Sekülarizm: umumca tanınan dini kuralları ve o kuralların sözcülerini kamu yönetiminde bağlayıcı saymayan anlayış.
Başka tanımlar da
olabilir; laiklikle sekülerlik aynı mı değil mi sonsuza dek tartışılabilir.
Şimdilik ben bunu önereyim. “Umumca tanınan” şartı önemli. Çünkü aklınıza
gelebilecek her ahlak kuralı ve/veya yönetim ilkesi din bazında savunulabilir. Din
uğruna anadan doğma gezen Üryan Babalar olmuş tarihte; komünist hıristiyanlar
da olmuş. O yüzden din derken dinin “aslını” değil (her ne demekse), ümmetin
icmaını kastediyoruz. “Kamu yönetiminde” yerine “bireysel ahlakta” diyebilirdik;
o da geçerli bir bakış açısı. Ama burada o kastedilmedi. Bir yönetim ilkesinden
söz ediyoruz.
Türkiye’de sekülarizm
konusu 19. yy’ın ilk yarısında gündeme gelir. Tek ve bariz bir hareket noktası
vardır: Anadolu ve Rumeli nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturan gayrimüslimlerin
haklarını müslümanların zulmünden korumak. “Gerçek İslam o değil” diye hemen
atılmayın lütfen. İslam hukuku zimmileri kısıtlı haklara sahip ikinci sınıf
insan olarak tanımlar. Bunun teorik gerekçesi neyse ne, gerçek dünyada pratik
sonucu, birtakım güçlü kişilerin, hukuken üstün olan konumlarını istismar
ederek gayrimüslimlere keyfince zulmetmesidir. Dolayısıyla prensipte basit ve
hatta “İslama uygun” bir talep gibi görünen zimmilere adalet talebi, uygulamada
İslam hukukunun – şeriatin – kısmen dahi olsa lağvını, yahut güncel koşullar
ışığında “yeniden yorumlanmasını” gerektirir. Dolayısıyla sekülerleşme.
Konu gündeme gelmiştir
çünkü 1820’lerde imparatorluğun iki mühim bileşeni, Sırplar ve Yunanlar, isyan
etmişler ve Avrupalıların desteğini kazanıp devletten büyük birer lokma
koparmayı başarmışlardır. Kuzeydoğuda Ermeniler eziyete daha fazla tahammül
etmektense Rusların vaatlerine kanıp 1828’de topyekün göçmeyi seçmiş, koca Erzurum
eyaleti bu yüzden viran ve hoban kalmıştır. Suriye’de Hıristiyan isyanı büyük
yıkım pahasına önlenebilmiş, Cebel-i Lübnan’da önlenememiştir. Gidişin tehlikesini
gören Osmanlı devlet aklı bu nedenle uykusundan uyanıp 1) Tanzimat fermanı ile
müslim ve gayrimüslim arasında eşitlik ilkesini ilan etmiş, 2) Islahat Fermanı
ile devletin amir kademelerinde gayrimüslimlerin görev almasını kabul etmiştir.
Her ikisi İslam tarihinde ilktir. Her ikisi Hanefi İslam hukukuna açık ve kesin
olarak aykırıdır. Kuran’ın açık ayetlerine, peygamberin hadislerine, Hz. Ömer’in
adaletine, dört mezhebin fıkhına da aykırıdır. Din eğer ümmetin icmaı ise, din
elden gitmiştir.
Elbette Avrupalılar da
teşvik ettiler. Elbette Avrupalıların o güne dek benzeri görülmemiş teknik, ekonomik,
askeri, kültürel, ahlaki başarıları da Osmanlı yönetici sınıfının gözünden
kaçmadı. Gâvurlar bunu başarıyorsa gâvurlukta bir hikmet mi var acaba?
Neden olmadı
Deney başarısızlıkla
sonuçlanmıştır. Çünkü:
1) Özellikle taşradaki müslim
ahali, islamın yüzyıllardan beri kendilerine sağladığı ayrıcalıklı konumu ( = tasallut
ve yağma özgürlüğünü) terk etmek istememiş, reformcu Osmanlı yönetim kadrosu da
onları hizaya getirecek iradeyi ve gücü sergileyememiştir.
2) Yüzyılların
baskısından kurtulan gayrimüslimler, bence yeterli titizlikle henüz tetkik
edilmemiş nedenlerle, çok büyük hızla kalkınmaya başlamış ve toplumun birçok
katında başat konuma gelmişlerdir. Doğal olarak bu durum müslim ahalinin tepkisine
yol açmıştır. (Yok hayır, gayrimüslimler eskiden beri zengin değildi, 19. yy’ın
ikinci yarısında kalkındılar.)
3) Gayrimüslimler devletin
niyetine ve daha mühimi gücüne yeterince güvenmedikleri için Avrupalının
(Rus dahil) desteğini aramaya devam etmiştir. Avrupalının canına minnet, bunu
fırsat sayıp imparatorluğun etinden et koparmaktan bir an geri durmamıştır.
Yorgan gitti, neden
kavga bitmedi
Sonuçta Osmanlı eliti,
memleketin gayrimüslim nüfusunu topyekün tasfiye etmekten başka çözüm yolu
bulamamıştır. Bu fikir 1878 hezimetinden – Doksanüç Harbi – sonra yavaş yavaş
olgunlaşır, 1895 katliamında ilk deneme sahasını bulur, 1912 Balkan
hezimetinden sonra Osmanlı-Türk yönetici sınıflarının oy birliğini kazanır,
1923 nüfus mübadelesi ile hızını kaybetme sürecine girer. Hak istediler verdik,
en azından verir gibi yaptık; bu uğurda dinimizi bile sattık, en azından
sattığımıza kendimizi inandırdık. Yetinmediler. Daha ne yapalım, günah bizden
gitti.
Peki sekülerlik deneyinin
sonu 1915-1923’te gelmiş midir? Hayır, gelmemiştir. Çünkü Osmanlı eliti ve
onların kesintisiz devamı olan ilk cumhuriyet seçkinleri Reform’a samimiyetle
inanmıştır. Bu uğurda yaşam tarzını ve yönetim felsefesini değiştirmiştir. Batı
kıyafet modalarına özenmiş (hayır, şapka devrimi değil, çok önceden, II. Mahmut
reformlarından beri), Batının kültürel normlarını şiar edinmiş, Batı sanatına
öykünmüş, kendi aralarındaki fikir ve bilgi tartışmalarında Batıyı hakem kabul etmiş,
Batı dillerinden tercüme yeni bir dil oluşturmuş, Batının bıyık ve sakal modellerini,
yemek yeme usullerini, eğlence kalıplarını, eğitim kurumlarını, yazı üslubunu,
hatta din ve ahlak anlayışını, hatta namahreme bakış açısını sadakatle taklit
etmiştir. Şimdi memlekette irtica muzaffer olmuşken bunların geleceği ne
olacak?
Evet, irtica muzafferdir.
Milli Mücadele yıllarında taşra erkânı, taşra ahlakı, taşra müslümanlığı yakın
tarihte hiç olmadığı kadar güçlenmiş ve ulusal söyleme hakim olmuştur. Şimdi
gâvur hazır denize dökülmüşken gâvurun içteki yoldaşı olan Türk elitlerinin,
mesela İzmirli Uşşakizadelerin, yahut istediği kadar vatan-millet diye
yırtınsın Amerikan Kolejliliği üstünden atamayan Halide Edip’in denize dökülmemesi
için sebep var mıdır?
Türk elitinin kültürel modeli
ve sosyal dayanağı olan, ona modacı, eğitmen, garson, banker, editör, mimar, matbaacı,
tarım danışmanı ve piyano hocası olarak hizmet eden yerli gayrimüslimler gidince
bu zümre Anadolu taşrasında – taşrayı bırak, metropollerde – nasıl
tutunacaktır? İnsanoğlunun en kutsal varlığı olan seçkinliğini nasıl sürdürecektir?
Yeni rejimin Osmanlı’dan
miras seçkin zümreyi kollaması için haklı nedenler vardır. Eldeki insan
malzemesi bundan ibarettir. Yedek kadrolar yoktur; olanlar savaşta heba
edilmiştir. Rusya’daki gibi radikal bir sınıf değişiminin altyapısı yoktur (Bolşevik
kadroların büyük bölümü düzgün eğitim almış fakat Çarlık rejiminden dışlanmış
entelektüellerdi; Türkiye’de iseidadi veya üstünü okumuş olan herkes zaten
Osmanlı yönetim kadrosu içindeydi). Daha önemlisi, bütün dünyada Avrupa
kayıtsız ve şartsız olarak egemen görünmektedir. Onların dilini konuşmaz,
onların usullerini benimsemezsen hayatta kalma şansın yoktur. Onların dilini
konuşan da, malum bir avuç azınlıktır. O azınlık korunmalıdır.
Yeni model, laiklik
Laiklik, Osmanlı
sekülarizminin Cumhuriyet dönemindeki yeni adıdır. Maksat yine nettir, maksat islam-dışı
azınlığı islami inanç ve asabiyetin tasallutundan korumaktır. Bazı insanlar
namaz kılmayabilir, oruç tutmayabilir, şarap içebilir, islami tesettüre aykırı giyinebilir,
ehl-i harbin değer ve duyarlıklarını paylaşabilir, onların müziğini tercih
edebilir, Kuran’ın açık hükmü hilafına gayrimüslimle dostluk ve hatta izdivaç
edebilir, kızlarını islamın namahrem ilkelerine meydan okuyacak tarzda
yetiştirebilir. Fakat devlet, bu insanların hukukunu korumaya kararlıdır. Bir başka
deyimle Devlet, dinin emir ve yasaklarından bağımsızdır. Meşruiyet kıstasları
dininkinden farklıdır.
Cumhuriyet laikliğinin çelişkileri
çok tartışıldı; burada onlar üzerinde fazlaca durmayacağım. Yalnız belki
yeterince farkına varılmayan bir çelişkiye değinmekte fayda görüyorum. ‘Laiklik’
yoluyla kendini korumaya alan zümre daha dün ülkenin gayrimüslim nüfusunu imha
etme kararını oy birliğiyle alıp uygulayan, onların yağmalanmış mal varlığıyla
gücünü pekiştiren aynı zümredir. Kendilerini savunmak için dayandıkları ilke, yani
sekülarizm, daha dün büyük bir hunharlıkla çiğnemeyi ‘milli destan’ saydıkları
aynı ilkedir. Varoluşları dehşetli bir iki yüzlülüğe dayanır; bir ahlaki ucubedir.
İslamı reddederler; ancak mantıken islamın antitezi olan bir dine
meyledemezler. Çünkü ‘mevcudiyetlerinin yegane temeli’ olan cumhuriyetin
kuruluş öyküsü, bizzat kendilerinin, o dinin mensuplarını ülke sathından
temizlemesinin öyküsüdür. Temizlik operasyonu islam adına yürütülmüştür; ancak
bu gerçek asla itiraf edilemez, çünkü cumhuriyet eliti 1923’ten sonra varoluş
mücadelesini aynı islama karşı vermektedir.
Bu çelişkinin yarattığı
boşlukta palazlanan yeni inanç veya mezhebe ‘Türk milliyetçiliği’ adı verilir. Denir
ki gayrimüslim nüfus din yüzünden değil, ‘millet’ yüzünden imha edilmiştir.
Cumhuriyet eliti ise meşrudur, çünkü onlar ‘millidir’. Unutulur ki millet
Osmanlıca “din” demektir. 1900’lerin başına dek o anlamda kullanılmıştır.
Türk milliyetçiliği, bir
riyakârlığın adıdır. İslama boyun eğmeyenler yok edilmelidir; ancak islama
boyun eğmeyenler eğer ‘Türk’ ise korunmalıdır. Buyurun, Türk milliyetçiliği.
Bu.
Neden yenildiler
Kökteki bu derin çelişki,
laikliğin şemsiyesi altına sığınan Osmanlı-Türk elitinin zaman içinde tıkanıp
tükenmesine yol açacaktır. Cumhuriyet’in ilk günlerinden beri yeni nesiller hıristiyanlığa
ve gayrimüslimlere karşı kuşku ve nefretle yetiştirilmiştir. ‘Milli’ olan
iyidir. Buna karşılık gayri-islami yaşam tarzına sahip olanlar korunmalı ve
hatta yüceltilmelidir. İyi de, neden?
Diğer yandan modern
dünyanın koşulları devlet bürokrasisinin sınırsızca büyütülmesini, dolayısıyla
gereği gibi eğitilememiş kitlelerin yönetici kadroya dahil edilmesini
gerektirmektedir. Bir süre sonra bu kitlenin inanç ve önyargıları Cumhuriyet
elitine baskın gelmeye başlayacaktır.
‘Laiklik’ davasının
öznesini oluşturan gayri-islami yaşam tarzına sahip seçkinler 1960 ve 1980
askeri darbelerini izleyen iki dalgada siyasetten ve devlet yönetiminden
tasfiye edilecektir. 1960’lar tasfiyesi sosyolojik açıdan ilginç bir dönemeçtir.
27 Mayısta büyük devrimi gerçekleştirmek amacıyla idareyi ele alan askerler, geleneksel kentli seçkin
vs. taşra halkı ikileminin dışında, sınıfsız, köksüz, idealist askerlerden ve
onlara bağlı devlet uzmanlarından oluşan yeni bir yönetici zümre oluşturma
hülyasına kapılmışlar, fakat çok kısa sürede yenilip tasfiye edilmişlerdir. 12
Eylül darbesini izleyen dönemde ise, eski Osmanlı elitinin devamı olan ‘laik’
cumhuriyet seçkinlerinin devlet yönetiminde yer alması neredeyse imkansız hale
gelmiştir.
1980’den sonra sözkonusu
seçkinlerin yaşam alanı – hariciye ve istihbarat gibi bir iki istisna ile – devlet-dışı
alanlarla sınırlıdır: üniversiteler, tıp, basın ve görsel medya, yayın ve sanat
dünyası, reklam sektörü, finans sektörü, uluslararası şirketlerin Türkiye temsilcilikleri.
Kısacası, TÜSİAD-land. Kısıtlı istihdam ve iktidar fırsatı sunan bu sahalarda
yer bulamayanlar, Özal döneminden itibaren artan bir hızla yurt dışına göçmeye
başlayacaktır.
Günümüzde filmin sonu
görünmüştür. Anılan sektörlerin her birinde tasfiye hızlanmıştır. Hemen her gün
başka bir mevziin düştüğü haberi gelmektedir. ‘Laik’ zümre artık kendine ait
saydığı sahaların her birinde inisyatifi kaybetmiş, üç dört kentin birer
semtine hapsedilmiş, anlamlı istihdam olanaklarından yoksun, kendini kanıtlama
sahası olarak bir avuç kafe ile instagramdan başka seçeneği kalmamış bir
marjinal gruptur.
Bu dönüşümün Erdoğan
rejiminin “suçu” olduğunu zannetmek bence fazlaca naif bir bakış açısı olur.
Erdoğan, olsa olsa, ebedir. Dönüşümü getiren güçler ondan çok daha büyük ve
derindir. Yarın Erdoğan gitse de bir şey değişmeyecektir. Bir devir kapanmıştır.
Geçmiş olsun.
Geriye ne kaldı
Buna rağmen Türkiye’de
hala sekülarizm davasının – az da olsa – güncelliği varsa üçüncü bir ümmet-dışı
grubu, Alevileri, hesaba katmamız gerekiyor. Türkiye’de bugün yeni devlet
düzeni önündeki başlıca engel, başka bir konu olan Kürtlerin yanısıra, müslüman
zulmüne karşı korunma talep eden Alevilerdir.
O konuyu başka zamana
bırakalım.
Hocam batı tarzı hayatı benimsemeyen sekülerizm karşıtlarının batıda malvarlıkları var evlatları batıda okumuş nasıl batı tarzı yaşam şeklini toptan reddedecekler hem de küreselleşen dünyada
ReplyDelete1.Sevan Paşa, tamam birbiri ile uyum göstermeyen süreç gayrimüslimlere yaklaşım ve sonrasındaki anlayış. Ama a be kuzum, şartlar değişimiş çözüm önerisinin değişmesinden doğal ne var?
ReplyDeleteBüyük bir gayrimüslim kütle ile hırgür olmadan yaşayamazdık artık kabul et be ahparig.
Bir şekilde denk getiren, güçlü olan, şartların yardımcı olduğu grup egemenliğini artırmıştır. Şimdiki dönüşüme gelince hiç o kadar emin olma; güç dengesinde .
Dindar kesimin egemenlik naraları kulağını fazlaca esir almış.
Motorsikletin de hayırlı olsun.
Kask mask siktiret, yola çıkmadan besmeleni çek, bir de fatiha; sonra yardır git yokuşlardan.
Sağlıcakla kal.
Sayın Yazar bu güne kadar olanları iyi analiz etmiş (biraz sübjektif yorumlamada bulunsa da) ancak bugün memlekette olup biteni iyi okuyamıyor, 2016'dan sonra inişe geçildiğini, sonun başlangıcında olduğumuzu göremiyor. Evet çok sancılı olacak, uzun sürecek kaos olacak ama Avrupada 300 yıl önce sona eren dinin egemenliği burada da sona erecek. iktidardakilerin bu süreci çok hızlandırdığı da o zaman anlaşılacak
ReplyDeleteİbni Haldun'un meşhur asabiyye döngüsü bir kez daha tekrarlanmış gibi. Yalnız yeni kurulan rejim de kökleşemeyecek kadar istikrarsız. Son Sedat Peker olayında görüldüğü 5-6 ayda bir, yeni bir kriz patlıyor. Şu anda Erdoğan kültü ve pragmatizmiyle sistem işliyor gibi görünse bile "eski medine ahalisinin" yerine gelen bu yeni "bedevilerin" devri de fazla uzun soluklu olmayacak gibi.
ReplyDeleteBence yeni zemin liberalizm olabilir..şuan özellikle gençler arasında popüleritesi artıyor..her kesimden genç için yeni ortak zemin.. sonuçta artık toplumun hiçbir kesimi dindar yaşam tarzı istemiyor..
ReplyDeleteKusura bakmayın ama ’Ben kapağı Avrupa’ya attım, siz orada derdinize yanın’ tadında bir yazı olmuş bu. Ve baştan aşağı yanlışlarla dolu. Öncelikle Laik devlet teokratik olmayan devlet ise, Osmanlı zaten laikti. Şer’î hukuk daha 14.asırda cortladığı için büyük ölçüde örfî hukuk uygulanıyordu. Hacı-hoca takımının siyasi gücü zaten yoktu. Bahsettiğiniz reformların Avrupa’dan borç para bulup devletin ömrünü uzatmaktan başka bir fonksiyonu yoktu.
ReplyDeleteGayrımüslimlerin tasfiyesi üzücü ama kaçınılmazdı. Kimse Onlar yüzünden Rumeli’nden sonra Anadolu’dan da sürülmeyi göze alacak değildi. Abdühamid’in tahttan indirildiği 1909 yılında, memlekette ’ekonomik değer’ namına ne varsa Onlarındı. Ve kurucusu oldukları devlette Türkler er veya geç, kendilerinden olmayan bir azınlığın sonsuza dek bekçiliğini, ırgatlığını, kayıkçılığını ve hamallığını yapmak zorunda olmadıklarını idrak edeceklerdi.Tıpkı 1917 Devrimi’nde aynı şeyi fark eden Mujikler gibi. Kaldı ki bir asırdan kısa bir sürede bu kadar zenginleşmeleri, ayrımcılığa uğramadıklarının kanıtı değildir de nedir, merak ediyorum.
Günümüze dönersek, sapına kadar laik muhalefet ve herşeye rağmen Atatürk’e sadık MHP’yi toplarsanız %60’lara varırsınız ki sırf bu bile Türkiye’nin asla bir Bedevî ülkesine dönüştürülemeyeceğine delâlet eder. Dillinizin altındaki baklayı da anlıyorum. ’İttihatçılar bizi tasfiye edip mallarımızı almıştı. Şimdi de Taşra Yobazı Onları tasfiye ediyor. Oh olsun’ demeye getiriyorsunuz; ki ham hayaldir. İki kelimeye indirgediğiniz ’Tüsiad-Land’ bu ülkenin GSMH (ve vergi hasılasının) %80’ini üretir. Göç edenler kol işçisiydi, biz değil. Hâriciye de, diğerleri de günü geldiğinde geri alınır; zira 1500 yıllık devlet aklı cehalet ve müptezelliği kaldırmaz. Agop Paşa örneğin, tam da bu yüzden Maliye Nazırı yapılmıştı. O vakit memlekette bileşik faizin ne olduğunu bilen tek kişi olduğu için. Anlatabiliyor muyum?
Kaldı ki o söylediğiniz fabrikalar, bankalar, AVM’ler, sendikalar, üniversiteler, kültür, sanat, üretim, fikir, düşünce ve yaratıcılığı çıkardığınız vakit geriye ne kalıyor, pardon? Kimsenin okumadığı dört tane g...boklu gazete ile imam hatip okulu mu? Son yerel seçimde Türkiye’nin en eğitimli, en çalışkan, en üretken illerinden suratlarının ortasına şamarı yiyenler hangi sektörde ’hangi mevzileri kazanmış’, kokain, altın kaçakçılığı ve kara para aklama sektörleri dışında? Memleketin sahibi biz miyiz, yoksa üç kuruşu bir arada gördükleri an, o bahsettiğiniz cafelerde, instagramlarda bizlerin hayatını yaşayabilmek için kıçlarını yırtanlar mı?
Büyük Usta Chaplin, ’City Lights’ filminin finalinde (ameliyattan sonra gözleri açılmış kıza) ’Do you see now?’ diye sorar. Elbette burada alegori yapmaktadır. Zira İngilizcede ’See’ görmek kadar, anlamak manasına da gelir. Türkiye’de hayat -maalesef mi desem (!)- olduğu gibi akıyor Sevan Bey. Olmasını istediğiniz gibi değil.
@Barış Bilen
DeleteGayrımüslimlerin tasfiyesi üzücü ama kaçınılmazdı. Kimse Onlar yüzünden Rumeli’nden sonra Anadolu’dan da sürülmeyi göze alacak değildi.
Tabii tabii, trenlerle Müslümanlar Orta Asya’ya postalanacaktı toplu halde memleketin Balkan Harbi sonrasında kalan topraklarında nüfusun kahir ekseriyetini oluşturmalarına rağmen! Bu deli saçmasına gerçekten inanıyor musunuz? Yoksa gayrimüslimlerin tasfiyesine bahane mi arıyorsunuz?
Abdühamid’in tahttan indirildiği 1909 yılında, memlekette ’ekonomik değer’ namına ne varsa Onlarındı. Ve kurucusu oldukları devlette Türkler er veya geç, kendilerinden olmayan bir azınlığın sonsuza dek bekçiliğini, ırgatlığını, kayıkçılığını ve hamallığını yapmak zorunda olmadıklarını idrak edeceklerdi.
Bu dengesizlik eğitimle alakalıydı esasen. Sonuçta Müslümanlar gayrimüslimler kadar Batılıların açtığı misyoner okullarına rağbet göstermiyordu, haliyle de eğitim seviyeleri daha düşüktü. Eğitim seferberliği ile giderilebilecek bir meseleydi, illa gayrimüslimleri tasfiye etmek ve mallarına, mülklerine çökmek gerekmiyordu. Kaldı ki gayrimüslim malları üzerinden zengin olan Müslüman elitlerin halkın geneline ne faydası olduğu da tartışılır.
Memleketin sahibi biz miyiz, yoksa üç kuruşu bir arada gördükleri an, o bahsettiğiniz cafelerde, instagramlarda bizlerin hayatını yaşayabilmek için kıçlarını yırtanlar mı?
Burada "biz"den kastınız ne? Kemalist vs. İslamist dikotomisi dışında kalan yığınla insan var Türkiye'de, hatta halkın çoğunluğunu oluşturduklarını söyleyebilirim. Türkiye'de siyaset zamanın gerisinde kaldığı için siyasi jargona henüz yeterince etki etmemiş olabilirler, ama geri kalan alanlarda etkililer.
Deleteİlk paragraftan başlarsak; 1990 yılında koskoca CIA bile Sovyetler’in pat diye çökeceğini tahmin edemezken, 1916 gibi bir çağda Rusya’nın bir ihtilal eşliğinde harpten çekileceğini tahmin edecek babayiğit var mıydı yeryüzünde? Şimdi Trabzon’dan Muş’a kadar uzanan Rus-Ermeni işgal hattını gözünüzün önüne getiriniz. Buna harbin sonunda eklenen bütün bir Ege+Bursa+Trakya’daki Yunan işgal bölgesini ekleyiniz. Eğer Çarlık Rusya’sı Mondros’ta (ve Sevr'de) galiplerin safında yer alsaydı, ne gelecekti buralarda yaşayanların başına Onur Bey? Verecek cevabınız var mı? Yoksa, 1821 Mora, 1790 Kırım, 1860 Kafkasya, 1912 Balkanlar, 1994 Karabağ, Bosna ve 1974’te Nikos Sampson’un yönetimi ele geçirdiği 9 gün boyunca Kıbrıs’ta olup bitenleri bir araştırın ve Gayrımüslimlerin hesabını öyle sorun. Bir asrı mütecaviz imha siyaseti ayan beyan ortadayken,kimsenin başını koyun gibi satırın altına uzatacak hali yoktu. Esasen bizzat Hocanın kendisi Rohingya krizine ilişkin mukayeseli yazısında ’Türkiye bu işi, giderek daralan bir Hristiyan kuşatması altında yok olma korkusuyla yaptı’ diyerek gerçeği en yalın şekilde itiraf etmişti zaten. (Aranırsa arşivden bulunabilir)
Son cümledeki ’Memleketin sahibi biz miyiz?’ ifadesi yanlış oldu. Doğrusu ’Kaybeden biz miyiz?’ olacak. Hani Hoca ’Şöyle tasfiye oldunuz, böyle kaybettiniz’ diyor ya; orada mühim olan Turan Feyzioğlu ya da Onur Öymen kafasında bir kaç adamın bürokrasiden tasfiyesi değildir. Hayat tarzıdır. Ve ezici şekilde mağlup olanlar da, o küçük gecekondu beyinleriyle her köşe başına bir İmam Hatip açmanın, ya da Ayasofya’yı cami yapmanın topluma ’İslami bir hayat tarzı’ kazandıracağını zannedenlerdir. Yani ’Kaybeden biz miyiz, yoksa bu popüler kültür ve Internet çağında bizim hayatımıza özenenler mi?’ diyorum. Burada ’biz’den kasıt elbette Bedevî gibi yaşamayan herkes, yani -sizin de belirttiğiniz gibi- halkın çoğunluğudur. Yoksa ”Kemalist-Dinci Dikotomisi”nin ne olduğu hakkında bir fikrim yok. BB
@Barış Bilen
DeleteRusya'da ihtilal olmasa Türkiye'nin topraklarının bugünkünden küçük olacağını tahmin etmek zor değil evet. "Anadolu'dan sürülme"den bütün bir Anadolu'dan Orta Asya'ya sürülmeyi kastettiğinizi sandım açıkçası ilk yorumunuzda. Öte yandan bugünkü Türkiye topraklarını vatan olarak algılayıp onun dışında kalan yerleri vatanın dışında saymak tarihi gelişmelerin sonucu olan bir şey. Balkan Harbi olmasa ve Selanik hala Osmanlı/Türkiye topraklarında kalsa o da bugün "vatan"ın bir parçası olacaktı. Ama mesela sizin dediğiniz senaryo gerçekleşse bu sefer Edirne, Trabzon, Ardahan vs. "vatan"ın dışında kalacaktı, ama her halükarda bugünkü Türkiye topraklarının çoğu Türkiye'de kalacak ve dolayısıyla "vatan"ı oluşturacaktı, Türkiye toprakları dışında kalan topraklardan kalan Türkiye topraklarına doğru belli bir miktar Müslüman göçü kaçınılmaz olurdu her halükarda. Öte yandan, sizin dediğiniz senaryo gerçekleşmedi ve Rusya ihtilalle beraber harpten ve sonucunda Batum hariç 1877'den o tarafa ele geçirdiği Osmanlı topraklarından çekildi, bu olumlu şartlar altında gayrimüslimlerin tasfiyesinin lüzumunu ya da kaçınılmazlığını savunmak bana aşırı rövanşist geliyor.
İkinci paragrafınıza gelince, bence Türkiye'de bugün olan bir hayat tarzı dönüşümü değil ya da esas olarak o değil, bir sermaye dönüşümü, yönetici kadrolar (derin devlet de dahil) bir yandan kendileri zenginleşirken bir yandan kendilerine sadık yeni sermaye ve siyaset-bürokrasi elitleri yaratıyorlar, eski elitlerden bir kısmı şartlara uyum sağlayıp gücünü korurken bir kısmı güç kaybediyor veya tamamen siliniyor. Milli ya da İslami söylem işin vitrin kısmı.
Sevan üstadım, Turkofonluktan kaynaklı Türkçülük de sekulerizme dosenip giden yolun taşlarından. Yani Türk kimliği de Gayrimuslim ozentinin sonuçlarından biri
ReplyDelete. Zaten getirenleride abdest namaz bilmeyen Rusya ve çevresinde yaşayan Türk lehçeli değişik tiplerdi. Anadolu'da yayılım gösteren Mezopotamya turkofonlarini acayip keklediler.Bunca yalan,bunca dolan ve eziyet Her şey özgürce Rakı içmek içindi. Degermiydi.
Esasen gayri müslimlerle yollarını ayıran Türklerin, gayri müslimlere yakın ve gayri İslami bir hava takınmasında bir çelişki görüyorsunuz. Oysa, gayrimüslimlerin geç dönemde iktisadi başat bir konuma geldiğini siz kendiniz söylediniz. Türklerin yaşam tarzında modernleşmesi, işte bu başat konuma kendileri ulaşmak-bu nişi azınlıklara bırakmamak içindir. Bu taşralı kesim dahil herkesi modernleştirdi. Bugün galip gelen “irtica” yanlıları da alkolsüz şampanya içiyor. Müslim gibi yaşamıyorlar. Kaybeden bence sekülerizmi ana kimlik yapan grup. Ama tüm ülke sekülerleşti.
ReplyDelete@Anonymous/Adsız July 14, 2021 at 9:47 AM
DeleteOlan biteni iyi özetlemişsiniz. Gayrimüslimlerle sürtüşmenin temelinde rant kavgası var ve bu cumhuriyet devrinde de devam etti Varlık Vergisi, 6-7 Eylül ve sonraki örneklerde gördüğümüz gibi.