Monday, June 17, 2019

Osmanlı'yı nasıl özetlesek

Son paylaşımıma gelen cevaplardan anlaşıldı ki halkımız Osmanlı’dan nefret etmektedir, Osmanlı’yı bir tür über-AKP rejimi olarak tahayyül etmektedir – ya da öyle söyleyince Sevan Hoca’nın hoşuna gider diye düşünmektedir.
55 sene önce Hammer Tarihi ile başlayıp o günden beri eski, orta ve geç devir Osmanlı tarihi hakkında hep bir şeyler okumaya gayret etmiş biri olarak pek öyle düşünemediğimi söylemiş olayım.
1. İmparatorluk
Osmanlı, dünya tarihindeki büyük emperyal deneylerden biridir. İki eski imparatorluğun deneyimleri üzerine kuruludur. Onlardan hareket eder, onların hatalarından ders alır, onların çöküş sebeplerinden kaçınmayı dener. İlki İslam imparatorluğudur, yani Abbasiler. 10. yy’dan itibaren askeri anarşiye teslim oldu, sayısız yerel derebeyliğe bölündü. Öbürü Doğu Roma imparatorluğudur, yani Bizans. Devletten daha güçlü ve başına buyruk bir din kurumuna söz geçiremedi, ekonomik açıdan tükendi, Batı ile Doğu’dan gelen çift yönlü baskı altında ezildi.
Osmanlı’nın kavramları ve kurumları bu iki imparatorluktan mirastır. Abbasilerin kaderinen ders alır; yerel askeri şeflerin palazlanmasını önlemek için, merkezi hazineden beslenen bir köle ordusu kurar. Merkezi orduyu fonlamak için, ekonomiyi ve tarımsal mülkiyeti devlet tekeline alır. Egemen sınıfını beslemek için, zenginleşmesine göz yumduğu fakat siyasi/askeri etkinlikten kesinlikle uzak tuttuğu gayrimüslim nüfusu vergilendirir. Bizans'tan ders alır, devletten bağımsız dini kurumların – ve dolayısıyla, o çağ koşullarında, her türlü entelektüel/kültürel yaşamın – köküne kibrit suyu eker. Batıya ve Doğuya yönelik her türlü sempati ve iletişimi imkansızlaştırmak için sürekli bir düşmanlık/savaş isterisini pompalar.
15. yy başlarından bakıldığında makul bir projedir. (Nitekim aynı yıllarda Mısır’da Memlukler de benzer bir yola girmişti.) Fakat heyhat, imparatorluklar çağı geçmiştir. Aynı dönemde önce İtalya’da, peşinden tüm Avrupa’da beliren mikro-devletler sistemi, yeni çağın koşullarına ayak uydurmada, uzun vadede, büyük ve hantal imparatorluklardan çok daha başarılı olacaktır. Onlarla başa çıkmak için Osmanlı kendi ülkesini acımasızca sömürmekten başka çıkar yol bulamaz. Memleketin posası çıkar ve tükenir. Bir zamanlar (Çin ve Hint ile birlikte) dünyanın en müreffeh diyarlarından ikisi olan Anadolu-Rumeli ve Mısır, beş yüz yıllık Osmanlı egemenliği sonunda ekonomik ve kültürel sahalarda taş devrine döner.
2. Total kontrol
Osmanlı sosyal yapısının en belirgin özelliği, devasa askeri makinayı beslemek için tarımsal üretimin bütünüyle kamu kontrolüne alınmasıdır. Tarımsal arazinin neredeyse tümü kamulaştırılır, Devlet güçlü olduğu sürece merkez memurları tarafından mikro-manage edilir. Tarımsal üretici serfleştirilir. Bu yönleriyle, imparatorluğun hızlı yükselişi ve kaçınılmaz çöküşü en çok Stalin’in Sovyetler Birliğini andırır. Aşırı merkezileşen, köylüsünü hiçleştiren Devlet, bir süre sonra kendi ağırlığını taşıyamayarak çöker.
Yer Adları çalışmasında adım adım zihnimde berraklaşan öykü aşağı yukarı şöyle. “Asıl Osmanlı” alanında, yani Orta Karadeniz’den Batı Anadolu ve Adana’ya uzanan yarımay içerisinde, kasaba ve kentler İslam hukuku çerçevesinde nispi bir özerkliği korur, fakat kırsal alan tümüyle maliye idaresinin ihtiyaçları doğrultusunda dizayn edilir. Tüm yerleşim birimlerine Türkçe standart maliye adları verilir, adeta ülkenin kimliği silinir, tarımsal nüfus karın tokluğuna çalıştırılan kamu işçilerine indirgenir. 16. yüzyıl sonlarında sistem çöker. Köylü tarımsal araziden kaçıp dağa çıkar. Batı Anadolu, Doğu ve Güneydoğudan gelen göçebe ve talancı “Türkmen” aşiretlerinin istilasına uğrar. 17. yy’dan itibaren devlet taşradan vergi toplayamaz hale gelir. Çöker.
3. İslam
Osmanlı ekonomisinin temeli olan miri toprak düzeni İslam hukukunun ruhuna ve muhtemelen sözüne aykırıdır. İslam hukuku özel mülkiyeti ve bireysel ticareti esas alır, gelişkin bir miras düzenine sahiptir. Tarımsal arazinin yüzde doksanını özel mülkiyet ve miras kapsamından çıkaran, ceza hukukunda her zaman örfü şer’e tercih eden bir devlet, hangi anlamda “İslami” sayılabilir?
Osmanlı devletinde İslam dininin birbirine kısmen zıt iki ayrı işlevi olduğunu düşünüyorum.
İslam, öncelikle fethin gerekçesi ve yerli halk üzerinde kurulan kolonyal egemenliğin meşruiyet temelidir. Yani bir egemen sınıf ideolojisidir. Bugün “İslam” adıyla tanıdığımız avam söylemiyle alakası olmayan, kibirli, elitist, sonsuz denecek ölçüde özgüvenli, aşağılayıcı bir dildir. Her şeyden önce Devlet’e tapar, Devlet’i tanrılaştırır. O söylem bugün de canlıdır, o söylemin taşıyıcısı olan kadrolar da çok değişmemiştir, sadece ideolojik referansları değişmiştir. Osmanlı egemen sınıfı 19. yy’da İslam’ın geleneksel sürümüyle bağını kopardı. Bir süre yüzünü Batı’ya döndü. 20. yy’da Batı’dan da hayal kırıklığına uğradı, “laiklik” ve milliyetçilik karışımı yeni bir dili kendine rehber edindi.
İkinci İslam, kasaba ve çarşı muhalefetinin ideolojisidir. Miri rejimin dışında kalan ve mülkünün güvencesini şer’i hukukta bulan kasabalı nüfusun söylemidir. Her zaman bir direniş odağı olmuş ve Devleti yönetenlerce açık veya üstü kapalı kuşkuyla izlenmiştir. Osmanlı’da “şeriat isteriz” sloganı siyasi iktidarın değil muhalefetin alameti farikasıdır.
Bu ikinci İslam’ın 20. yy’da Türkiye’de İslam’ın tek veya egemen sözcüsü haline geldiğine, 21. yy’da iktidara yönelik daha önce emsali pek görülmemiş bir hamle yaptığına tanık olduk. Osmanlı’yı külliyen kendileriyle özdeşleştirmeleri – Ertuğrul’a ve Abdülhamit’e imamhatipli bir civata tüccarının dünya vizyonunu atfetmeleri –  dayanacak bir yer arayışıdır. Öyle meşrulaştırıyorlar. Gerçek dünyayla bir ilgisi yok.
4. Batılılaşma
Son devir Osmanlı kültürüne azıcık olsun vakıf olan herkes bilir ki, o devir elitinin Batı’nın kültürü, fikriyatı, üslubu, modası, siyaseti, dili ile tanışıklığı bugünkü Türkiye’de alışık olduğumuzun çok ötesindedir. Hatırlayalım: Kızlarına piyano dersi aldıran “muhafazakar” İslam alimi Ahmet Cevdet Paşa... Hatıratını Fransız kâtibine Fransızca dikte ettiren sadrazam Tunuslu Hayrettin Paşa... Fransa’nın elit lisesinden mezun sadrazam Ahmet Vefik Paşa... “Türkten çok Fransız” olmakla suçlanan sadrazam Keçecizade Fuad Paşa... Garden partilerde padişah kızı olan eşiyle beraber şampanya eşliğinde Haydn resitali veren sadrazam Damat Ferit Paşa... nü ressamı halife Abdülmecid Efendi... Amerikan kolejinde hoca olan Tevfik Fikret... ateizmini intiharıyla tescil eden Beşir Fuad... Schopenhauer ve Nietzsche ile ilgili yayın kaçırmayan Hüseyin Rahmi...  Var mıdır Cumhuriyet Türkiye’sinde emsalleri?
Unutmayalım ki Cumhuriyet’in kurucusunun pek övülen Avrupailiği de, Abdülhamit çağının harbiye mektepleri ile imparatorluğun ikinci kentinin kafe  kültürünün mahsulü idi. Cumhuriyet’in ürünü olan siyasi liderlerde o tür eğilimler görmüyoruz.
Haklı olarak denebilir ki Tanzimat'ın kadroları küçük bir azınlık idi. Kaç kişi? Diyelim ki – imparatorluğun gayrimüslim tebaası hariç – on bin kişi olsun.
Cumhuriyet’in başarısı, çok dar bir çevreyle sınırlı olan Tanzimat Batılılığını daha geniş bir halkaya taşımak oldu. Ne kadar geniş? Diyelim ki Tek Parti döneminde yüz bin kişi, bugün de – cömert bir tahminle – bir milyon olsun.
Sorulacak olan soru, nicelik artışına eşlik eden nitelik kaybının ölçüsüdür. Bir yere kadar nitelik kaybı belki kaçınılmazdı. Ne kadarı kaçınılmazdı? Avrupa’nın I. Dünya Savaşı’ndan sonra içine düştüğü manevi bunalım elde edilen sonucu ne kadar etkilemiştir? Yeni rejim vatan-millet-Sakarya ve 'denize dökülen düşman' retoriğine o denli ağırlık vermese nitelik kaybı o kadar büyük olur muydu? Tanzimat döneminde ekilen tohumlar, sonraki devirde rejimin mahiyeti ne olursa olsun aynı hızla yayılır mıydı? Mesela eğitim sistemi 1924’ten sonra dış dünyaya kapatılmasa daha mı hızlı yayılırdı?
Özetle: Osmanlı’nın tasfiyesinin ülkenin “batılılaşmasına” ya da modernleşmesine olumlu bir katkısı olmuş mudur? Rejim değişmeden sürse elde edilecek sonuç farklı olur muydu? Olursa hangi yönde farklı olurdu?
Bu sorulara kimsenin net ve doğru bir cevap verilebileceğini sanmıyorum. En azından ben cevabı bilmiyorum.

Tuesday, June 11, 2019

Samos nasıl bir yer

Bunu bir yıl önce yazmıştım. O kadar çok soran oldu ki yeniden paylaşıyorum.
Olağanüstü dağlık, çok yeşil. Kuzey yamaçları yer yer Karadeniz dağları gibi orman. İki kasabası (Vathi ve Karlovasi), üç turistik merkezi (Pithagorio, Kokkari, Votsalakia), otuz kadar da dünyalar güzeli köyü var. Kış nüfusu otuz iki bin. Yaz sezonunda toplam yüz binden biraz artık Avrupalı turist, yirmi bin kadar Türk turist giriş yapıyor.
İnsanları neredeyse istisnasız alçakgönüllü, candan, dürüst ve şaşılacak kadar güleryüzlü. Fakirlik yok; gösterişli zenginlik de yok. Suç oranı sıfıra yakın. Yılda ortalama iki hırsızlık vakası polise yansırmış, son cinayet galiba 1950'lerde işlenmiş. Kışın dokuz ay trafik polisi yok. Yazın da ilk geldiklerinde biraz gövde gösterip sonra ortadan kaybolurlar. Bir yıl oldu trafikte öfkelenen kimse görmedim. Hiç sarhoş görmedim.
Arazi aşırı engebeli olduğundan gezip keşfetmesi bir iki ayı rahat alıyor. Nefes kesici plajlar var (elli tane kadar). Bir iki kumsal dışında sahiller yumuşak beyaz mermer çakıl olduğundan deniz her zaman berrak ve göz kamaştırıcı mavilikte. Daha önemlisi: Adayı günlerce dolaş, gözü rahatsız eden bir tane çirkinlik görmüyorsun. Apartman yok, toplu konut sitesi yok, ucube gecekondu yok, çok yıldızlı hayvan oteli yok, dağlara gelişigüzel atılmış bıçak yaraları yok. Türkiye'den buraya gelen herkesi en çok şaşırtan bu. Demek oluyormuş, zor da değilmiş. (Çirkin olan sadece Vathi'deki yeni liman/gümrük binası ile iç mahalledeki valilik. Devlet, ne de olsa.)
1834-1913 arası özerk prenslik iken ada refah görmüş. O günden bu yana uyukluyor. Herkesin birazcık bağı, zeytinliği, birkaç meyve ağacı, belki bir sıra arı kovanı var. Ama ciddi bir tarım ekonomisi yok. Tek önemli gelir kaynağı turizm, o da ancak Haziran'dan Ekim başına kadar, dört ay. Emekli gelirin yoksa geçim kolay değil.
Yabancıya istihdam olanağı sıfır. İşletmelerin yüzde doksan dokuzu azami üç beş kişilik aile işletmesi, garson da lazım olsa Arnavutlar var. Belgesiz (kaçak) çalışmak zor, cezaları caydırıcı.
İş bulmak kolay değil, ama iş kurmak cazip görünüyor. Piyasa boşlukları çok. AB üyesi olmayan ülke vatandaşları için zorluklar var, ama aşılmaz şeyler değil. Suriyeliyle evli birisi akıl etti mesela, Vathi'de bir falafel dükkanı açtı, epey başarılı oldu.

Osmanlı, özet

“Osmanlı nedir” diye sormuş birisi. Tam o sırada tesadüfen Hoca Sadeddin Efendi’nin bir cümlesine denk geldim, “budur” dedim.
bārū-nişīn olan düzexyān-i bīdīn keşef-vār derūn-i hısārden baş çıkarüp ıtāle-i lisāne āgāz ittiler ve hevā-i gurūrde gurāb-veş pervāz ve zebān-i pür hezeyānlerin dırāz ittiler.
“sur içinde olan dinsiz cehennemlikler hisar içinden kaplumbağa gibi baş çıkarıp dil oynatmaya başladılar ve gurur boşluğunda kargalar gibi kanatlarını ve hezeyan dolu dillerini uzattılar.”
Madde 1. Olağanüstü güzel bir dildir. Son yüz yılın Türk edebiyatında bu kalitede bir dil gösterisi duydunuz mu? Ben duymadım.
Bārū sur demek. “Sur içinde” dememiş, bārū-nişīn “surda oturan” demiş, kaplumbağa ve kargalar gibi duvar oyuklarında yaşadıklarını ima etmiş. Keşef Arapça “kaplumbağa”, keşf fiiliyle kökteş: baş çıkarıp etrafı kolaçan etme eylemini anımsatıyor. Itale-i lisan “dil uzatmak, dil oynatmak” demek. Sürüngenler gibi dillerini oynatıyorlar. Heva hem hava demek, hem heves, arzu, boş sevda. Gurur sözcüğü hem bugünkü anlamda, hem aldanma, yanılgı demek. Heva-i gururde gurab-veş pervaz dıraz etmek enfes bir imaj: “yanılgılarının boşluğunda, kargalar gibi kanat uzattılar.” İlk baştaki düzaxī “cehennemlik” sıfatı zeban-i hezeyan’daki zebani çağrışımıyla tamamlanmış.
Madde 2. Olağanüstü kibirli bir dildir. Karşısındakini kaplumbağa ve karga seviyesine indirip hiçleştirir.
Madde 3. Olağanüstü kibiri yüzünden kördür. Günü gelir kargalarla kaplumbağalar maçı alıverirler, aradan iki yüz sene de geçse ne olduğunu bir türlü anlayamaz, apışıp kalır.

Wednesday, June 5, 2019

Söz özgürlüğü nedenmiş

Kim sever ben ve benim gibi düşünen makul insanların iğrenç, gerizekalı, muzır bulduğu aşağılık görüşlerin uluorta söylenmesini? Ben şahsen sevmem. Gebersin deyyuslar!
Bu bariz gerçeğe RAĞMEN ifade özgürlüğünün üstün bir değer olarak savunulması tarihsel olarak birkaç gerekçeye dayanır.
Bir: Yasaklamak milyonlarca kez denenmiş ve etkisizliği görülmüştür. Matbaanın icadından sonra o iş zorlaştı, internetin icadından sonra büsbütün hayal oldu. Burada yasaklarsın Kayman Adalarında çıkar, takma isimle çıkar, dedikodu kanalında haber olarak çıkar. Sen “bak yasakladık” diye kendini avuttuğunla kalırsın. Tek işe yarar yasak, zorbalığa her koşulda tapan aptal kitleler nazarında puan kazanırsın. “Oo bizim reis sağlam adam, gozünün yaşına baxmii.”
Pardon, bir işe daha yarar. Polis devletini güçlendirir. Bazı görüşlerin ifadesi yasaksa, yasağı uygulayan merci gerekir. “Hop birader kafana göre yazamazsın, yasa var yönetmelik var” diyecek zaptiye teşkilatına, yasağı deleni kovuşturacak savcıya ve yargıca, itirazları değerlendirecek bilirkişiye, yasak yayının önünü sınırda kesecek gümrük memuruna, teftiş ve denetleme kuruluna, itiraz mahkemesine, komisyon raportörüne gerek doğar. Yasalar, yönetmelikler ve tüzükler yazılır, içtihatlar oluşturulur. İstesen de bir daha kurtulamayacağın bir batağın içine düşersin. O mekanizmanın kurulmasına yol açan gerekçe faraza ortadan kalksa bile mekanizma bir kere kuruldu mu kurtuluşun yoktur. Gerekçe yoksa gerekçe yaratırlar. Varlıklarına ve mesleklerine dokundurtmazlar. Toplumun bekasını tehdit eden hayali tehlike hiç biter mi? Biri bitse, bin tanesi pusuda bekler.
İki: Yasaklayan merciin yasaklanandan daha akıllı ve/veya ahlaklı olacağına asla güvenemezsin. Uzun vadede tam tersinin olacağından emin olabilirsin. Çünkü şaşmaz kuraldır: eline güç geçiren zaman içinde aklını ve ahlakını kaybeder. İktidar, sahibini tembelleştirir; varolmak için zeki, çevik ve ahlaklı olma mecburiyetini ortadan kaldırır. Başkalarının sözünü kesme yetkisiyle donatılan insanın kendi sözlerine hayranlığı artar, hazır bir tane iğrenç ve muzır düşünceyi susturmuşken iğrenç ve muzır bulduğu TÜM düşünceleri susturmayı hak ve ödev saymaya başlar. Mantıklı değil mi? BİZİM iğrenç bulduğumuz bir düşünceyi susturmak haksa, BİZİM iğrenç bulduğumuz diğer düşüncelerin uluorta söylenmesine neden razı olalım? Bin çeşit iğrenç düşünce varken birini seçip hedef almak mantıken tutarsızdır. TÜM muzır düşüncelere topyekün savaş açmadan TEK muzır düşünceye yoğunlaşırsan, eninde veya sonunda birisi yaptığın işin meşruluğunu sorgular. En iyisi tutarlı olmak, tüm haşerata savaş açmak.
Türkiye gibi en ahmak ve en zorba olanın iktidara yapısal olarak daima daha yakın olduğu ülkelerde risk daha da büyüktür. Devletin eline bir sopa veriyorsun. Devlet olmadı, havlayan kalabalıkların eline sopa veriyorsun. O sopayı akıl ve hakkaniyetle kullanacaklarını sana düşündüren nedir?
Üç: Toplumların tartışılmaz saydığı görüş ve değerlerin fos çıktığına son çağlarda çok sık tanık olduk. Dünya düz dediler yuvarlak çıktı. İnsan sağlığını dört hılt yönetir dediler, iki bin yılda on binlerce ampirik deneyle kanıtladılar ya da kanıtladıklarını sandılar, sonra deli saçması bir teori olduğu anlaşıldı. Cinler, periler, tanrılar var dediler, masal olduğu öğrenildi. Zinanın tüm suçların en korkuncu olduğunu zira tüm değerlerin en yükseği olan aileyi kökten yıktığını ve soyu kuşkulu kıldığını düşündüler, milyonlarca kadın ve erkeğin hayatını bu yüzden söndürdüler, yüz binlercesini recm ettiler, günü geldi “a nolacak ki, azcık fiki fiki” diyenler galip geldi. Cadıların ruh ve beden için büyük tehlike olduğuna inandılar, yüzlerce “bilimsel” inceleme ile ispatladılar, ciltler dolusu hukuki içtihat oluşturdular, cadıları yakmaktan başka çare olmadığına makul insanları inandırdılar, bir de bakıldı ki cadı diye bir şey yokmuş. Eşcinselliğin allah ve toplum katında lanetli bir sapıklık olduğunu ve mutlaka cezalandırılması gerektiğini savundular, üç kişi çıkıp “yahu neden, ne lüzumu var” diye sormayı akıl edince bütün iddia balon gibi söndü. Tutsiler düşmandır, arınırsak güçleniriz deyip hepsini soykırımdan geçirdiler, sonuç olarak kendi toplumunun taş devrine geri gittiğine tanık oldular.
Tartışılmazları tartışmaya cüret edenler hiçbir toplumda sevilmez. Psikopat, mikrop, ahlaksız, şovcu, müfsit ve münafık olduklarına hükmedilir. Yüz tanesinden doksan dokuzu belki gerçekten öyledir; tezleri kof, akılyürütmeleri çürüktür. Fakat insanoğlu son yüz bin yılda şuracıktan şuracığa bir adım ileri gitmişse, açık bir gerçek ki geri kalan yüzde birin hatırına gitmiştir. Tartışılmaz olanı birileri tartışmaya cüret etmezse kim nasıl fikir değiştirecek?
İfade özgürlüğü üstün değerdir diyenlerin üçüncü ve en güçlü argümanı budur. Bırak doksan dokuzu saçmalasın, haklı çıkan bir tane Galileo’nun sevabı hepsine yeter.
*
İfade özgürlüğü “mutlak” bir hak mıdır? Elbette değildir, olur mu öyle saçmalık. Mutlak hak diye bir şey yoktur, her hak başkalarının hak ve özgürlükleriyle sınırlıdır. Kalabalık bir sinemada kalkıp “yangın var” diye bağıramam. Bombalanacak tesisin koordinatlarını bombacılara veremem. Eğer benim söz söyleme özgürlüğüm gerçek birtakım insanların zarar görmesine yol açıyorsa, insanlar benim sözümün sonucunda yaralanıyor, ölüyor, köleleşiyor, korku ve dehşet içinde kalıp hakkını arayamaz hale düşüyor, işini ve aşını kaybediyor, ailesi dağılıyor, hayatı kayıyorsa ortada bir hak çatışması vardır. Benim hakkımla başka birilerinin hakkı karşı karşıya gelmiştir. Aklı başında bir hakemin konuyu teraziye koyup tartması, hangi tarafın hakkının ağır bastığına karar vermesi gerekir.
İfade özgürlüğü “üstün” değerdir demek, mutlaktır anlamına gelmez. Aksine çok güçlü gerekçeler yoksa öncelenmelidir anlamına gelir. Zarar iddia ediliyorsa gerçek ve telafi edilmez bir zarar mıdır? Zararın asli nedeni o sözün söylenmesi midir? O söz söylenmese zarar gene tahakkuk edecek midir? Zararı telafi etmenin başka yöntemleri var mıdır? En önemlisi: önlenecek olan zarar, söz özgürlüğünün kısıtlanmasıyla toplumun geleceğine verilecek olan zarardan daha büyük müdür?
Soruları bu şekilde sorunca görürsün ki, muzır düşüncelere karşı toplumun doğal refleksinden doğan duygusallıklardan arındırdığında, tartışma doğuran vakaların ezici çoğunluğunda doğru karar ifade özgürlüğünden yanadır.