9/06’da paylaştığım.
Machiavelli'nin öğretisi
çoğu zaman “amaç için her yol mubah” diye özetlenir. Alakası yoktur. Bu derece
bayağı bir tezi ileri süren biri neden büyük adam sayılsın, neden hatırlansın? “Ahlak
yok” demekle birdir, her ergenin aklından bazen geçer belki, sonra
akıllanırlar.
Machiavelli'nin düşünce
tarihinde devrim niteliğinde olan keşfi, bireysel ahlakla devlet yönetme
ahlakının birbirinden ayrı ve hatta bazen zıt olduğu fikridir. Bireyde
ayıplanan eylemler, devlet yöneten açısından mubah ve hatta övülesi olabilir. “Devlet
ahlak üstüdür” de demiyor; “devletin ahlakı başka kriterlere tabidir.” Modern
siyaset biliminin başlangıç noktası sayılır, “peki, başka kritere tabiyse o kriter(ler)
ne?” sorusu.
"Modern" derken
tabii son moda anlamında değil, post-medieval anlamında, Türkçesi galiba
Yeniçağ.
Ertesi günü devam.
Abin döverse babana
gidersin. O olmadı amcana, daha olmadı polise. İnsani iktidar her zaman zulme
dönüşme potansiyeline sahiptir. Bunun çaresini Ortaçağ (Avrupa) siyasi
düşüncesi sonsuz bir iktidar zinciri tahayyül etmekte bulmuş. Her zalimin üzerinde
başvuracak bir merci olmalı. Zincirin üst ucu bulutlarda kaybolur gerçi –
imparator hazretleri? papa? kilisenin manevi şahsiyeti? – ama pratikte ne önemi
var?
16. yy’a gelindiğinde o
zincirin hükmü kalmamıştır. Ara baklaların çoğu kırılmış, irili ufaklı bir dizi
hükümdar “en büyük benim, başka büyük yok” sevdasına kapılmıştır. (İlginçtir ki
bu teori ilk evvela 13. yy’da papa ile imparatora meydan okuyan İtalyan şehir
devletlerinde türer. Daha sonra Amerikan altını ile görülmemiş güce kavuşan
İspanya kralı, Felemenk ve İtalya ticaretine çöken Fransa kralı, memleketin tüm
soylularını haraca bağlayan İngiltere kralı 7. Henry ile kilise mülklerini
gaspeden oğlu 8 no. “en büyüklük” iddiasının taşıyıcıları olur.)
Jean Bodin, Devlete
Dair Altı Kitap (1576) Yeniçağ siyasi düşüncesinin ilk önemli başyapıtı
sayılır. Hollandalı Arnold Clapmarius, Devlet Sırlarına Dair Altı Kitap
(1605) belki daha da orijinaldir. (Her ikisini 1982’de okuma demeyelim de baştan
aşağı gözden geçirme fırsatı bulmuştum.) Her ikisi Machiavelli ile
karşılaşmanın getirdiği elektrik şokunun izlerini taşır. Her ikisinin merkezi problemi
majeste kavramıdır. Latince maiestas, tuhaf yapılı bir sözcük, Türkçeye
belki ekberiyet diye çevirmeli: “en büyüklük”. Yani zincirin son halkası; sorumluluğu
üste devredemeyeceğin, hesap verecek kimseyle muhatap olmadığın yer. Bu tüyler
ürpertici mevkii insanlar dünyasında makul ve makbul kılacak olan koşullar
nelerdir? Hiç kimseye hesap vermeyen hükümdar, kamu vicdanında, yahut aklın
mahkemesinde, nasıl hesap verebilir? Sözü kanun olan biri hangi kanunlara
tabidir?
Buyurun, modern çağ
siyasi düşüncesinin ana konuları.
Sakın bunlar çağı geçmiş
monarşiler devrinin mevzuları deyip burun kıvırmayın. Kafasına ibik takmış astığı
astık kestiği kestik bir tane adam yerine Devlet deyin, ne kadar güncel
olduğunu görürsünüz.
*
Ayrıntılı öyküyü erteleyip
genel hatlara bakarsak ben kabaca üç tane cevap, daha doğrusu cevap stili görebiliyorum.
Birbirini dışlayan şeyler değil, üç ayrı vurgu, üç ayrı ilkeler demeti. Özetleyeyim.
1) Hukuk devleti
(Rechtsstaat) fikri 19. yy’da Almanya’da egemen olmuştur, Hegel’inden Weber’ine
kadar bilumum Alman ağır toplarının kafasındaki teorik modeldir. Yasalar insan
aklının reel dünyadaki tezahürüdür. Devlet yasaların cisim bulmuş halidir; Devlet
yasalarla kaimdir ve yasalar ancak Devlet sayesinde hayat bulabilir. O halde, gelişkin
bir yargı sistemi ve iyi eğitilmiş yargıçlar Devletin can damarıdır.
Peki, varlık sebepleri Devlet
olan ve ahlaki ufukları Devletle sınırlı olan bu yargıçlar, devleti temsil
edenlerle sade vatandaş – veya hükümet karşıtları – çatıştığında ne yapacak? Hukuk
devleti ideali işte tam olarak bu noktada çöker. Hukuk devletinin mantığı
Dreyfus davasında (ve Rus devrimcilerinin yargılamalarında, Sacco ve Vanzetti davasında...)
iflas eder. Bireysel bir zaaf değildir sözkonusu olan, yapısal bir problemdir.
Amaç hukuksa, hukukun yeryüzündeki temsilcisi olan Devlet’i nasıl göz ardı
edersin?
[İlginç ki klasik devir (yani Osmanlı-öncesi) İslam
siyasi düşüncesi ile bu fikir arasında çarpıcı paralellikler vardır. Hukuk
yerine Adalet kelimesini koyunca daha iyi anlaşılır. Olağanüstü gelişkin bir
hukuk sistemi olan İslam fıkhını yeryüzünde egemen kılmak, teoride, İslam
devletinin yegane varlık sebebidir. Mamafih derin konu, başka zaman bakalım.]
2) Denge devleti fikri
İngilizlerin uzmanlık alanıdır. Hukuk dediğin esnek bir şey derler, her kaba
girer, mühim olan toplumda herhangi bir aktörün diğerlerini ezecek kadar
güçlenmesini önlemektir. Amerikan siyasi düşüncesi de ana fikrini İngilizden
almıştır. 19. ve 20. yy’larda Batı dünyasının İngilizce konuşan kısımlarına
egemen olan liberalizm düşüncesinin temelinde bu yatar: hukuk değil, çoğulculuk
ve güçler dengesi. Toplumda çeşitli kurumlar, siyasi partiler, hizipler,
eyaletler, birbirini sevmez bürokrasiler, kraldan ayrı başbakanlar, şehir
meclisleri, meslek kuruluşları, rakip gazeteler, özerk yönetimler olsun ki
kimse haddinden fazla zulme yeltenemesin, vatandaşa nefes payı kalsın. İyi
devlet, bu çeşitliliği cambaz gibi idare eden devlettir. Devlet ahlakının
ölçütü budur. Denge bozulunca devlet bozulur.
Nitekim 21. yy’a
gelindiğinde başta Anglosakson ülkeleri olmak üzere bütün dünyada denge feci
surette bozulduğu, istihbarat ve emniyet örgütleri geri kalan her şeyi böcek
gibi ezecek kudrete kavuştukları için bu modelin de çağı geçmiş görünüyor.
[Batıda liberal demokrasi
çağının kapanmasında şimdilik üç ana dönemeç rol oynadı görünüyor: uyuşturucuyla
mücadele, ‘terörle’ mücadele, virüsle mücadele. Bi ara bunu da yazak.]
3) Üçüncüsü bugünkü dünyada
kavraması en zor olan model, ilk tepkiniz ‘yok ya’ olacak. Lakin yukarıda adı
geçen Bodin’in kitabında muazzam bir belagatle savunduğu fikir budur; 18. yy
ortalarına dek Avrupa’da herkesin üzerinde az çok mutabık olduğu yaklaşım da
budur. Osmanlı devletinin egemen ideolojisi de, en azından devletin güçlü
olduğu devirde, bundan çok farklı değildir.
Devleti Devlet yapan,
derler, törendir, azamettir, ihtişamdır, kutsallık halesidir. Batıda 16. yy’dan
itibaren yaygınlaşan stato/state/état kavramı esasında “duruş” ve haşmet
demektir. İyi Devlet haşmetini – raconunu – her şeyden üstün tutar; kötü Devlet
üslupsuz devlettir. Bu sadece estetik değil aynı zamanda ahlaki bir ilkedir.
Zira racon kaygısı toplumda söz sahibi olanları ortak bir zihniyet ve ortak bir
estetik anlayışı etrafında birleştirir, Devletin başındakilerin keyfilik
sahasını kuvvetli sınırlar içine hapseder.
Üç model arasında en
gerçekçi olanı sanırım budur. Lakin mantıki sonucunun Hitler’lere vardığını
düşünürseniz bu modelde de günümüz açısından pek çıkar yol görünmüyor.
Ülkemizde hem cumhuriyet ile yönetildiğimizden hem de tarih eğitimimizden dolayı ezici çoğunlukla vatandaşlar kendi istekleri doğrultusunda toplumsal meselelere , bireysel ve toplumsal haklara bakmaktadırlar. Ahlak , vatan millet kavramları ya da adilane talepler bile adil olsalar bile toplum içerisinde kalmaktadır. Yani toplum kendine kriter koymaktadır. Egemenlik millet de görünse bile öyle olmaz çünkü toplum kendi istekleri doğrultusunda bir başka kişiye veya kesime cebir uygulamaktadır. Böylece egemenlik bölünmektedir. Anlatmak istediğim devletin halkına nasıl davranması gerektiği konusunda toplumun bir bakış açısı yoktur varsa da üslup olarak bu üslubu kullanmaz. Anayasa belki bir nebze bunu sağlıyor gibi görünse de kavramsal açıdan elverişli değildir. Bence devlete tek nitelik olarak tarafsızlığı versek nasıl bir ülke oluruz bilmem ama bir hamur yoğurup ona şekil vermeyi düşünüyorsak en güzel şekli vermek de bir maharettir. Tarafsızlık şudur ekonomik , ahlaki , sosyolojik konular da devlet avantajlı konuma gelen vatandaşından fayda sağlamayacak ve gerektiğinde vatandaş tarafından uyarılacak. Bu sistemin başarıya açık olduğunu düşünüyorum çünkü tek kavram var ve tek bir meşruiyet var mahkeme gibi düşünelim devlet üzerine atılan itham da son çare susma hakkını kullansa o da ona çare olmaz.
ReplyDeletehocam izniniz olursa bir kaç sene çantanızı taşımak isterim bedavaya. Yediğinizden yesem, gördüğünüzü görsem, söylediklerinizin hepsini duysam yeter. Bu arada getir götürünüzü de yaparım :)
ReplyDeleteSevan Bey, bir yazınızda 80lerdeki Thatcherite politikaların devleti küçültmeyi amaçlarken korkunç bir şekilde büyüttüğünden bahsetmiştiniz yanlış hatırlamıyorsam. Benim Thatcher'a yaklaşımım yetmez ama evet olduğundan şaşırmıştım. Anglo-saxon düzenin çökmesini de bununla ilişkilendiriyorsunuzdur diye tahmin ediyorum fakat ben şu anki polis devleti sonucu için 1909 People's Budget ile başlayan büyük/sosyal devlet sürecini suçlama eğilimindeyim. Bi ara bunu da yazak diyerek bırakmışsınız ama bu konudaki fikirlerinizi özetleyebilirseniz sevinirim.
ReplyDeleteOsmanlı üçüncü modele örnektir evet, sonunda başarısız olup bir çeşit geç feodalizme geçmiştir. 19. asırda da feodallerinin birçoğunu budayıp modernleşme/Batılılaşma yoluna girmiştir (18. asırda başlayan elit mimarisi gibi sathi şeylerdeki Batılılaşmayı hariç tutuyorum). Ama geç kalmıştı, Rusya gibi 18. asra girilirken ya da başında girse o yola dağılmanın önüne geçebilirdi, gayrimüslim cemaatlerini de yönetici sınıfa daha erken dahil ederdi bu arada.
ReplyDeleteiste bu kuzey avrupa devletleri kutsalligi, hasmeti baska olgular uzerinden kurmuslar. yani devletler oyle bi hasmetli ki her yerde bisiklet yolu var, parklar genis yesil ve temiz (cop yok), spor sadece futbol degil. muzeler doyurucu vs vs. Millet bu hasmetlilige o kadar efsunlanmis ki kopeginibokunu kaldirimdan almadan edemiyor. 10yy'da tasradan gelen adam ayasofyaya hayrandi, simdi de adamin devletine hayran. Anten kulesine de hayran olanlar vardir ama o baska bi yazinin yorumunun konusu...
ReplyDeleteSon bahsettiginiz devlet modeli nedir, nasil isler pek anlayamadım. Devlet'in hasmeti nedir? Büyük saraylar, büyük törenler, büyük tapinaklar, devlet ekranının kutsanması falan midir? Devlet'in itibari için büyük paraların harcandığı bir yaklaşım midir? Bu durum bireysel özgürlükleri nasıl daha gelişmiş yapmaktadır? Bireyin bu tür bir Devlet'in zulmüne karşı ne silahları vardır?
ReplyDeleteTörenler, gelenekler, teamüller vırt zırtlar, muktediri sınırlar, gücü kontrol altında tutar. Aykırı davranan ayıplanır, kral adama yakışır mı lan böyle hareketler vb mahalle baskısı ile hizaya çeker vs vs.
DeleteDoğru model 2 ilâ 3 arasında bir yerlerde olmalı sanki. Zira evet, azâmet bu coğrafyada önemlidir. Rahmetlik Ecevit, -1999 yılıydı sanırım- bir ara Kartal marka otomobiline binmeye kalkmıştı da ’Böyle sümsük Başbakan mı olur. Devletin itibarını ayaklar altına aldı?’ diye dudak bükmüştü herkes. Neticede burası Şark. Eskiden -her Doğan Avcıoğlu yetiştirmesi gibi- Atatürk-Pilsudski-Mannerheim tipi ’İyicil Dikta’ yöntemini beğenirdim, lakin içinde şeffaflık ve murakabe olmayan tüm girişimlerin önünde sonunda yolsuzluk ve çürüme ile sonuçlandığı gerçeğiyle yüzleşince, Kuvvetler Ayrılığı prensibine kesin olarak iman ettim. Ordu-Emniyet-İstihbarat üçlüsünün hâkimiyeti için, İngiltere’den ziyade Amerika’da geçerlidir diyebiliriz. İngiliz kumaşı yine mevcutların içinde en iyisidir. Tecrübeleri, eşsiz mizah duyguları ve olaylara geniş açıdan bakabilme yetenekleriyle, cahil ve öküz kafalı Fransız-Alman-Amerikalıların aksine, gerek iç, gerekse dış siyasette hatalarından ders almasını bilirler. Osmanlı, ’Basılacaksan Rum dilberiyle basıl, asılacaksan İngiliz sicimiyle asıl’ veya ’İngiliz’in kafasında kırk tilki dolaşır, kırkının da kuyrukları birbirine değmez’ v.b. veciz sözleri boşuna söylememiştir.
ReplyDelete> Batıda liberal demokrasi çağının kapanmasında şimdilik üç ana dönemeç rol oynadı görünüyor: uyuşturucuyla mücadele, ‘terörle’ mücadele, virüsle mücadele. Bi ara bunu da yazak.
ReplyDeleteHocam multecilere karsi savas hakkinda ne dusunuyorsunuz? Benim gordugum 2010'larin basindan itibaren Avrupa'da guvenlik ve istihbaratin elini guclendiren konu multeci meselesi oldu.