan, yapısal bir problemdir. Amaç hukuksa, hukukun yeryüzündeki temsilcisi olan Devlet’i nasıl göz ardı edersin?

 [İlginç ki klasik devir (yani Osmanlı-öncesi) İslam siyasi düşüncesi ile bu fikir arasında çarpıcı paralellikler vardır. Hukuk yerine Adalet kelimesini koyunca daha iyi anlaşılır. Olağanüstü gelişkin bir hukuk sistemi olan İslam fıkhını yeryüzünde egemen kılmak, teoride, İslam devletinin yegane varlık sebebidir. Mamafih derin konu, başka zaman bakalım.]

2) Denge devleti fikri İngilizlerin uzmanlık alanıdır. Hukuk dediğin esnek bir şey derler, her kaba girer, mühim olan toplumda herhangi bir aktörün diğerlerini ezecek kadar güçlenmesini önlemektir. Amerikan siyasi düşüncesi de ana fikrini İngilizden almıştır. 19. ve 20. yy’larda Batı dünyasının İngilizce konuşan kısımlarına egemen olan liberalizm düşüncesinin temelinde bu yatar: hukuk değil, çoğulculuk ve güçler dengesi. Toplumda çeşitli kurumlar, siyasi partiler, hizipler, eyaletler, birbirini sevmez bürokrasiler, kraldan ayrı başbakanlar, şehir meclisleri, meslek kuruluşları, rakip gazeteler, özerk yönetimler olsun ki kimse haddinden fazla zulme yeltenemesin, vatandaşa nefes payı kalsın. İyi devlet, bu çeşitliliği cambaz gibi idare eden devlettir. Devlet ahlakının ölçütü budur. Denge bozulunca devlet bozulur.

Nitekim 21. yy’a gelindiğinde başta Anglosakson ülkeleri olmak üzere bütün dünyada denge feci surette bozulduğu, istihbarat ve emniyet örgütleri geri kalan her şeyi böcek gibi ezecek kudrete kavuştukları için bu modelin de çağı geçmiş görünüyor.

[Batıda liberal demokrasi çağının kapanmasında şimdilik üç ana dönemeç rol oynadı görünüyor: uyuşturucuyla mücadele, ‘terörle’ mücadele, virüsle mücadele. Bi ara bunu da yazak.]

3) Üçüncüsü bugünkü dünyada kavraması en zor olan model, ilk tepkiniz ‘yok ya’ olacak. Lakin yukarıda adı geçen Bodin’in kitabında muazzam bir belagatle savunduğu fikir budur; 18. yy ortalarına dek Avrupa’da herkesin üzerinde az çok mutabık olduğu yaklaşım da budur. Osmanlı devletinin egemen ideolojisi de, en azından devletin güçlü olduğu devirde, bundan çok farklı değildir.

Devleti Devlet yapan, derler, törendir, azamettir, ihtişamdır, kutsallık halesidir. Batıda 16. yy’dan itibaren yaygınlaşan stato/state/état kavramı esasında “duruş” ve haşmet demektir. İyi Devlet haşmetini – raconunu – her şeyden üstün tutar; kötü Devlet üslupsuz devlettir. Bu sadece estetik değil aynı zamanda ahlaki bir ilkedir. Zira racon kaygısı toplumda söz sahibi olanları ortak bir zihniyet ve ortak bir estetik anlayışı etrafında birleştirir, Devletin başındakilerin keyfilik sahasını kuvvetli sınırlar içine hapseder.

Üç model arasında en gerçekçi olanı sanırım budur. Lakin mantıki sonucunun Hitler’lere vardığını düşünürseniz bu modelde de günümüz açısından pek çıkar yol görünmüyor.


Monday, June 7, 2021

Varoşlar, oynak kimlikler

Yeni Rabat kilisesi
Rabat adıyla ilk 1986’da karşılaştım sanırım. Ardanuç’un Bulanık köyünde şimdi taşlarını söke söke kelek bir yığına çevirdikleri muazzam bir Ortaçağ kilisesi vardır, adı Yeni Rabat, bulunduğu köy yahut mahallenin adı da aynı. Yapı şüphesiz Gürcü işi, ama 1918 öncesinde Ermeni kilisesi olarak kullanılırmış; köylüler öyle diyor, Çarlık dönemine ait Rus kayıtları da teyit ediyor. Peki Rabat ne demek? Fas’ın başkenti olan Rabat esasen Arapça ribˁat yani “han, kervansaray” imiş, bu da öyle olmalı diye akıl yürüttüm. Kiliseyi han zannetmiş olabilirler mi? Pek mantıklı değil ama olsun diyelim. O zamanlar yazdığım Karadeniz kitabında da böyle yazdım maalesef.

Daha sonra yer adlarına çalışırken fark ettim ki Rabat tekil bir hadise değil, bayağı yaygın bir yer adı. Türkiye sınırları içinde on yedi tane sayabiliyorum, deminki dahil Artvin’de en az üç tane, Ardahan-Çıldır’da bir, Erzurum’da üç, Erzincan’da iki, Dersim’de iki, Diyarbakır-Kulp’ta bir, Batman-Kozluk’ta bir, Bitlis-Mutki’de bir, Mardin-Derik’te bir, Tokat-Erbaa’da bir, bir tane de Hatay-Dörtyol’da. Çoğu mütevazı, uyduruk yerler, hiç birinde kervansaraylık bir durum yok. Başka bir şey olmalı. (Tabii bu arada akla gelebilecek her türlü literatürü tarayıp boş çektiğimi söylemeye gerek yok. Bir iki online sitede “kervansaray” demişler. Ama kaynak ne? Nişanyan!)

Coğrafi dağılım net: bu dağılıma sahip bir yer adı ancak Ermenice – ya da Ermenilerle ilgili bir şey – olabilir. Şüphe etmeyin, Türkçe olsa dağılım bambaşka olur, Anadolu’da, Rumeli’de de (muhtemelen sayıca daha fazla) örnekleri olur. Kürtçe olsa Artvin’de, Çıldır’da, Eğin’de ne işi var. Hatay ilk bakışta saha dışı görünüyor, ama Dörtyol ilçesi büyük oranda Ermeni yerleşimidir, oranın Rabat’ı da ilçe merkezinin hemen dibi, Ermeni mahallesiymiş.

Ermenice eski ve yeni sözlüklerde, lehçeler sözlüğünde, yer adları sözlüğünde böyle bir kelime yok. Eğin’deki Rabat’ın (Şahinler’e bağlı Ekindere mahallesi) adı Ermenice Hrabat diye yazılıyor. Acaba Harabat, yani ören/viran olabilir mi? Malum, bu coğrafyaların en yaygın yer adı unsurlarından biridir. Ama yok, bu hipotezi de eliyoruz. Bir kere harabat daima khı ile yazılır, yumuşak h olmaz, bu ikisi ne Ermenicede ne (eski) Türkçede asla karışmaz. Öte yandan gerek Ermenicede, gerek Sivas-Erzincan Türkçesinde bir kelime asla r ile başlamaz, o baştaki h o halde bir dolgu sesi olmalı, Türkçedeki ıramazan, ırenk, ürüya gibi.

Bir şey dikkatimizi çekiyor. Şavşat-Meydancık’taki Dereiçi (Rabat) köyünü yıllar önce ziyaret etmiştim, tümü Gürcü-Müslüman olan bir bölgenin tek Ermeni köyüymüş, kalaycılık, sepetçilik filan yaparlarmış, yörenin bütün diğer köyleri tepedeyken bu dere yatağında, biraz sığıntı bir yer. Diğeri Şavşat’ın Köprülü (Okrobageti) köyü, daha doğrusu o köyün İspiroğlu (Rabat) adı verilen mahallesi. Burası da Ermenilerin ender olduğu bir coğrafyada münferit Ermeni mahallesi, Ruslar zamanında palazlanmış, hatta bir ara Şavşat’ın ilçe merkezi olmuş. Divriği’nin Adatepe (Pingân) köyünde de benzer bir öykü var. Pingân’ın dış mahallesi Rabat, eski Ermeni yerleşimiymiş, 1915’ten sonra eski Pingan terk edilip köy merkezi buraya taşınmış.

İşe yarar ilk ip ucunu Gürcü/Rus generali Giorgi Kazbegi’nin 1874 yılında Artvin bölgesine yaptığı gezinin notlarında buluyoruz (Türkçesi Bir Rus Generalinin Türkiye Günlükleri, Doruk Y. 2019). 108 numaralı dipnotta diyor ki “Şavşat’ın tüm Hıristiyan yerleşim yerleri ‘Rabat’ olarak adlandırılmaktadır.” Gerçi dipnotu yazarın mı, yoksa Rusçadan Gürcüceye çevirenin mi, ya da Gürcüceden Türkçeye çeviren Rıdvan Atan’ın mı, anlaşılmıyor. Ama konu aydınlanmaya başladı sayılır.

Çözüm hiç ummadığımız bir yerde birden yolumuza çıkıyor. Moskova’daki meşhur Arbat sokağını kurcalarken, neymiş? Ortaçağ’da Moskova surları dışında mevzi tutan yabancı tüccarların pazar yeriymiş, ismi Arapça yahut Arapça-Farsça-Türkçe “sur dışı mahallesi, varoş” anlamına gelirmiş. Hemen Arapça sözlüklere sarılıyoruz, buyurun, رَبَض rabaḍ, çoğulu arbaḍ, Lane’e göre aslen “the lodging place of sheep or goats”, yaygın kullanımda “environs of a city consisting of houses or dwellings”. Vankulu lugatinde rabaḍu’l-medīnet “şehrin çevresi”, ve dahi “bir nesnenin etrafı”.

Türkçeye varoş diye çevirsek uygundur sanırım. Osmanlı kullanımında varoş, aynı kavramın Macaristan ve Sırbistan coğrafyasına özgü biçimidir. Anafikir aynı: kale içinde ya da kasabada Müslümanlar oturur, biraz dışarıya gayrimüslimlerin oturması için yer tahsis edilir. 19. yy sonlarında kasaba çürür, ölür, rabat kalkınır. 20. yy’da rabatı kalkındıranları doğrayıp yerine çökerler. Sonra orası da çürür, ölür, vs..

*

Qazibek
Kazbegi’nin atası olan Qazibek, sanırım Gazi-beg olmalı, 18. yy ortalarında şanı Kafkas dağlarını tutan bir derebeyi, Kafkasya’nın en stratejik geçidi olan Daryal Kapısının hükümdarı. Haritadan bakın görürsünüz, Avrasya düzlükleri ve Rusya ile Yakındoğu arasındaki işe yarar iki kapıdan biridir, Gürcistan’ın kilididir, şimdi gümrük kapısında TIR’lar tam 130 kilometrelik kuyruk oluyor, abartmıyorum.

Tahminimce aslı Oset’tir, çünkü eskiden beri oraların hakimleri Osetlerdir. Adı üstünde Dar-i Âlân: “Al’lar kapısı” (Al, çoğulu Alan, Osetlerin eski adı). 1740’larda Gürcü kralı İrakli İran devletine meydan okuyup Hıristiyan Gürcistan’ı ihya etme davasına giriştiğinde Kazbegi’yi Daryal Kapısına muhafız tayin etmiş, yani özetle “arka kapıyı sen kolla, haracı sen topla, bana bir pay ver” demiş. İrakli’nin macerası hüsranla sonuçlanınca Gazi Beyin oğlu Gabriel, yahut Cebrail, istikbalin Ruslarda olduğunu görmüş, 1801’de Rusların Gürcistan’ı ele geçirmesinde baş rolü oynamış. Yukarıda adı geçen General Mihail Kazbegi (1840-1921) bu zatın torunu. 1874’te Osmanlı diyarındaki Şavşat, Ardanuç, Batum yörelerini üç ay gezip modern tarihte ilk kez bu ulaşılmaz yerlerin ayrıntılı raporunu çıkarmış. 1877-78 Osmanlı-Rus harbinde yararlıklar göstermiş, daha sonra yıllarca Varşova garnizon kumandanlığı yapmış, 1905 ihtilalinde isyancı halka ateş açmayı reddettiği için çar tarafından görevden alınmış.

Mihail’in amcaoğlu olan Aleksandr Kazbegi ise, kısmet, Gürcü milli ve devrimci edebiyatının büyük ismi. 1882’de yazdığı Baba Katili adlı romanı Gürcülerin Vatan Yahut Silistre’si sayılıyor. Dünya tarihinde de bir yeri var. Romanın baş kahramanı olan devrimci Koba, pek çok başka Gürcü genci gibi genç Yosef Cugaşvili’nin gönlünde ihtilal ateşini tutuşturmuş. Yosif yıllarca Koba adıyla devrimci eylemlere katılmış, sonunda polis Koba dosyasını çözünce isim değiştirip Stalin adını almış.

Kazbegi'lerin makamı olan Stepantsminda kasabasının ana meydanında şimdi Aleksander’in görkemli bir heykeli duruyor. Geçen ay dibinde resim çektirmiştim, şimdi bulamıyorum. Tam o meydandan görünen dağın adı da Kazbegi, Kafkasların en yüksek doruklarından biri.