Eski Hazine müsteşarlarından Sn. Mahfi Eğilmez geçen günkü yazısında Türkiye’nin yönetiminde nelerin bozuk olduğuna dair bir envanter çıkarmış, geleneksel Beyaz Türk kalıplarını tesbih duası gibi art arda sıralamış.
Aklıma
gelen itirazları not aldım. İsterseniz “Siyasal Konular ve Dış Politika”
başlıklı ikinci bölümden başlayayım, gerisini önümüzdeki günlerde nasipse
sizinle paylaşırım. İtalik olan satırlar Mahfi Beyin teşhisleri, gerisi benim
notlarım.
*
Demokrasi
eksikliği; güçler ayrımının olmayışı.
Maalesef bütün dünyada gidiş bu yöndedir.
Türkiye’de yaşananlar mesela Rusya, Hindistan, Çin, Macaristan, Polonya, Ukrayna,
Azerbaycan, Mısır, Cezayir, Tayland, Filipinler, Venezuela, Nikaragua, Etiyopya
ve daha birçok ülkede olan bitenden farklı değildir. Demokratik işleyişi görünürde
henüz koruyan ABD, İngiltere, Avustralya, Brezilya, Arjantin, Şili, İsrail,
Gürcistan gibi ülkelerde de, a) emniyet ve istihbarat örgütlerinin aşırı
güçlenerek yönetime fiilen el koyması, b) parlamentoların işlevsizleşmesi, c) yargının
belli sahalarda tamamen hükümet denetimine girmesi (bkz. İsveç ve İngiltere’de
Julian Assange davaları), d) basın ve ifade özgürlüklerinin radikal bir şekilde
kısıtlanması norm haline gelmiştir.
Bütün dünya bir yöne giderken Türkiye’nin
farklı olmasını istemek çok gerçekçi olmasa gerek.
Laiklik
ilkesinin zedelenmesi.
Türkiye’de laiklik, a) gayrimüslimlerin, b)
gayrimüslim yaşam tarzına özenen Türk azınlıkların, c) bazı kesimlerce
gayrimüslim sayılan Alevilerin haklarının korunması anlamına gelir. Başka bir
içeriği yoktur.
Son yıllarda vahim ölçüde zedelendiği doğrudur.
Bu gelişmenin temelinde, adı geçen gruplardan ikincisini Türk toplumunda
Tanzimat’tan bu yana edinmiş oldukları egemen konumdan tasfiye etmeye yönelik
bilinçli ve kararlı bir politika olduğu anlaşılıyor. Belli ki Türk devleti,
yeni bir yönetici elit, yeni bir elit konsensusu oluşturmaya karar vermiş ve
bunun en kolay İslami-milli bir söylem üzerinde inşa edilebileceği kanaatine
varmıştır.
Bu politikanın ülkedeki yetişmiş (yani: elit
pozisyona sahip veya aday) insan varlığına ağır bir darbe vurduğu ve vurmaya
devam edeceği açıktır. Lakin uzun vadede ülkenin (yani: devletin) gücüne fayda
mı zarar mı vereceği henüz aşikar olmaktan uzaktır. Cahiller ülke yönetemez
diye bir kural bilmiyorum: bkz. Cengiz Han, Abdülhamit, Stalin, Enver-Kemal,
Mao vs.. Ülkeyi “Avrupai” tarzda eğitilmişlerin yönetmesi gerektiği iddiası da,
Batı dünyasının bugün içinde bulunduğu durum göz önüne alındığında, teyide her
zamankinden daha fazla muhtaçtır.
Laiklikten dönmenin ciddi oranda zarara
uğratacağı diğer zümre Alevilerdir. Bugün Alevilerin topluca muhalif kanatta
yer almasında bu olgu baş rolü oynar. Dönüşüm projesinin önündeki başlıca engelin
de, az önce değindiğimiz (b) grubundan çok (c) Alevilerdir diye düşünüyorum.
Yeni gayri-laik Türkiye, Alevi olgusunu nasıl hazmedebilir? Korkutulup susturabilir
mi? Asimile edebilir mi? “Alın Dudullu belediyesi sizin” deyip sus payına razı
edebilir mi? Zaman gösterecek.
(a) grubu açısından değişen bir şey yoktur.
Gayrimüslimler 1913-1923 sürecinde zaten tasfiye edilmişti. Son dönemde
durumlarının önceki dönemlere oranla marjinal bir nispette iyileştiği bile
söylenebilir.
Siyasal partiler yasasının lider sultasını
özendirici yapıda olması.
Maksat “KK gitmedikçe umut yok” mesajını
vermekse doğru tespit; ancak “özendirici” yanlış, “yasalaştırıcı” yapıdadır. Yasaya
göre parti liderinin kendi rızası dışında değiştirilmesi mümkün değildir. Bu
yüzden KK gibi on bir yılda girdiği her seçimde hezimete uğramış biri, arzu
ederse sonsuza dek partinin tek yöneticisi olarak kalabilir.
Kuvvetli siyasi parti yapılarının günümüzdeki
tek işlevi (ABD’de, Almanya’da olduğu gibi) ilginç ve sistem dışı alternatiflerin
siyaset sahnesine çıkmasını önlemektir. Bu nedenle siyasi partilerin gücünü
kıran, yeni parti oluşumlarını teşvik eden yasal düzenlemeler tercih
edilmelidir.
Yüksek
Seçim Kurulunun tümüyle bağımsız olmaması.
Aksi düşünülemez. Tüm devlet kurumlarının asli
görevi devleti ve devletin çıkarlarını korumaktır. Olsa olsa Devlet çıkarının
bir parti veya hükümetle özdeşleşmesini önleyecek tedbirler üzerinde
düşünülebilir; iktidar kadrolarının belli sıklıkla değişmesini zorlayacak
düzenlemeler tercih edilebilir.
Lakin düzenleyici kurulun iki veya daha çok
düzen partisi arasında “tarafsız” göründüğü hallerde dahi bağımsızlık
göstermelik olmaktan öteye gidemez. Düzen partilerinden biri Devletin ‘ali
menfaatlerine’ aykırı bir çizgi tuttuğunda hakem kuruluşlarının ne yollara sapabileceğini
son ABD seçimlerinde net olarak gördük. Siyasi mücadele teknikleri bir kez bu
denli çığırdan çıkınca yeniden eski naif günlere dönülebilir mi, göreceğiz.
Merkezi
yönetimle yerel yönetimler arasındaki ilişkilerin siyasal içeriğe dayalı olarak
kurulması.
Yerel yönetim Türkiye’de (ve dünyanın çoğu
yerinde) bir rant mekanizmasıdır, başkaca fazla bir işlevi yoktur. Merkezi
hükümetin bu ranttan pay istemesi eşyanın tabiatı gereğidir. Rantı paylaşmanın
en etkili ve barışçıl yolu ise siyasi sadakattir. Öbür türlü sınırsız
yolsuzluk, çatışma ve mafya hesaplaşmalarının önü alınamaz.
Bütün
komşularla sorunlu olunması. Bizimle yakın ilgili olan üç büyük güçle, ABD, AB
ve Rusya ile sorunlu ilişkilerin düzene sokulamaması.
Türkiye komşuları arasında a) nüfus, b)
ekonomik hacim ve c) askeri güç açısından en hızlı büyüyen ülkedir. Dolayısıyla
komşularının her biriyle sorunlu olması kaçınılmazdır. Bileşik kaplar yasası
böyle işler.
Dünyada mevcut düzenin istikrarını temsil eden
büyük güçlerin, hızla büyüyüp bölgesel dengeleri tehdit eden bir ülkeden
rahatsız olması da doğaldır. Türkiye’nin bu zor pozisyonda ABD ve Rusya ile sürdürdüğü
denge politikaları başarısız mıdır? Bu konuda karar vermek için henüz elde
yeterli veri olmadığını düşünüyorum. AB ile ilişkiler sorunludur, evet. Ancak
bu durum politik basiretsizlik ürünü müdür, yoksa Türk dış politikasını
oluşturanların AB’nin askeri/diplomatik gücüne ve geleceğine ilişkin olumsuz
değerlendirmelerinin yansıması mıdır, tartışmak gerekir.
Avrupa
Birliği ile tam üyelik müzakerelerinin yürütülememesi.
Türkiye’nin kabahati değildir. Avrupa’nın
baştan beri kötü niyetle müzakere ettiği, Sarkozy ve Merkel’in 2010-11’de
müzakereyi yokuşa sürmelerinin ise zımnen bilineni açıkça ortaya koymaktan
ibaret olduğu açıktır. Tam üyelik hiçbir zaman gerçekçi bir perspektif değildi.
AB’nin Brexit sonrası içine düştüğü acz halinde büsbütün gündem dışı kalmıştır.
Bütün
bunların bir sonucu olarak Türkiye, en iyinin ilk sırada bulunduğu Siyasal
İstikrar Endeksinde 194 ülke arasında 174’üncü sırada yer alıyor.
Bu iddia gülünçtür. Siyasi istikrar şayet bir
değer ise şüphe yok ki Türkiye – Rusya ile birlikte – son yirmi yılda bölgenin ve
dünyanın en istikrarlı ülkelerinden biridir. AB müzakerelerinin kesilmesinden
doğan rota düzeltimi dışında dış politikasını yirmi yıldan beri oldukça tutarlı
bir çizgide yürütmüştür. İç politikada da, 2007, 2013-14 ve 2016’daki bir dizi
sert mücadeleye rağmen, ana projeden pek taviz verilmediği görülüyor. Uygulanan
politikaların hoşumuza gitmemesi, istikrar olmadığı anlamına gelmez.
Egemen devletlerin propaganda kuruluşlarınca üretilen
bu tür ‘karnelerin’ kıymeti, laf aramızda, Din ve Ahlak hocası Memetali Bey’inkinden
çok farklı değildir. Öğrencinin başarısını değil hocanın hissiyatını belgeler.
İslam Türkçü rejimde dışlanan Kürtlerin hızla sekukerlesmesi mümkün müdür?
ReplyDeleteBu durumda laik turk laik kurt ve aleviler bir konsenshs olustursbikir mi?
Bu kitle görünür bir biçimde,İzmir ve Cihangir de oluşmuş bir durum da mahalle olarak, yani Sevan beyin dediği Gayrimüslim özentisi azınlıklar bunlar ve siyasi olarak da tam bir fikir birliği yok aralarında.
DeleteEgemen anlayışın eskiden bu ülkeyi aleviler yönetiyordu ve sünnilere zulüm ediyorlardı tezi önemli bir saflaştırma argümanı iken ana muhalefetin başında tam da ıstedikleri zıtlığı yaratacak şekilde bir Alevinin bulunması benim açımdan izahsız. Üstelik bu adam politikanın abc sini bilmeyen bir memur ve sadece alevi olduğu için ülkenin en az yüzde 60'indan oy alamayacak. Ülke gönüllü gönülsüz ittihatçı islamcı ittifakına teslim edilmiş muhalefetin iki de bir yüzüne konan sineği bile kovmaya mecali yok.
ReplyDeletehocam, cumhuriyet dönemiyle birlikte islamın temsilcisi olma fonksiyonunu bırakan ülke artık yine osmanlılaşmaya mı başladı? eğer öyle ise
ReplyDelete1)bu karar tümden bir devlet kararı mı sizce? yoksa erdoğan ve ekibinin mi?
2)dış dengeler müsaade etmediği için biraz da cumhuriyet kurulurken osmanlılık ve islamcılık terk edilmişti. şimdi böyle bir kimlik edinmek için dış dengeler müsait mi sizce?
@jem
DeleteSevan Bey'in yazısında ne Osmanlıcılık ne de İslamın temsilcisi olma iddiasından bahsediliyor. İki iddia da halen gerçekçi olmaktan uzak, dünyanın ve özellikle İslam dünyasının mevcut konjonktürüne aykırı iddialar olacaktır Sevan Bey'in de önceki makalelerinde değindiği gibi. Sevan Bey bu makalesinde mevcut TC yönetici elitinin devletin menfaatlerini göz önünde bulundurarak İslami-milli bir söylemi benimsediğinden bahsediyor, bundan Osmanlıcı veya İslamcı bir dış politikanın benimsendiği manası çıkmaz, zira öyle bir dış politika devletin menfaatlerine aykırı ve Türkiye'nin çevresindeki ülkelerle ilişkilerinin daha da kötüleşmesinden başka bir sonuç doğurmaz.
osmanlılık nedir sorusunu yeniden kendine sorman ve Sevan beyin eski yazılarını okuman faydalı olacaktır zannederim. osmanlılık demek islamı dava etmek ve fethi islami ideoloji üzerinden meşru göstermeyi içerir. sevan beyin belirttiği bu politikaları içerde uygulayan yönetim ister istemez dışarda da islamın temsilciliğine soyunan bir güç olarak algılanacaktır. bu kaçınılmaz bir sonuç. iyidir kötüdür ayrı mesele.
Deletetürkiye nin son yıllardaki sınırları dışına taşma eğilimini incelersen osmanlılıktan ne kastedildiğini de daha iyi anlarsın kanımca. dış basını da takip edersen bunun nasıl algılandığını da kavrayabilirsin.
islamcı uygulamalara yeşil ışık yakan iktidarın ve giderek artan bir dille islami bir dil kullanan yönetici sınıfın ( ki sevan bey de yazısında bunu söylüyor) islamın temslcisi olmak istemedikleri iddiası havada kalıyor. sadece tespit yapmaya çalışıyorum ve soru sorarak daha net anlamaya çalışıyorum karar süreçlerini. yoksa okuduğumu anlayabiliyorum çok saol :)
@jem
Deleteosmanlılık demek islamı dava etmek ve fethi islami ideoloji üzerinden meşru göstermeyi içerir.
Öyleyse 1700 yılından itibarenki Osmanlı elitleri Osmanlı değil. Daha tarih ve terminoloji konusunda epey eksik olduğun için yorumların havada kalıyor. Sevan Bey'in uzun yıllardır bütün blog makalesi ve yorumlarını okudum ve bütün videolarını izledim, birçok kitabını ve köşe yazısını da okudum, hangi konuda ne düşündüğünü az çok biliyorum. Neyse, burada kesiyorum, Sevan Bey'in yazılarını yorumlamak yerine mevzular hakkında tamamen kendi yorumlarımızı getirsek daha iyi olur.
sevan bey'e soru sormuştum zaten. sen polemik yarattın :) neyse. osmanlı 1700 yılında islamı dava etmekten vaz mı geçmiş ? :) tarihi yeniden yazdın valla. 1700 yılından sonra olsa olsa askeri bakımdan gerilemeye girdiği için fetih durdu diyebilirz. fetih ruhundan vazgeçildi diyemeyiz. nitekim fırsatını bulduğunda yine toprak almıştır osmanlı.
Deletecumhuriyetle birlikte osmanlı kimliğinden ve islamı dava etmekten vazgeçilmiştir. sevan bey'in eski yazılarında da bu vardır.
@jem
Deleteİtirazım "fethi islami ideoloji üzerinden meşru göstermeyi içerir" kısmına. Osmanlı 1700 civarından itibaren bilinçli bir şekilde fetihlerden geri durmuş (kaybedilen yerleri geri almaya çalışmak hariç) ve mevcut topraklarını ve düzenini nüfus yapısıyla beraber korumaya dönük bir devlet anlayışına geçmiştir, tıpkı Roma İmparatorluğu'nun belli bir noktadan sonra genişleme politikasından vazgeçip içe dönmesi gibi. Sevan Bey de eski yazılarında bundan bahsediyor, ama Sevan Bey’in yorumları benim konum değil burada, sadece bahsettin diye değiniyorum.
Teşekkürler ufkumu açmamı sağlayan yazılarınız için. Gelelim yorumuma :) Servetin artması yargının bağımsızlığını engelliyor bence tablo bu. Yenileyici bir fikir olarak Örneğin ülkede servet vergilerini yargı içinde bir teşkilat toplasa adalet ve hak gerekçeleri ile. Şu anda meclisçe çıkan kanun acaba servet sahiplerine daha mı yumuşak daha mı kabul edilir geliyor ? Bence evet. Anayasada vergi ile ilgili hükümler ve yasalar daha yumuşak kabul ediliyor çünkü bunlar o kadar tekrarlı ve ağızda sakız edilecek şeyler ki yaşam tarzına müdahale sonucunu vermiyor oysa yargıda bir caydırıclık var. Özgürlük kısıtlanıyor ve hakkınızda hüküm veriliyor. Yasama ve yürütmede ise caydırıclık varsa da zamana yenik düşüyor. Adalet Tanrıçasının elindeki kılıç belki de meclis ve yürütme tarafından eritiliyordur . Mevcut düzende yargı kararları açıklanırken Türk Milleti adına yazar. Belki de Anayasa adına yazılması halkın bilinci , hak , hukuk ,adalet ve siyasetin bireyler arasında değerlendirilerek çokça medeni bir ülke olmamız sonucunu doğurabilir. Anayasa ne gibi bir içeriğe sahip olursa olsun dönüşümler tartışmalardan ve sakince konuşmadan çıkacağı için herkesin kabul edeceği ve bilerek kabul edeceği dolayısı ile terk etmeyi düşünmediği iyi bir düzen kurulabilir. Önemli olan kavramları net ortaya koymak ve sağlıklı düşünmemizi engelleyen perdeleri kaldırmaktır.
ReplyDeleteSevan bey sorum size epey cahilce gelebilir ama cevaplarsanız memnun olurum.
ReplyDeleteBatı Roma İmparatorluğu'nun başkentlerinin, ekseriyetle, (günümüz sınırlarını baz alırsak) İtalyan şehirlerinden seçilmesinin özel sebepleri var mıdır?
M.S. 286-402 arasında, "Mediolanum" başkentmiş. Günümüz "Milan" şehrinin içinde açık hava müzesi niteliğinde antik bir alan artık.
M.S. 402-455 ve 473-476 aralıklarında, "Ravenna" başkentmiş. Günümüz "Emilia-Romagna bölgesi" içinde.
M.S. 455-473 arasında, "Roma". Bugün İtalya'nın da başkenti.
(İtalya dışında, M.S. 475-480 arasında, "Salona/Spalatum/Split" başkentmiş. Günümüz "Dalmaçya, Hırvatistan"ında bir şehir/bölge.)
Katolikliğin özellikle İtalya'da yoğunlaşmış olması mıdır temel sebep?
Başka sebepler de var mıdır?
Akdeniz'in içine doğru uzanmış bir çizme şeklinde karaya sahip olması İtalya'nın, askeri-lojistik sevkiyatın hızlı ve pratik olması, ticaret limanlarının bol olması gibi etmenler, Batı Roma İmparatorluğu'nun başkentlerinin İtalyan şehirlerinden seçilmesinin sebepleri arasında sayılabilir mi?
Neler dersiniz?
Bir ülkenin başkenti iki nedenle seçilir: 1) artı değer (vergi, haraç, komisyon) emme kapasitesi, 2) dış ve iç düşmana karşı savunulabilirliği.
DeleteRoma imparatorluğunun ekonomik haritasını çıkarın, merkeze ulaşım zorluğu ile ters orantı kurun, başkentin yerini aşağı yukarı bulursunuz.
Farklı bakış açılarını okumak tabii ki önemli. Ancak özellikle son 2 maddede yazdıklarınız "Abdurrahman Dilipak"seviyesindeki komplo teorisyenliğinden ibaret.
ReplyDeleteBenden size dost tavsiyesi, 'komplo teorisi' suçlamasını gördüğünüz yerden kaçın. Özetle "benim önyargılarım çok sağlamdır, aksini savunanlar ruh hastasıdır" anlamına gelir. Makul bir insanın söyleyeceği söz değil.
DeleteDiğer maddelerde üç aşağı beş yukarı mutabıkım; fakat Laikliğin tanımı biraz şekilci ve basit kaçmış sanki. Kentsoylu Türkler Gayrımüslim hayat tarzına özeniyor idiyse, Gayrımüslimler de başından beri Avrupalılara özeniyordu. Ve günümüzde yeni semiren bir takım muhafazakâr(!) kesimler de bizim hayatımıza özeniyorlar. Bir şeylere özenmek her zaman kötü değildir. Buna etkileşim diyoruz. Kaldı ki laik hayat tarzının sadece üç grupta kabul gördüğü önermesi isabetli değil. Adıyaman’ın bir dağ köyünde gelinlik kızları olan anneye ’Ana Hökümet nikâhını kaldıracaklarmış’ deyin de bakın size ne cevap veriyor. Aynı şekilde ’Anti-Laik Cepheyi’ oluşturduğu varsayılan AKP-MHP-BBP-SP tabanı içerisinde Cumaya giden, ama arada bir arkadaşlarıyla buluşup iki duble rakı içen, barbut oynayan, da –atıyorum- kızına keman dersi aldıran milyonlarca insan vardır. Özetle Laiklik, yukarıda çağrıştırdığınız üzere kafaya melon şapka geçirip bastonunu sallayarak Beyoğlu’nda gezinmekten ibaret değildir.
ReplyDeleteÖte yandan yetişmiş kadroları harcamak, özellikle memleketin en kıymetli, en iyi yetişmiş Hâriciyecilerini, Merkez Bankacılarını harcayıp, yerlerine müktesebatı anca helâ temizlemeye yetecek bir takım iki ayaklı mahlûkatı doldurmak ülkenin gücüne nasıl zarar vermez anlayamıyorum. Gayet âşikar ki verir. Allah’tan telâfi edilemez bir zarar değildir. Zira yakamızdan düşmelerine fazla bir zaman kalmadı.
Son olarak, örneklere tam olarak katılmasam da cehaletin ülke yönetiminde aranır bir haslet olmadığı kesindir. Sultan Abdülhamid ise değil cahil, çağdaşları Edward, Wilhelm ve Nikola gibi cümlesi bön bakışlı zevata kıyasla allâme-i cihan mertebesinde bilgili ve kurnazdı. ”Kemal” ve arkadaşları felsefe profesörü değildiler, evet; ama ömürleri boyunca kendilerini geliştirmek için okuyup çalıştılar. Rahmetlik İsmet Paşa elli yaşından sonra yüzmeyi, viyolonsel çalmayı ve İngilizce konuşmayı öğrendi. Zira insan her yaşta tekâmül eder. Etmiyor ve bulunduğu yerde otluyorsa, zaten insan değil, öküz demektir. Onları Enver’den ya da bugünkülerden ayıran da budur.
İyi de özenmenin yahut özenenlerin kötü olduğunu kim söyledi? Yani bu yorumun ilk paragrafı kime cevap, anlamadım.
Deleteİkinci paragraf fazlaca duygusal bir küskünlüğün ifadesi. Bahsi geçen "kıymetli" ve "yetişmiş" zevat hangi yaraya merhem olmuş? Oyunu egemenlerin koyduğu kurallara göre oynamaktan başka hangi "kıymetlilikleri" görülmüş? Temelli tasfiye edildiklerini idrak edememek nasıl bir duygusal körlüktür?
Son paragraf daha ikna edici. İsmet Paşa konusunda katılıyorum.
(Bahsi geçen "kıymetli" ve "yetişmiş" zevat hangi yaraya merhem olmuş?) Bazı kişilerin kıymeti varlıklarında değil yokluklarında anlaşılır derler. Ülkeyi ve çevresini cehenneme çeviren bağnazların yerinde olmaları bile kafiydi. Yani varlıkları bile yetiyordu. Tabi ki sizin açınızdan eski ile yeninin farkı yok Sevan Bey, kendi açınızdan sonuna kadar haklısınız. Onlar da size karşı en az dinciler kadar kötüydü ama hayat bu meseleden ibaret değil. Sizin önemsiz gördüklerinizi önemli gören milyonlar var
DeleteSevan bey,
ReplyDeleteSizin yorumunuzu ve çözüm önerilerinizi merak ediyorum, sizi yargılamak için sormuyorum:
Türkiye'de A kişisi: "Kızların açık-saçık giyinmesi, ahlâkımızı bozuyor." der.
Türkiye'de B kişisi: "Kamuda tanınan-bilinen kişilerin yolsuzluğa bulaşmış olması, ahlâkımızı bozuyor." der.
Dikkat ederseniz "ahlâk" kelimesi, korunup kollanması gereken, eğer bu yapılmazsa "ülkenin çöküşe gideceği" yönünde uyarılarda ve hâttâ eylemlerde bulunulan bir konsept olarak, herkes tarafından kullanılıyor.
Ahlâk bekçiliği yapmaya hevesli çok kişi var, ama, bekçiliğini yapmaya heveslendikleri ahlâk çeşit çeşit.
Buradan, insanların gündelik hayatındaki her davranışını "müphem bir ahlâkçılık" dayatmasıyla dizayn etmeyi amaçlayan, nihayetinde insanların özgürlüklerini sakatlayan bir Türkiye'ye dönüştük.
Sadece ama sadece "eğitim reformu" yapmanın, bu boğucu konsepti değiştirmeye tek başına yeterli olmayacağı kanaatindeyim.
Biraz gaddarca bulabilirsiniz düşüncemi ama, birkaç kuşağın geçmesi gerekmiyor mu? Yoksa, kuşaklar değişse bile, "müphem ahlâkçılık dayatmaları" devam eder mi?