Friday, May 23, 2014

Kahraman ırkıma bir gül

Murat  Yetkin 19 Mayıs münasebetiyle bir kompozisyon ödevi yazmış, yüz yıldır yinelene yinelene tiridi çıkmış klişeleri alt alta dizmiş. Murat Bey'in beyanlarına birkaç not ekleyelim:
“Haçin kaymakamı iken Fransız işgaline karşı Adana cephesinde direnişe katılan Saim Bey’in adı kurtuluştan sonra o ilçeye verildi: Saimbeyli oldu.”
Haçin nüfusunun tamamına yakını 1909’a dek Ermeni idi. 1909 Nisanında Adana valiliğinin teşvikiyle örgütlenen ve silahlanan çetelerce kasaba yakılıp yağmalandı, nüfusunun büyük bölümü öldürüldü. Sağ kalanlar 1915’te Suriye çölüne sürüldü. Onlardan hayatta kalabilenler, 1919’da Fransız ordusunun koruması altında yurtlarına dönüp evlerine, tarlalarına sahip çıkmaya çalıştılar. Bu esnada, Kozan ve Kayseri-Sarız’dan gelen birtakım Türkmen mütegallibesi, İttihat ve Terakki örgütünün desteğiyle Ermeni mallarını sahiplenmişti. (MHP milletvekili Yusuf Halaçoğlu’nun ailesi de onlardandır.) Geri dönen Ermenileri kasabaya sokmadılar; birkaç kişiyi pusu kurarak öldürdüler. Fransızlar çekip gitti. Ankara’daki Türk yönetimi resmen işe karışmazken, kaymakam Saim Bey el altından çetecileri destekledi ve silah temin etti.
“Bugünkü ismi Ağrı olan Karakilise’de Kulplu Şamil Bey son bir umut, kendi hükümetini ilan edip Kazım Paşa yetişene kadar işgale direndi.”
Karakilise kasabası 1828 büyük göçünden sonra Osmanlı ülkesinde kalan bir grup Ermeni mülteci tarafından, İran karayolu üzerinde bir alışveriş noktası olarak kurulmuştu. 1878’de Rus yönetimine girdi, kırk yıl öyle kaldı. 1918 ilkbaharında Türk ordusu tarafından ele geçirildi ve etnik temizlik uygulandı. Mütakereden sonra İngilizlerin müdahalesiyle Türk ordusu savaştan önceki sınırlarına çekildi. Bu esnada Rusya çökmüş ve yerine Ermenistan Cumhuriyeti kurulmuş olduğundan, Müslüman nüfus çoğunluğu olan Karakilise-Bayezid, Kars ve Ardahan livalarında Ankara hükümetinin ve İttihatçı teşkilatın üstü kapalı desteğiyle Türk-İslam direniş şuraları kuruldu. 1920’de Ankara, Moskova’da iktidarını pekiştiren Bolşevik rejimi ile anlaşarak bu yerleri ele geçirdi.
“Yıllarca terörist diye aranan, Galip Hoca kod adıyla Batı Anadolu’da direnişin sivil kanadını örgütleyen Celal Bayar…”
1913’te Balkan Savaşı yenilgisi üzerine Ege bölgesinde Rumlara karşı bir terör kampanyası başlatıldı. Balıkesir, Manisa, Salihli, Tire, Söke, Meğri (Fethiye), Seydiköy, Foça ve Urla’da Rum köyleri basıldı, çiftlikler ateşe verildi, cemaat ileri gelenleri öldürüldü. Paniğe kapılan Rumların yüz binlercesi yurtlarını terk edip 1913 yazında adalara sığındılar. İttihat ve Terakki teşkilatı mensubu olan Galip Hoca/Celal Bayar, bu terör kampanyasının başlıca faili olarak bilinir. Yakın dönemde Bosna, Kosova ve Hırvatistan’da, Irak ve Suriye’de, Darfur ve Myanmar’da yaşananlarla benzerlik çarpıcıdır.
“Mustafa Kemal, Samsun’a ne görevle gönderilmişti Payitaht’tan, yıllarca yaveri olarak hizmet ettiği Sultan Vahidettin tarafından?”
Mustafa Kemal Paşa’ya, Vahidettin’in cülusundan hemen sonra, Ağustos 1918’de sultan yaverliği payesi verildiğine göre, Mayıs 1919’da yıllarca değil dokuz aydan beri yaverdir. Yeni padişahın güvendiği komutan olarak nam salmıştır. 1918 Ağustos’unda Alman komuta kademesine karşı bir çeşit darbe mahiyetinde olmak üzere Filistin cephesi komutanlığına atanmış, Ekim ayında padişaha bir muhtıra yazarak kendisinin Enver Paşa yerine Harbiye Nazırlığı’na, yakın arkadaşları Rauf ile Fethi’nin ise Bahriye ve Dahiliye nazırlıklarına atanmasını talep etmiştir. Bu talebin yerine getirilmemesi üzerine Kasım’dan itibaren padişahla arasının soğuduğu iddia edilir. Buna rağmen, İngiliz komutanı Allenby’nin tavsiyesi, başbakan Ferit Paşa’nın kararnamesi ve Vahidettin’in onayıyla, tarihte pek az Osmanlı paşasına nasip olan diktatöryel yetkilerle donatılmış ve yüklü bir örtülü ödenekle desteklenmiş olarak Anadolu’ya gönderilmiştir.
Daha sonra Vahidettin’le neden “aralarının açıldığı”, modern Türk tarihçilerinin yeterli objektiflikle incelemiş oldukları bir konu değildir.
“Türk devleti, Osmanlı hanedanı altında altı yüz yıllık ömrünün son günlerini 1918’de Mondros Mütarekesi ile Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisini kabul ederek saymaya başlamıştı.”
1918 Eylül’ünde Filistin’de bulunan üç adet Osmanlı ordusundan ikisi tüm mevcuduyla İngilizlere esir düştü, üçüncüsü çil yavrusu gibi dağıldı. Kırk günde bütün Suriye, Lübnan ve Ürdün kaybedildi. Aynı günlerde Ali İhsan Paşa’nın Irak ordusu Urmiye ve Musul’dan geri çekildi. Bundan birkaç gün önce Bulgaristan yenilmiş ve Selanik’ten gelen İngiliz-Fransız müttefik sefer gücü tarafından işgal edilmişti. Bulgaristan müttefik olduğu için Trakya sınırında Osmanlı tahkimatı yoktu; Bulgarlar teslim olunca İstanbul’un da bir-iki hafta içinde düşeceğine kesin gözüyle bakıldı.
Bu tarihte Osmanlı ordusunun toplam silah altındaki gücü, tamamına yakını yedekler ve çocuk yaşındakiler olmak üzere iki yüz bin civarındaydı. Almanya’yı yenmiş olan İngiltere ve Fransa’nın ise silah altında sekiz milyon dolayında askeri mevcuttu. Osmanlı devlet gelirleri 1915’ten bu yana sıfırlanmış, Alman askeri yardımı kesilmiş, Ermeni talanından elde edilen gelirler de bu tarihte tükenmiş bulunuyordu.
Bu şartlar altında imzalanan Mondros mütarekesi, başta Mustafa Kemal’in yakın arkadaşı Fethi Bey’le birlikte çıkardığı Minber gazetesi olmak üzere, Türk basınınca “olabileceğin en iyisi” olarak değerlendirildi. Mütarekeyi müzakere edip imzalayan kişi, yine Mustafa Kemal’in yakın müttefiki ve sonradan Milli Mücadele’nin “ikinci adamı” olan Rauf Bey idi. Türkiye’nın bugünkü Suriye ve Irak sınırları (Hatay ve Musul’a ilişkin iki pürüz haricinde) bu mütareke ile çizildi. Daha da önemlisi, Şubat 1920’de ilan edilen Misak-ı Milli beyannamesinde “gayrı kabili tecezzi” sayılan vatan toprakları, Mondros mütarekesinin çizdiği sınırlarla tanımlandı.
Cumhuriyet’i kutsama davasına girişenlerin, bir bakıma bugünkü Türkiye Devleti’nin kurucu belgesi niteliğinde olan Mondros mütarekenamesine gösterdikleri husumeti anlamak kolay değildir.


İlm-i Siyaset Sohbetleri - 3

Başkanlığın Faydaları

Geçen yazıda başkanlık sistemine dair iki teze değindik:

1. Yürütmenin başının özerkliği artar.

2.”Kutsal devlet”e karşı “milli irade” güçlenir. Bunlar ilk bakışta cazip tezlerdir. Doğruluk kırıntıları da taşıyabilirler. Ama yakından bakarsan fazla su tutmazlar.

Buna rağmen başkanlık sistemi iyidir diyeceğim. Üç sebeple.

1. Sistemin en belirleyici özelliği ne? Yürütmenin başı ile meclis parti grubu arasındaki bağı koparması. Başkan, meclis üyesi değildir, parti grubunun başı değildir, dolayısıyla kağıt üstünde parti lideri de olsa fiilen partiyi kontrol edemez. Çoğu örnekte, bakanlar meclis dışından seçilir. Böylece, parti grubu üzerindeki en önemli kontrol mekanizması Başkan’ın elinden alınmıştır.

Bunun birinci sonucu, yürütme ile yasamanın zıtlaşmasıdır. Tüm başkanlık rejimlerinde, Başkan ile meclis kavga eder. Ölçüsünde tutulabilirse, son derece etkili bir denetim mekanizmasıdır. ABD’de son devirde olduğu gibi ölçüsü kaçarsa, sistemi kilitleyebilir.

İkinci sonuç, Türk demokrasinin başının belası olan lider sultasının giderilmesidir. Başkan velev ki kendi sahasında padişahlığa bile soyunsa, parti grubunda kendini süreklileştiren türde bir hakimiyeti kolay kolay kuramaz. En kötü ihtimalle bir veya iki dönem borusunu öttürür, sonra emekli edilir. Kırk yıllık İnönü saltanatı, 36 yıllık Demirel saltanatı, yirmi küsur yıllık Bahçeli saltanatı gibi vakalara başkanlık rejimlerinde rastlanmaz. Bu saltanatların etrafında midye yığınları gibi biriken parti oligarşileri de nispeten daha mülayim şekil alır.

Ararsan istisnaları bulabilirsin şüphesiz. Ama temel dinamikte yanıldığımı sanmıyorum. Mekanizmanın ince ayarı elbette gerekecektir. Meclis grubunu gerçek anlamda özerkleştirmek için dar bölge seçim sistemi şartı mı, değil mi? Bakanlar meclisle bağını tamamen koparmalı mı? Başkanlık süresi 2x4 yıl mı, 1x7 yıl mı olmalı? Bütçe yetkisini Başkan’a kaptırmamak için hangi tedbirler alınmalı? Al sana tartışacak konu, bu yazının çerçevesini aşar.

2. Başkanlık sistemi (ve onun bence tamamlayıcısı olan dar bölge sistemi), kemikleşmiş parti oligarşileri dışındaki tiplerin kestirme yoldan yükselmesine fırsat tanır.

Parti oligarşilerinin serpilme sahası getto politikasıdır. Arkanı yüzde onluk, beşlik bir çıkar grubuna dayarsın, hayat boyu koltuk sahibi olursun. Oysa %50+1 almaya mecbur olduğun bir seçimde, bir şekilde herkese hitap etmek zorundasın. Parti örgütçüsü isen, çıkaracağın adayın yalnız kendi örgütüne değil, herkese cazip geldiğinden emin olmak zorundasın. Gece gündüz taze surat araman gerekir.

Brezilya’daki eski başkan Lula ile şimdiki başkan Dilma Rousseff’i biliyor musunuz? Ya da Uruguay’daki eski terörist, şimdi filozof olan Jose Mujica’yı? Şili’deki  Michelle Bachelet’yi? Dördü de profesyonel siyasetçi tipinin çok dışında, alabildiğine “insan” insanlar. Klasik parti hiyerarşileri içinden oraya gelmeleri düşünülmeyecek kişiler. Varlıkları, dünya için bir talihtir.

Türkiye’de şu kırk gün içinde ortaya atılan, az ya da çok ciddiyetle tartışılan isimlere bakın, Ekmeleddin İhsanoğlu’ndan allah muhafaza, İlber Ortaylı’sına kadar. Başkanlık sisteminin iyi bir şey olduğuna yeterli delil değil mi?

3. Dönelim bu yazı dizisinin başlangıcındaki CHP meselesine. %50+1’i şart koşan, ikinciliği ödüllendirmeyen seçim sistemlerinde getto partileri yaşayamaz. (Pardon, yaşayabilir, ama kimsenin umrunda olmaz. ABD’de Sosyalist Parti de var.) Erzurum’da %1 alıp ayakta kalamazsın. Ya Erzurum’da da eli yüzü düzgün oy alacak adayları bulacaksın, ya da öyle adayları bulan paritye yanaşıp onun koltuğu altına gireceksin, ya da eriyeceksin. Başka çaren yok.

Dar bölge ile takviye edilmiş bir başkanlık sisteminde, bügünkü haliyle CHP’nin varlığını sürdürmesine imkan yoktur. Ya çoğunluğa hitap edebilecek şekilde kendini dönüştürecek, ya da çoğunluğa hitap edebilecek bir koalisyonun şemsiyesi altına girecek. Türk siyasetinde olup olabilecek en büyük reform buymuş gibi geliyor bana.

“Dar bölge olursa AKP milyon sandalye alır” diye hesap yapanları da gülümseyerek karşılamak lazım. AKP cin de karşısındakiler o kadar aptal mı? Gettonun konforlu rehavetine ayarlanmış alışkanlıklarını, zoru görünce üç günde değiştirmezler mi?

Her iki tarafın %45-55 parantezinde oynadığı iki kutuplu sistemde, her iki tarafın da tek seçeneği karşı bloktan oy koparmaktır. Her iki taraf, ortadaki kararsız seçmene oynamak zorundadır. Öyle olunca uçtaki radikalleri kim dinler? De ki memleketin Kaidecisi, Selefisi, taşra yobazı, din elden gidiyor’cusu husursuz oldu, kopup kendi partisini kurdu. Peki, dananın kuyruğunun koptuğu gün kime oy verecekler? Gidebilecekleri başka yer yoksa, bunlara sempatik görünmek için liderin bin türlü şaklabanlık yapmasına gerek var mı?

Bana sorarsanız ülkeyi on yıllardan beri zehirleyen siyasi söylemleri ıslah etmek için öyle devasa sosyolojik dönüşümlere, kültür devrimlerine filan gerek yok. Seçim ve yönetim sisteminde bir-iki ciddi düzeltmeyle epey yol almak mümkün.

7 yorum:

  1. Baskanlik sistemi bizde pek tutmaz. Niye tutmaz onu da soyleyelim. Bir kere Amerikadaki gibi baskanin 2 donemden fazla (8 sene) secilmemesi lazim yoksa bizde zamanla diktatorluge donusur. Amerika herhangi bir mecburiyet olmamasina ragmen baskanlar 2 donemden fazla secilmezler. 4 defa secilen Roosevelt istisnadir. Ayrica baskanligin dogru durust islemesi icin 2 kamarali meclise ihtiyac var. Malum, bizde bu sistem yurutulemedi maalesef. Amerikada, ingilterede, Italyada, Fransada meclis w kamaralidir. Almanyada tek meclis var ama Almanyanin yakin tarihindeki yaptiklarinin neticesinde tahakkum altina girmesi neticesinde dikta rejimi kurmak zordur. Ayrica Almanyada merkezi sistem nispeten daha zayiftir. Guclu eyaletler, bunlarin kendi meclisleri ve cok guclu eyalet basbakanlari vardir. Bu durumda parlamento da bir nevi senato islevi gorur. Mesela dar bolge secim sistemi Ingilterede var. Fransada yaribaskanlik sistemi var. Ama herhangi bir kanun meclis ve senatodan gecse de Anayasa mahkemesi begenmedigi anda iptal, iktidardaki hickimse de " vay efendim bu atanmislar secilmislere nasil karsi cikarlar, milletin iradesini nasil hice sayarlar " diye honkurmez ve sessizce kabullenir. Turkiye konsolide demokrasi olmadigi icin hicbir sistem Turkiye vebenzeri ulkelerde demokrasiyi ihya edemez. Bunun icin ne yapip edip AB'ye girmesi ve dolayisiyle ABnin 120bin sayfalik Acquis Communitaire'ini anayasa ve kanunlari dahilinde kabul etmesi lazim. Bakin Macaristanin demokrasi dusmani basbakani Viktor Orban bile fazla palazlanamiyor, bizim Tayyip gibi esip kukreyemiyor. Biraz cizgiyi asmaya kalktigi anda diger Avrupa devlet buyuklerinden paparayi yiyor, fazla isi buyuturse AB'den her sene duzenli gelen milyarlarca € yardimin da ceza olarak aninda bicak gibi kesilecegini biliyor, ayrica ABye uyumlu Macaristan yasalari da elini kolunu bagliyor.

    Turkiye icin ya AB olur ya da yoksa Turkiyenin isi gercekten yas. AB olmazsa Turkiyede bu uyduruk Ortadogu esansli demokrasi oyunu ve rant ekonomisi ilelebed keyfekeder devam eder. AB olmadiktan sonra Turkiyede baskanlik sistemi olsun olmasib bir halta yaramaz. Bu da baskanlik sevdalisi Sevan Nisanyana duyurulur.
    Yanıtla
  2. Basbakanlik sarayi icin yurutmeyi durdurma karari cikiyor, basimizdaki takmiyorum diyor. Daha neler neler cikti ortaya Araliktan beri. Savci, hakim, polis hallac pamugu gibi atildi. Siz hala sistemden, kanundan falan bahsediyorsunuz.
    Turkiye'de kisa ve muhtemelen orta vadede bir iyilesme pek mumkun gorunmuyor. Dunyada genel olarak sig, yabanci dusmani, ic somurgeci akimlar yukselisteyken Turkiye neden duzelsin bilemiyorum. Bizim ulkemizde disarinin zorlamasi olmadan iyilesme gorulmus mu? Sistemin adina ne deseniz deyin. Adam yarin cikip ben padisahim dese, dis ulkeler de karismadi diyelim, hot diyecek bir guc var mi? Anca ekonomi coker, o nedenle millet galeyana gelir. Adam da ondan korkuyor zaten, hak, hukuk, gakguk gibi bir cekincesi yok.
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Ben de en ustteki yorumda aynen senin soyledigini anlattim zaten. Gercekten de Turkiyede disarinin zorlamasi olmadan isler hayatta duzelmez. Eski hamam eski tas yurur, boyle gelmis boyle gider. Ya Avrupa, Amerika aba altindan (ya da ustunden) sopa gosterip Turkiyeye baski yaparlar, hatta sopayla Turkiyeyi biraz oksarlar, yoksa bu memlekete demokrasi daha sittin sene gelmez. Tabi diger Islam ulkelerinin hali hepten beter, onlar artik olumcul vaka.
  3. Yazilacabilecek en sacma sapan yorum olmus...Türkiye icin AB olur demis adam ya.Allah`im sana geliyorum.
    O kadar sacmaligi yazmaya nasil usenmedin?Hadi sen üsenmedin ,ben nasil okudum:)
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Usenmedim kardes, cunku dosdogru olani yazdim. Birkac kisi bile okuyup feyz alsa ne mutlu bana.
  4. Oyun | oyunlar1,oyun oyna,araba oyunu,oyun skor,oyuncini
    www.oyunoynaaraba.com/
    Birbirinden güzel ve yeni oyunların tek adresi Oyun oyna araba.com. En güzel Oyunlar1,oyuncini,oyun skor,oyunları oynuyabilirsin.
    Yanıtla
  5. Gerçekten de harika noktalara değinmişsiniz yazınızda; Şahsen büyük bir keyfle okudum, Kaleminize (Klavyenize) sağlık..
    Yanıtla

Wednesday, May 21, 2014

İlm-i siyaset sohbetleri - 2: Başkanlık, padişahlık mı

Başkanlık sisteminin siyasi sonuçları üzerinde ciddi bir şekilde düşünmeye otuz küsur yıl önce, üniversitedeyken başladım. İstikrarsız rejimlerde siyasi parti davranışlarına ilişkin doktora tezimi yazarken, Güney Amerika’nın birkaç ülkesinde sistemin işleyişini epey yakından izleme şansı buldum. 1986’da askerdeyken Ali Nesin’le bu konuyu uzun uzun tartıştık. O zamandan beri, başkanlık sisteminin Türkiye için en hayırlı seçenek olduğu düşüncesinden çok uzaklaşmadım

Tayyip Erdoğan adını o zamanlar duymamıştım. Turgut Özal’a da hiçbir zaman çok sempatim olmadı. Yani mesele kişiler değil. Erdoğan ya da Özal’ın padişahlığından ürküntü duyacak kadar aklım başımda çok şükür.

Rejim tercihi, memleketin geleceğini kuşaklar boyu etkileyecek bir tercihtir. Tayyip Erdoğan’ın 60 sene başta kalacağını sanmam. Hatta itiraf edeyim, isterseniz alay edin, bir kerecik bile başkanlığı tadacağına ihtimal vermiyorum. Yüzde 50+1 gerektiren bir seçimde yüzde 43’le nasıl maç alınır, benim matematik bilgimi aşan bir mevzu.

ZAYIF TEZLER
Başkanlık sistemini savunanlar genellikle sistemin iki niteliği üzerinde duruyorlar. İkisi de, lehte ve aleyhte, sonsuza dek tartışılabilecek şeylerdir. Eskiden önemserdim. Şimdi ikisi de bana pek belirleyici gelmiyor. Omuz silkmekten başka bir tepki veremiyorum.

1) Deniyor ki, parlamenter rejimin başbakanına oranla Başkan’ın eli daha rahattır, daha cesur kararlar alabilir, daha cüretkâr projeleri hayata geçirebilir. Kimine göre iyi bir şeydir, reformlara kapı açar. Kimine göre kötüdür, Tek Adam’cılığa meyledebilir.

Heyhat, gerçek dünya ne böyle bir korkuyu, ne böyle bir umudu destekliyor. ABD Başkanı’nın yahut Fransa Cumhurbaşkanı’nın, mesela Almanya veya Britanya Başbakanı’ndan daha etkin veya daha cesur olduklarına dair bir belirti yok. Başkanlık sistemine sahip G.Kore’de başkanın, parlamenter oligarşinin şahı Japonya Başbakanı’ndan daha güçlü biri olduğu duyulmadı. Türkiye’de de Meclis çoğunluğuna hükmeden başbakanların, ellerini korkak alıştırdığına tanık olmadık.

De Gaulle’ün “monarşik” Cumhurbaşkanlığı’nın ilk yılları belki karşı örnek olarak ileri sürülebilir. Ama öyle anlaşılıyor ki her sistem, kendi iç dengelerini kısa sürede kuruyor. Kimseye kolay kolay açık çek vermiyorlar. Garibim Pompidou, bir tane sanat merkezinden başka neye imza atabildi? Thatcher başbakandı, kimden korktu?

2) Devletin başının halk tarafından seçilip nihai egemenlik yetkileriyle donatılması daha demokratiktir diyenler var. Bizde kod adı “milli irade”dir. “Kutsal devlet” zırhına bürünen bürokratik egemenliğe karşı etkili bir çare olduğu ileri sürülür. Bilhassa bu ülkenin 60 küsur yıl boyunca başının belası olan asker sultasını gidermenin en kestirme yolunun bu olacağı savunulur. Savunulur-du. Biz de yıllarca bunu savunduk.

Ama, işte, öyle olmadı. Askerî vesayet parlamenter sistem dâhilinde yenildi. Hem de fazla zorlanmadan yenildi. A.Necdet Sezer zamanında veto yiyen reformların hepsi iyi kötü yürürlüğe konabildi. Başkanlık tezinin dayanağı kalmadı.

Üstelik karşı tez, yabana atılamayacak bir ağırlık kazandı. Memleketin üstüne çökmüş bir gücü bertaraf etmek için bir karşı-güç odağının oluşturulması lazım. Peki. Ama o karşı-gücü kim dengeleyecek?

Memleketi yeniçeriden kurtardık diyelim. Kurtarıcıdan kim kurtaracak?

2010’dan beri ülke gündemine oturan bu sorulara kimsenin henüz tatmin edici bir cevap verebildiğini sanmıyorum.

*Şakran 1 No’lu T Tipi Kapalı Cezaevi

Tuesday, May 20, 2014

İlm-i Siyaset sohbetleri

Türkiye’nin en temel ve en acil siyasi problemi CHP’dir” derken, hayır, CHP’nin ideolojisini yahut duruşunu beğenmediğimden ya da beyaz Türklere gıcık kaptığımdan öyle demiyorum. Onlar da var gerçi, ama 32 senedir bu görüşte ısrar etmemin esas nedeni onlar değil, başka bir şey. CHP’nin getto partisi olması ve görünür gelecekte öyle kalacak olması.

Bu parti ve türevleri, (istisna olan 1977’yi ayrı tutarsan) 1960’tan beri yüzde 33 ile yüzde 21 arasında oynamış. 1983’ten bu yana uzun vadeli eğilim düşüş yönünde. Eğilimin tersine döneceğine ilişkin bir belirti yok. On yıl önce de yoktu, yirmi yıl önce de yoktu. Bu ne demek?
 
1) Sağ hegemonyadan rahatsız olan seçmen, demokrasiden umudunu kesmek zorunda demek. “Devrimcilik”, askercilik, “Atam gel bizi kurtar”cılık, Gezi’cilik, “Satayım memleketi, Kanada’ya göçeyim”cilik arasında yalpalamaları ondandır.
 
2) Ebedi iktidara mahkûm olan sağın güç sarhoşluğuna düşmesi “rakibim yok istediğim gibi at koştururum” hezeyanına kapılması demek.
 
3) Üçüncüsü pek üzerinde durulmamış bir mevzu. Obezleşen sağın, radikal marj partileri üretmesi demek. Bkz: MNP-MSP, MHP, BBP, Saadet vs.

Sağ iktidar, soldan değil, kendi sağından sürekli tehdit hissederse ne olur? Basit, retoriğini sağa göre ayarlamaya mecbur olur. Ortadan ve soldan seçmen avlamak yerine kendi yumuşak karnını oluşturan aşırı sağ seçmene göre pozisyon almak zorunda kalır. Demirel’in de, Özal’ın da, Erdoğan’ın da trajedisi oradadır. Üçü de aslında pekâlâ aklı başında, modern kafalı adamlar iken saçma sapan bir “vatan, millet, düşman, peygamber” edebiyatına meyletmelerinin sebebi budur. Memleketin ruhunu kurutan facialardandır.
 
ŞOK TEDAVİSİ
Aşağı yukarı 1982’den beri kafam bu konuda net. “Türk demokrasisi nasıl düze çıkar” sorusunu, “CHP nasıl ıslah ve/veya tasfiye edilir” sorusundan ayrı düşünemiyorum.

Efendim, parti reformu yapılsın, lider değişsin, anket yapılsın, yeni sol parti kurulsun, halka inilsin, başörtülülere kapı açılsın... bunları geçin bir kalem. Benim ilkokulda olduğum 1960’lardan beri bunlar tartışılır. (Kasım Gülek vardı, hatırlar mısınız?) Bir şey çıkmaz. Elli küsur yılda tek ciddi çıkış denemesi Ecevit popülizmi idi, o da fiyaskoyla sonuçlandı.
 
Benim görebildiğim tek bir çözüm vardır. O da başkanlık sistemi ve bence onun mütemmim cüzü olan dar bölge sistemidir. İkisinin de özü, tüm siyasi aktörleri “yüzde 50+1 veya hiç” ikilemine mahkûm etmeleridir. İkinciliğin ödülünü sıfırlamalarıdır. Şok tedavisidir. Gettolara sıkışmış partilerin yüreğine “ya seçim kazanırız ya ölürüz” ateşini düşürme yöntemidir. Ani etkidir.

CB seçiminin konuşulmaya başladığı şu kırk gün içinde CHP’nin geldiği yere bakın, ne demek istediğimi anlarsınız. Doksan senelik parti, galiba tarihinde ilk kez ciddi ciddi seçim kazanmaya odaklanmış bulunuyor. Ve eski getto refleksleri nüksetmez de, Metin Feyzioğlu yahut Baykal veya hanım profesör gibi çıkmaz yollara çarpmazlarsa, bana sanki kazanma şansları hiç de zannedildiği veya zannettirildiği kadar zayıf değilmiş gibi geliyor.

*Şakran 1 No’lu T Tipi Kapalı Cezaevi

Sunday, May 4, 2014

Akademi inşa edeceklere öğütler

Viyana’da doktora yapan Murat Tuğrul yazmış, “Akademi mimarisinde önemli olan hususlar nelerdir sence? Bir mimar neye dikkat etmeli? Matematik Köyü özelinde şunu şöyle yapsaydık iyi olurdu dediğin neler var?”diye sormuş. Matematik Köyü özeline girmekten kaçındım, netameli konular onlar. Ama hayallerimi şöyle paylaştım:

Sevgili Murat,

Üç hafta oldu mektubunu alalı, hala cevap yazamadığım için sıkıntıdaydım. Akademi mimarisinde önemli olan nedir? Vallahi bilmiyorum. Üç haftadır kafamda çeviriyorum, yazmaya cesaret edemedim.

Liseye Robert Kolej, üniversiteye Yale’e gittim. Hayalimdeki ideal lise ve üniversite kampüsü tesadüfe bak (!) onlara çok benziyor. Yale’den güzel bir tek Oxford ve Cambridge var. Peki, I hate to admit it, Harvard daha güzel sanırım. Princeton ve Stanford da harika; oğlumun gittiği St. Andrews’a da bayıldım. İşte model!

Sanırım şöyle kavramlaştırabilirim. 1- güzel olmalı, 2- sevimli olmalı, 3- unutulmaz olmalı, 4- tükenmez olmalı. Ayrıca 5- şehre hem yakın hem uzak olmalı, 6- içinde saklanacak ormanları olmalı, 7- mimarisi tutarsız olmalı.

Bir kere, güzel. Üniversitinin asıl işlevi insanın ruhunu yüksek bir yerlere çekmek olmalı – hatta neredeyse ulaşılmayacak kadar yüksek, bir yükseklik özlemi veya ideali. Sıradan mimari ile olmaz. Sıradan mimari insanın ruhunu öldürür. Adileştirir. Günlük hayatın sıradanlığını norm ve hapishane haline getirir. O halde, akademi mimarının temel ilkesi, pragmatizmin tuzağından kendini korumak olmalı. Her detay güzel olmalı. Her detay uçuk ve cömert olmalı. Hiçbir şey ucuz olduğu için, ya da “şimdilik işimizi gördüğü için”, ya da “herkes böyle yapıyor” diye yapılmamalı. Her yerde – avlularda, pencerelerde, kafeteryada, çamaşırhanede, dolaplarda...
kıvılcımlar olmalı, “vay” dedirten şeyler olmalı, kusursuz oranlar gözetilmeli.

Klasik mimarinin normları, bir şekilde “mutlak, transcendent” bir güzellik olduğu hayalini beslediği için bana cazip geliyor. Prensip olarak modern veya büsbütün yeni bir şey de o
labilir; ama sanki modernde bir bitmemişlik var. Sanki mutlak bir Güzellik’ten ziyade keyfi bir kaprisin peşinde gidiyormuş hissi veriyor. 

Deha yepyeni bir şeyden de Güzellik çıkarabilir. Deha yoksa, klasiğe sadık kalmak daha kolay.

İkincisi, sevimli. Akademi insani ve davetkar olmalı. "Burası benim evim, hayatımı burada geçirebilirim” duygusunu beslemeli. Klasik Anglo-Amerikan üniversite mimarisinin başarısı oradadır: aynı anda hem nefes kesici derecede güzel, hem de insancıl, sempatik, rahat, girintili çıkıntılı, labirentimsi, asimetrik. Modern anıtsal mimarinin hemen tüm örnekleri bana boğucu, ürkütücü geliyor. Cam ve çelik minimalizmi, dev boyutlu çıplak yüzeyler, insanın ruhunu ezen şeyler. Totaliter bir anlayışın temsilcisi. Daha önemlisi, bilimi, benim çabalarımın eseri değil, yabancı ve mutlak bir veri olarak hissettiren anlayışın temsilcisi. Kural: Hiçbir duvar tam düz olmamalı. Hiçbir motif sonsuza dek monotonlukla tekrarlanmamalı. Her kuralın istisnası olmalı. Tüm yapısal unsurlar, insan bedeninin oranlarını ve ölçülerini esas almalı. Pencereler insan bedenini çereçevelemeli. Duvarlarda el, göz ve omuz hizasında ayraçlar veya aksanlar olmalı. Adolf Loos ne demişse, tersi doğrudur.

Üç, unutulmaz. Bu galiba birinci maddenin tekrarı. Sıradanlık öldürür. Hayatının en belirleyici birkaç yılını geçireceğin yerin, hayatın boyunca unutulmayacak, seni başka ufuklara taşıyan, ruhunda pencereler açan bir yer olması lazım. Büyüdüğünü sana hissettirmesi lazım.

Dört, tükenmez. En az dört sene orada yaşayacaksın. Sıkılmaman lazım. Dört sene boyunca daha keşfedeceğin sırlarının olması lazım. Sevgilinle kaçacağın, bunalınca saklanacağın, yeni gelen çömezlerden gizli tutacağın yerleri olması lazım. Bu yüzden monotonluktan, motif tekrarından kaçmak gerekiyor. Yale’deki büyük kütüphanenin asansörle çıkılamayan gizli bir katı ve hiçbir yerden görünmeyen gizli bir avlusu vardı. Bilim ruhunun timsalidir bence: her şeyi bildiğini zannederken, karşına bilmediğin yeni odalar çıkar.


Tabii asimetrinin anlamlı olması için, bir simetri çerçevesine oturması lazım. Kaos monotondur. Kuralı koyup bozma oyunudur asıl keyifli olan ve tükenmez çeşitlilik sağlayan.

Şehre hem uzak hem yakın olmak mühim. Sıkıldığında kaçabilecek kadar yakın, ayrı ve ayrıcalıklı bir dünyada yaşadığını hissetmene izin verecek kadar uzak. Princeton mesela çok uzaktır. Columbia ise aşırı yakın. İdeali Harvard sanırım, yahut Stanford.

Orman şart. Akademi yorar. Parlak ışıklar altında yaşarsın. Kaçabilmen lazım. Heidelberg’in ormanı bir şaheser, ama Cambridge de geri kalmaz sanırım. Yale’inki çok uzaktı, Harvard’ın hiç yok. Ama onun da nehri var.

Mimari tutarsızlık, dördüncü maddenin devamı. Sürprizlerle dolu olmalı, sıkılmana fırsat vermemeli. Monoton olmamalı. Eğer üniversite eski ise, zaman içinde o tutarsızlık kendiliğinden gelişecektir. Yeni yer kuruyorsan, tutarsızlığı suni olarak yaratmaktan başka çaren yok. Genel ilke: her üç veya beş adımda bir, senden beklenenin tersini yap. Hem eğlenirsin, hem yaptığın binada yaşayacak olanların sıkıntıdan ölmemesini sağlarsın. Sevaptır. İyi gelir.
 

*
Bilmem bir şeye benzedi mi. Gerçi bana uyup da iş yapacak olanın vay haline. Ama ufak da olsa doğruluk kırıntıları var sanırım söylediklerimde.

Sevgiler, sana ve kız arkadaşına kolaylıklar.

Thursday, May 1, 2014

Neden sosyalist değilsin arkadaş?

Ne diyor adam? “Sen TÜRKsün. Seçkin bir ırkın mensubusun. Dünyaya bedelsin. Kahramanlık destanları yazan bir milletin evladısın. Titre ve büyüklüğünü keşfet.”

Öbürü ne diyor? “Sen Müslümansın. Allahın kainata bahşettiği en büyük şerefle müşerrefsin. Diğer herkes cehennemde cayır cayır yanarken sen onurlandırılacaksın. Kendini bil ve şükret.”
 
Sosyalist ne diyor? “Sen işçisin, ezilmişsin, garibansın. Sokağa çık bağır. İşe yaramaz, ama belki yarar.” Neden seçimlerde %0,3 alıyorlar ve ebediyen öyle alacaklar, yeterince açık, değil mi?

*
Kim o binde üçü verenler, onu düşün. Kendini dünyalara üstün gören müzmin üniversite öğrencisi. Yeteneğiyle başarısı oransız müzmin loser. Ülkenin en seçkin ailelerinin, kültürü arttıkça toplumsal etkinliği azalmış çocukları. Kalplerindeki baskın duygunun elit küskünlüğü olduğunu vatandaş anlamaz mı sanıyorsun? “Fakir halkı” yüceltir görünürken aslında aşağıladığını bilmez mi?
 
Belki de “Türk” (veya “Kürt”) ve “Müslüman” etiketleriyle tatmin olamayacak kadar mağrurdur, daha iyisine layık olduğuna inanıyordur, küskünlüğü ondan.

*
Binde üç barajını aşmanın bilinen tek yöntemi var. Onlar da bir kimlik ve kahramanlık öyküsü anlatacak. Bu sefer “tarihe destanlar yazmış bir ırkın evladısın” değil, daha mütevazı. “1919-1922 Yunan Harbi’nde destan yazmış bir ulusun evladısın.” Yedi düvele meydan okudun. Mazlum milletlere örnek oldun. Emperyalistleri denize döktün. Hatırla, ve yeniden atıl Milli Mücadeleye!

Bugüne dek bulabildikleri tek çıkış yolu budur. Binde üçlerden yüzde yirmilere çıkmalarına yardım eder belki, ama ötesine yetmez. Kül Tigin’den Fatih Sultan Mehmet’lere uzanan bir zafer anlatısının yanında, tarihte bir defacık, üstelik gariban Rum ve Ermeni komşunu katledip malını yağmalamakla kazandığın bir zaferin ne hükmü olur ki?

Türk sosyalizminin, sonradan “ulusalcılık” adı verilen, bildiğimiz, babadan kalma gavur düşmanlığına mahkum olduğunu, ben 1979 dolayında fark ettim. O zamandan beri de, Allah’a bin şükür, solla ve sosyalizmle işim olmaz.

*
Türkiye’de değil, dünyadaki sola ve sosyalist teoriye ilişkin bir şeyler de yazarım bir ara. Bugünlük bu kadarı yetsin. 
 
 
8 yorum:
  1. Yillardir tereddütdeydim acaba yanlismi yaptim diye :) kisa bir aydinlama yasamis oldum tskrler
    Yanıtla
  2. Allah'a bin şükür? :)
    Yanıtla
  3. kalemine, zihnine sağlık üstat
    Yanıtla
  4. Çok çapsız olmuş bu, yakışmadı.
    Yanıtla
  5. lütfen solculuk, marksizim hakkındaki hatta leninizim, stalinizim, troçkizm, hatta pabloculuk hakkındaki derin ve engin görüşlerinizi bizimle paylaşın hocam.

    bir de ince bir soru, türkiye de ki doktorcular,
    sizce ne alemdeler ?

    saygılar.
    Yanıtla
  6. dünyadaki sola ve sosyalist teoriye ilişkin değerlendirmelerini merakla bekliyoruz usta. vaktin varsa biraz uzun yaz ne olur. fazla da geciktirme. gündem değişiyor, araya başka şey giriyor.
    Yanıtla
  7. Yazıyı okumaya başladığımda türkiye sosyalist hareketi hakkında irdelenmemiş yönleriyle önemli bir eleştiri, her zamanki gibi, sivri dilinizin getirdiği özgünlükle beraber zeka parıltıları içeren bir yazı bekliyordum. Sizin kaleminizden böyle bir yazı çıktığını görünce gerçekten ümitlenmiştim.

    Şu anda olduğu gibi türkiye tarihinde de ulusalcılık kisvesi altında şekillenmiş sosyalist yapılanmalar mevcut fakat türkiye sosyalist hareketine bakıldığında ilk fark edilen göz önündeki birkaç sosyalist yapılanma kastedilerek 'ulusalcılık, babadan kalma gavur düşmanlığı' ithamlarını, bunlar olmadan güçlenemeyeceği iddiasını ve bu tarz yüzeysel eleştirileri doğru bulmuyorum.

    Dünyaya kıyasla türkiyedeki sosyalist hareket nasyonel düzlemde yeşermediği sürece güçlenemeyeceği iddiasında doğruluk payı var(dı) fakat tarihsel sürecine bakıldığında safi ulusalcı eksende şekillenmeye mahkum türkiye sosyalizmi, zamanla bu eksen dışında da kendini var etmeyi, güçlenmeyi başarmıştı ve hala bu yönde giderek güç kazanıyor. Ayrıca “Sen işçisin, ezilmişsin, garibansın. Sokağa çık bağır. İşe yaramaz, ama belki yarar.” doğrultusundaki sosyolojik değerlendirmeden uzak bilinçsiz devrimci vizyonu mevcut, bu eleştiriye kısmen katılıyorum fakat bu mantaliteyi genele indirgeyen, tüm sosyalist harekete mal eden sığ eleştirileri de haksız buluyorum.

    Sadece günümüzü değerlendirecek olsak bile; nasyonel sosyaliszmin türkiyedeki temsilcisi dendiğinde ilk akla gelen parti, ideolojik tutarsızlığıyla ve en basitinden parti başkanının şuursuz açıklamalarıyla bile kendini sosyalist hareketten tasfiye etti ve parti olarak da giderek zayıflamakta. Buna ek olarak türkiyenin ilk komünist partisinin ismini taşıyan sadece heyecan dolu üniversiteli sosyalistleri hedefine almış, emekçi sınıfını hakir gören, dev-genç/dev-sol/dev-yol sürecinden ders çıkartmamış yapılanma kendi vizyonsuzluğundan dolayı güç kaybetmekte. Mevcut türkiye sosyalist hareketi dendiğinde evet ilk akla gelen yapılanmalardan ikisi bu durumda fakat bahsettiğim gibi, bu tarz yapılar ulusalcı veya elitist ideolojileri yüzünden gücünü ve meşruluğunu kaybederken giderek güçlenen sağlam ideolojili sosyalist yapılar mevcut.

    Fazla ayrıntıya girmeden; zamanında Deniz Gezmiş ve onun tarzındaki fikirler benimsenirken Mahir Çayan ve fikirlerinin giderek daha çok kabul görmüş olması bile türkiye sosyalizminin güçlenmek için ulusalcılığa ihtiyacının olmadığını bize gösterir. Yine en basitinden bir örnek; bir yandan 70'lerde mahkum olduğu ulusalcı-şoven eğilimli sosyalist yapıdan kendini kurtarmış giderek güç kazanan yeni sosyalist yapılanmalar oluşmuşken, o artakalan ulusalcı-kemalist eğilimli sosyalist yapının bile önde bayrak sallayanlarından; örneğin Mihri Belli'nin bile kemalist-ulusalcı tutumdan zamanla uzaklaşıp, mesela kürt mücadelesinden yana yapıcı tavır sergilediğini görürüz.

    Sosyalist ideal kendi dinamiklerini yenileyen kendini geliştiren bir ideoloji olduğu için şahsi fikrim eleştirirken özen gösterilmeli daha ayrıntılı gözlenmeli diyalektik süzgeçten geçirilmelidir zira sosyalizm, eleştirel açıdan çırıl çıplak ortada duran bütün okların kolay hedefi ‘din’, ‘milliyetçilik’ gibi konulara benzemez. Sanırım özensizce attığınız her okun teolojik konuları kolaylıkla vurmasına fazla alıştınız Sevan Bey.
    Yanıtla
  8. Çok sığı bir yorum. Kişisel düşüncelerin kanıtlanmış gerçekler gibi sunulmasına itiraz ediyorum.
    Yanıtla