Thursday, January 20, 2011

Paris Nutku

Hrant Dink cinayetini anma etkinliği çerçevesinde Paris’te Tıbrevank’tan Yetişenler Derneği’nin davetlisi olarak yaptığım konuşma.
HRANT’IN DÖRDÜNCÜ YILINDA TÜRKİYE’DE NELER OLUYOR
Büyük siyasi değişiklikleri tetikleyen bazen insani duygulardır. İsterseniz toplum psikolojisi diyelim, kulağa daha bilimsel gelir.
Bir toplumun duygu atmosferi değiştiğinde, eskiden imkânsız görünen siyasi değişiklikler birdenbire kolay, doğal, basit hale gelebilir.
Hrant’ın öldürülmesi bizim için olduğu kadar, hatta bizden daha fazla, Türkiye için bir dönüm noktasıydı.
23 Ocak 2007’de yüz bini aşkın insan cenaze törenine katıldı. Modern Türkiye tarihinde manipüle edilmemiş bu çapta bir siyasi gösteri hatırlamıyorum. Yüz binlerce insan Hrant’ın acısını vicdanında hissetti. “Artık yeter” deme ihtiyacını duydu. “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz” diyen pankartlar taşıdı.
Aradan çıkan önemsiz parazitlere aldanmayın. Türk toplumunun geniş kısmı için Hrant bugün bir ikondur. Ortak bir pişmanlığın simgesidir. Buna bildiğimiz sol liberaller kadar, onlardan da fazla, İslamcılar, Kürtler, hatta nasyonalizmden henüz geri adım atamamış orta sınıf mensupları dahildir. Sürüden ayırıp baş başa konuştuğunda, MHP sempatizanı faşistler bile dahildir.
Dün Facebook’ta akıl almaz sayıda kişi profil resimlerine Hrant’ı koymuştu. Hepimiz Hrant’ız diye bir kere daha tekrarladılar.
Düşünün, belki tarihte ilk kez biz Ermenilerle Türklerin ortak bir martir’i var!
*
Cahit Koytak’ı belki tanırsınız. İslami kesimde popüler olan bir şairdir. Dindar bir Müslüman’dır. Etkili bir fikir önderidir. Ayrıca hükümet çevrelerinde çok seveni olduğunu biliyorum.
Onun bir şiirini okumak istiyorum. Biraz uzun olabilir, ama Hrant cinayetinin o cephede nasıl bir etki yarattığını anlamak için anahtar olacağını düşünüyorum.
CAHİT KOYTAK
Hepimiz Hrant’ız’ bence ne demektir?
Sevgili eşine yazdığı o, yürekleri dağlayan mektubuyla bu şiire esin veren Rakel Dink Hanımefendi’ye…


seni tanımıyordum, Hrant,
yeterince tanımıyordum, evet,
fakat gördükten sonra o gün
küskün bir çocuk gibi orada,
kaldırımda,
yüzükoyun uzanmış, öyle büyük,
destansı,
öylesine tıpatıp kendine, özgürlüğe,
hak edilmiş onura benzeyen bir
erinçle
uyurkenki resmini,
hani, yalnız kendine değil, hayır,
ölecekse, ölümü, iyi, güzel ve doğru
bir şeyler uğruna olsun isteyecek
herkese,
yani her ölümlüye benzeyen
güzellikte…
ve kuşkusuz, en çok da, mahallenin
bıçkınlarıyla, efeleriyle
baş edemediği için
hırsından gizli gizli ağlayan,
kendi yüreğini kemiren,
gün günden budandığını,
yontulduğunu
ve lokma lokma yutulduğunu
hisseden
mahallenin sessiz çocuklarına
güç veren dirilikte uyurkenki resmini
gördükten sonra o gün,
artık diyorum ki, kendime:
vursalardı beni de, Hrant gibi,
ben şahsen, zaptiyenin
örtbas muşambasıyla değil, hayır,
Agos gazetesiyle
örtsünler isterdim cesedimi;
Agos gazetesiyle örtsünler, ne fark
eder,
yalnızca, senin gibi, perçemim,
potinlerim,
bir de – biraz iş çıksın diye
yoksul şairciklere,
çömez muhabirlere -
benim de potinlerimdeki
iki romanesk delik
görünecek biçimde…
ki, böylece, resmin geri kalan kısmını
güvercinler doldursun!
senin o, İsa Peygamber’inkini andıran
yakışıklı alnını
kanatıncaya kadar duvara vura vura
sonunda kalbimizde açmayı
başardığın
mucizevi gedikten
gökyüzüne saçılan güvercinler...
hani şu, sen susunca, senin o
koskocaman,
o, Tanrının eliyle okşanmışçasına
sıcak
olduğu anlaşılan yüreğinin sesini,
‘sessizliğin sesi’ni, sonsuzluğun sesini
açıkça işitilir kılan,
daha gür, daha beyaz,
daha cesur kanat vuruşlarıyla
gökleri çatırdatan
‘tedirgin güvercinler’...
seni tanımıyordum, fazlaca
tanımıyordum, fakat
vursalardı beni de, Hrant Dink,
senin gibi,
her şeyi göze alıp, cenaze namazımı
Tanrı’nın ‘Meryem Ana’ evinde
o evin avlusunda
kılsınlar isterdim, ‘bizimkiler’!
kılsınlar, ne fark eder?
kılsınlar ki, böylece, Tanrı’yı
bir mülk gibi
çitlerle çevirmeye kalkışan ferisiler
bütün mülklerin, mabetlerin
O’na ait olduğunu bilsinler!
seni tanımıyordum evet,
tanımıyordum, fakat
seni, öyle haksız, öyle mızıkçılıkla
oyundan çıkarılmış bir çocuk
gibi gördükten sonra, dostum,
büyük kalkış gününde
aynı oyuna çağırılan iki kafadar gibi
kalkıp da koşabilmek için
sana komşu mezardan,
belki daha cesur, daha kanatlı şeyler,
delice mizansenler hayal etmeli
ve diyebilmeliyim ki,
vursalardı beni de, senin gibi,
bu yaşlı şakağımdan,
benim de, o güvey uykusunun
tadından,
o gençlik, güzellik uykusunun
tadından
adını, kimliğini unutan cesedimi
bir ‘karambol’ eseri
Balıklı Mezarlığı’na defnetsinler
isterdim;
üstümü de, meselâ, Lavtacı
Nazaret’in,
Hamparsum’un, Nikolaki Ağa’nın
iyi cins bir vatan toprağı gibi demli
ve bir rast semai gibi ağır, kederli
‘ermeni’ toprağıyla örtsünler!
evet, evet örtsünler, ne fark eder?
örtsünler ki, böylece, efeliğin şanını,
kanın ve kanla karılmış gücün
verdiği sarhoşluğu burada
kurtlara, çakallara, şahinlere bırakıp
büyük göç katarına katılmasını bilen,
yani senin gibi, Hrant Dink,
şakaklarında ve potinlerinde delik,
ama boyunlarında
ne haç, ne ay yıldız,
ne süleymanın mührü,
simurgunu arayan bütün kanatlıların,
bütün ‘tedirgin’ sakaların,
bülbüllerin, çayırkuşlarının
ve güvercinlerin
orada, ‘eskilerin’ sözüyle,
‘sınıfsız ve devletsiz’,
çitsiz ve çepersiz çayırlarında,
ebediyetin,
kendi soylarına soplarına boş verip,
sabah akşam yalnızca
Tanrının adını yücelttiklerini
öğrensin zeolotlar!
ve simurgun gökçe diriliğini,
gökçe doğurganlığını,
ölülere yaşama, taşlara kanatlanma
tadını veren bir neşide olarak
eklediklerini
sabah akşam ötüşlerin




Dikkat ediniz. Buradaki ses, bizim alışık olduğumuz bir ses değildir. Lavtacı Nazaret’le Hamparsum’dan söz ederken bir an için o tanıdık dolma-topik kardeşliğine düşecek gibi olsa da, söylediği şey o değildir, başka bir şeydir.
Ortak bir öfke ve ortak bir inancın sesidir. “Ben Türk sen Ermeni, gel kardeş olalım” demiyor bakın. Sen insan, ben insan, gel Farisilere yuh çekelim, gel “kanın ve kanla karılmış gücün verdiği sarhoşluğu burada kurtlara, çakallara, şahinlere bırakalım” diyor. Gel kıyamet gününe beraber koşalım diyor. Cesedime Agos gazetesi örtsünler, Meryemana kilisesinde cenazemi kılsın bizimkiler, Balıklı’ya gömüleyim, ne fark eder diyor.
Bunu söyleyen dindar bir Müslüman’dır, unutmayın. Ve sözü dinlenen bir fikir önderidir.
*
Hayal kurmuyorum, hayır. Önyargı ve düşmanlık hala canlıdır. İkiyüzlülük kolay ölmeyen bir alışkanlıktır. Türklerin çok büyük bir kısmı Ermeni meselesinin gerçek boyutlarından ve gerçek konularından habersizdir. Resmi yapı hala aynı yerdedir, çok basit adımları bile atmaya niyeti veya cesareti yoktur.
Bir an için açılmış olan fırsat penceresi zamanla kapanabilir. Duygular küllenir, insanlar eski alışkanlıklarına geri dönerler.
Bunlar var. Ama bir pencerenin aralandığını kimse inkâr edemez. O aralığı büyütmek bizim görevimizdir.
İsterseniz bardağın boş olan yarısını görürüz. Omuz silkeriz. “Soğanın reçeli olmaz” deriz, samimiyetlerini sorgularız. Önce adım atsınlar bakalım deriz. Bekleriz. Bu, kolay olan yoldur.
İstersek bardağın dolu yarısını görürüz. El veririz. Onları – Türkleri yani – yüz yıldır içine düşmüş oldukları çukurdan çıkarmak için yardım ederiz. Şu atmosferi kalıcı hale getirmenin yollarını ararız.
Bu, zor olan yoldur. Belki imkânsızdır. Olmayacak duaya amin demektir, bilmem. Ama başarılı olursa ödülü büyüktür.
*
Şüphesiz Hrant cinayeti tek başına havayı değiştirmedi. Koşullar hazırdı. Cinayet sadece insanların kalbine dokunarak, zaten çürümüş olan duvarda bir gedik açtı.
Dört faktör sayacağım.
1. Türk toplumu çok değişti. Kalkındı. Özgüven kazandı. Devleti kendine destek değil köstek gören geniş bir girişimci sınıf ortaya çıktı. Köylülük kaybolmaya yüz tuttu. Yüzden fazla yeni üniversite açıldı. Yeni fikirlere ve yeni deneylere aç bir gençlik ortaya çıktı.
En önemlisi özgüvendir. Özgüveni olan insan korkularını aşabilir, daha cömert, daha açık yürekli olur.
2. Yeni İslami liberalizmin ortaya çıkması önemli bir etkendir. Bunu Batı basınında okuduğunuz İslami fondamentalizmle karıştırmayın lütfen, ayrı bir hadisedir. Bu yeni düşünce ikliminde Türklerin önemli bir kısmı kendini ilk kez milliyetçi fanatizmden (bir ölçüde) kurtarmayı başardı. İlk kez devletin kendilerine sürekli yalan konuştuğu gerçeğiyle yüzleşti.
3. Ordu ciddi ölçüde itibar kaybetti. Tartışılmaz otorite olmaktan çıktı. Akıl almaz kepazelikte suçlarla itham edilirken cevap bile vermekten aciz kaldı.
2007’de iktidarı elden kaçırmamak için son büyük hamleyi yaptılar. Hrant cinayeti tam o günlere denk geldiği için toplumda büyük bir tepki doğurdu. Türk ordusu kamuoyunda ilk kez korkuyla değil, öfke ve lanetle anıldı.
4. Nihayet Türkiye’nin Batılı müttefikleri de bir süreden beri işlerin artık eskisi gibi yürümeyeceğini anladılar. Türkiye’yi çeşitli şekillerde reform için teşvik ettiler.
Bunların hepsi iyi göstergelerdir. Hrant cinayetinin doğurduğu vicdani tepkinin izole bir olay olmadığını, genel gidişin bir parçası olduğunu gösterirler.
Akıntı iyi yöndedir. Bu akıntıdan istifade edebiliriz. Yön verebiliriz. Daha iyi yerlere akmasına yardımcı olabiliriz.
Ya da omuz silkip söylenebiliriz. Kime yarar, neye yarar bilemem.
*
Ne yapılmalı? Somut önerilere isterseniz sorular kısmında gireyim. Şimdi iki temel ilkeye değineceğim.
Bir, muhatabının korkularını anlamadan bir yere varamazsın.
İki, muhatabının onurunu kırarak bir yere varamazsın.
Birincisi korku. Evet korku. Türklerin ezici çoğunluğu Ermeniler ve Ermeni meselesi konusunda feci ölçüde bilgisizdir. Bilmedikleri için abartılı korkularla doludurlar. Ermenilerin çok zengin ve güçlü olduğuna, müthiş uluslararası bağlantıları olduğuna inanırlar. Ermenilerin “Avrupalı” olduğunu sanırlar, Avrupa’nın ezeli küstahlığını paylaştığına inanırlar. Türkleri hor gördüklerini, ikinci sınıf insan saydıklarını düşünürler. Soykırımı kabul edince büyük tazminatlar ödeneceğinden, Türkiye’nin bilinmez şekillerde ceza göreceğinden korkarlar.
Biliyor musunuz, Hrant’ı bir anda Türklerin gönlünde ikon haline getiren neydi? Ayakkabısındaki delikti. Bir de Malatya ağzına kaçan aksanı. Bir de sandalla balığa çıkması. Bir anda bütün bir önyargı duvarı yıkılıverdi. Demek ki zengin değilmiş. Demek ki bizden biriymiş. Demek ki bizi aşağılayan Batılılardan biri değilmiş! Bu kadar basit.
*
İkincisi onur. Bir insanın veya bir toplumun onurunu kırmakla zafer kazanmazsın, ancak düşman kazanırsın. Ola ki bir punduna getirip diz çöktürdün. Yarın bunun acısının nasıl çıkacağı, ektiğin kin tohumunun nerede yeşereceği belli olmaz.
Kaldı ki yüz yıldan sonra nihayet özgüvenini kazanmaya başlayan Türk toplumuna diz çöktürebileceğini sanmak pek de gerçekçi bir yaklaşım sayılmaz.
Bence Türkiye’nin Ermeni meselesiyle yüzleşme saati gelmiştir. Bunun koşullarının artık hazır olduğuna inanıyorum. 2005’teki Ermeni Konferansından bu yana alınan mesafe nefes kesicidir. Bu tempoyla gidilirse bir-iki sene içinde çok şaşırtıcı noktalara varabiliriz.
Resmi propaganda makinesinin soluğu yaklaşık bir yıldan beri kesilmiştir. Daha dün “sözde ermeni soykırımı” sahtekârlığı bütün okullarda milli ritüel iken, bugün neredeyse her gün Türkiye’nin her yanındaki ortaokul ve liselerde “Türk-Ermeni kardeşliği” ya da “Ermenilerin kültürümüze katkıları” üstüne ödev hazırlayan çocuklardan imdat mailleri alıyorum.
Değişimin önündeki en büyük potansiyel engel nedir biliyor musunuz? Onurlarının kırılmasından korkuyorlar. Hakarete uğramaktan çekiniyorlar. “Geçmişte işlenmiş suçları lanetlemeye varım, yeter ki bana iyi bir insan olduğumu söyle” diyorlar.
Buna hakları var mı, tartışabilirsiniz belki. Onlar bizim onurumuzu düşündüler mi? Bunca sene akılları neredeydi? Ama bu soruları sormanın faydası nedir, bilemem.
Öbür türlüsünün de mümkün olduğuna inanıyorum. Bunun ipuçları az önce anlattıklarımda vardır.
Karşınızda Hrant’ın ölümüne içten gözyaşı döken bir kitle var. Devletin kendilerine yalan söylediğine uyanan bir toplum var. Irkçılığın ve nasyonalizmin kötü olduğuna inanan, bu yüzden Osmanlı atalarının asla ırkçılık yapmış olamayacağına kendini inandırmaya çalışan insanlar var. Kendi namlarına işlenmiş olan cinayetleri lanetlemek isterken samimidirler.
Bizim yapabileceğimiz en doğru şey, cinayetlerle dolu bir geçmişle kendi aralarına koydukları mesafeyi büyütmelerine yardım etmektir.
“Sen canisin, kabul et” yaklaşımından sonuç alma ihtimali sıfırdır. Ama “sen cani değilsin, canileri gel beraberce lanetleyelim” yaklaşımı sonuç verir.
“Ben mağdurum, sen suçlusun” değil, “ben ve sen mağduruz, suçlu olan ortak düşmanımızdır” mesajı, Türkiye’nin bugünkü ruh halinde ciddi yankı bulabilir.
Sizi bilmem, ben Türkiye’de yaşıyorum. Orada yaşamaya devam edecek dört çocuğum var.
İtiraf edeyim ki ben, suçu tescil edilmiş, sırtına ceza bindirilmiş, bundan dolayı bana ve dünyaya diş bileyen bir devletin vatandaşı olmak istemem. “O suçu işleyen ben değilim başkasıdır, o alçakların suçuna ortak olmayı reddediyorum” diyen bir ülkede yaşamayı yeğlerim.
Yeter ki samimi olsun, sonuçlarıyla yüzleşsin.



Monday, January 17, 2011

Ölmüş Diller Enstitüsü

(Eski dosyaları karıştırınca bak neler çıkıyor! Ektekini bir devlet büyüğümüzün isteği üzerine rapor olarak yazmıştım, dört-beş ay önce. Doktora tezi konusu arayanlara bedava hizmet.

"Geçmişte uygulanan devlet politikaları" lafı ne kadar kibar olmuş ama, dikkatinizi çekerim.)

ÖLMEKTE OLAN TÜRKİYE DİLLERİNE İLİŞKİN FİKİR JİMNASTİĞİ

1) UNESCO politikaları
UNESCO’nun “endangered languages” başlığı altında marjinal dilleri araştırma, belgeleme, koruma ve geliştirmeye yönelik aktif bir yaklaşımı olduğu anlaşılıyor. http://www.unesco.org/culture/ich/index.php?lg=en&pg=00146 sayfasında bir dizi örnek projenin raporları, http://www.unesco.org/culture/ich/index.php?lg=en&pg=00143 sayfasında fon sağlayan kurum ve programlara ilişkin bilgi mevcuttur.

2) Ne yapılabilir?
Her şeyden önce BELGELEME alanında büyük boşluk vardır. Geçmişte uygulanan devlet politikaları nedeniyle sanırım Türkiye, dünya ülkeleri arasında, yerel dillerin belgelenmesi açısından en geri kalmış ülkelerden biridir.  

Şu aşamada aktif bir eğitim/geliştirme çalışmasından ziyade, akademik nitelikte bir araştırma/belgeleme çalışmasına yoğunlaşmak daha doğru ve belki daha gerçekçi olur.

3) Hangi diller
Yayınlanmış ciddi araştırmalar mevcut olmadığı için, benim bilgilerim de kısmen anekdot  mahiyetindedir. Kaba bir ufuk turu olarak değerlendirilmelidir.

a)      Türkiye’de konuşulan Arap lehçeleri hakkında bildiğim kadarıyla yayımlanmış kitap, tez, makale, hatta gazete haberi bile mevcut değildir. Siirt/Sason, Mardin, Harran, Hatay ve Adana/Tarsus lehçeleri, anlatıldığına göre, kısmen karşılıklı anlaşmaya imkân vermeyecek ölçüde farklılaşmıştır. Mardin Süryanileri ve Hatay/Altınözü Hıristiyanları tarafından kullanılan Arapça lehçeleri hakkında yazılı hiçbir bilgi yoktur. Bunların acilen belgelenmesi gerekir.

b)     Hopa ve Borçka’nın 23 köyünde konuşulan Hemşince/Homşetsi adlı Ermenice lehçesi üzerinde, amatör bir-iki makale dışında akademik çalışma yapılmamıştır.  Hatay’ın Vakıfköy Ermenilerinin standart Batı Ermenicesine ek olarak kullandığı Kesap lehçesi üzerinde de, bildiğim kadarıyla yazılı malzeme yoktur. (Belki Suriye’de Arapça yayınlar mevcut olabilir.) Standart Batı Ermenicesi ile bu iki lehçenin karşılıklı anlaşması imkânsızdır.

c)      Amasya’dan Artvin’e uzanan bölgede göçebe olarak yaşayan ve “Çingene” olarak nitelendirilen Poşa’ların, standart Ermeniceden çok farklı bir Ermenice lehçesi konuştuklarını bizzat müşahade ettim. Bu konuda da literatür mevcut değildir.

d)     “Çingenece” olarak adlandırılan Rom dilinin Türkiye’de halen yaşayıp yaşamadığı konusunda sağlıklı bilgi yoktur.

e)     Trabzon’un Of-Çaykara, Maçka ve Tonya ilçelerinde halen konuşulan Pont Rumcası hakkında Yunanistan’da son yıllarda bazı çalışmalar yapıldığını duydum; ancak bunlara ulaşamadım. Türkçede Ömer Asan’ın Pontus Kültürü başlıklı değerli çalışması dışında, bunlar hakkında da ciddi bir dilbilimsel araştırma yapılmamıştır. Of, Maçka ve Tonya lehçeleri arasındaki farklar bilinmemektedir.

f)       Darende’de konuşulduğu rivayet edilen Hazeyn/Hazain dili (?) hakkında güvenilir bilgi bulunamamıştır.

g)      Adana’da mevcut olan birkaç Nogay yerleşiminde Nogaycanın halen konuşulup konuşulmadığı meçhuldür.

h)     Artvin’in üç bölgesinde (İmerhev, Maçahel ve Maradit-Borçka) konuşulan Gürcüce lehçesi üzerine yayınlanmış araştırma yoktur. Her üç lehçenin modern standart Gürcüce ile çok kısıtlı ölçüde anlaşmaya izin verdiği söylenmektedir.

i)       “Zazaca” veya Kırmançki veya Dimili adı verilen dil veya lehçeler grubu üzerinde, çoğu polemik niteliğinde olan bir kavram kargaşası bulunmaktadır. Alman üniversitelerinde Zazaca üzerine ciddi sayılacak çalışmalar yapılmakta ise de bunların sonuçları henüz Türkçeye yansımamıştır.  

j)       Midyat ve Nusyabin yöresinde konuşulan Turoyo dili (“Süryanice”) üzerinde İsveç merkezli çalışmalar mevcuttur. Ancak bunlar Türkçeye çevirilmemiştir.

k)      Eskiden Pervari’nin Hertvin köyünde konuşulan Doğu Arami lehçesinin 1999 itibariyle tümü diasporada (yanılmıyorsam İsveç’te) yaşayan 1000 kişi arasında halâ konuşulduğu ifade edilmektedir. Ölmek üzere olan bu dil henüz ciddi anlamda belgelenmemiştir.

l)       Benim çocukluğumda İstanbul ve İzmir Yahudilerinin yaygın bir şekilde konuştuğu Yahudi İspanyolcası (Ladino) bugün hemen hemen ölü bir dildir. Konuya dair bir hayli yayın ve düzgünce bir sözlük vardır. Ancak akademik nitelikte bir dokümantasyon – her halükârda Türkçede – yoktur.

m)   Türkiye’de konuşulan Kuzey Kafkas dillerinin (Çerkezce, Abhazca, Abzehçe, Keberdey, Çeçence, Lezgice vb.) durumu hakkında derli toplu bir çalışma yoktur.

4) Hangileri DEĞİL
Türkçenin lehçe ve ağızları başlı başına derya gibi bir konudur. Keza Türkiye Kürtçesi hakkında da derlenmesi gereken sonsuz malzeme vardır.

Ancak diğerlerine imkân tanımak açısından bu iki dilin proje kapsamı dışında tutulması daha doğru olur. Aksi halde Türkçe ve Kürtçenin marjinal versiyonlarına gösterilecek olan ilginin diğer dilleri gölgede bırakması beklenir.

5) Kurumsal çerçeve
Yazılı literatürü olmayan dillerin tasviri Batıda 150 yıldan beri karşılaştırmalı dilbilimin ana uğraş alanıdır. Amerika ve Avustralya yerli dilleri, Hint dilleri, Afrika dilleri vb. üzerinde bu nitelikte çok geniş bir literatür mevcuttur.

Yukarıda sayılan dil ve lehçelerin her birinin sistematik tasviri, bir veya birden fazla doktora tezi konusu teşkil eder.

Yapılması gereken şey muhtemelen üniversiteler arası bir ortak program çerçevesinde bu nitelikte doktora tezlerinin yazılmasını teşvik etmektir. Belki ortaya çıkacak olan tezler, standart formatta bir kitap dizisi olarak yayımlanabilir.

Geçen Nisanda Türk Dil Kurumu’nda yaptığım konuşmada Kurumun Türkçe dışındaki Türkiye dillerine de eğilmesi gerektiği fikrini ortaya attım. Gelen tepkilerden, Kurumun şimdilik böyle bir fikre hazır olmadığı izlenimini edindim.

6) Mümkün mü?
Türk üniversitelerinde bu nitelikte çalışma yapabilecek dilbilim bölümleri mevcut değildir. “Dilbilim” adı verilen bölümlerin tek ilgi alanı en dar anlamda Türk dili ve dilleridir. Yazılı edebiyatı bulunmayan bir dil hakkında saha çalışması yapma bilgisine ve tecrübesine sahip kimse (bildiğim kadarıyla) yoktur.

Bu durumda proje gerçekçi midir? Kim koordine edebilir ve yürütebilir? Bilmiyorum.

Belki yabancı üniversitelerde dilbilim üzerine çalışan az sayıdaki Türk akademisyenden istifade etme yoluna gidilebilir. Veya içte Türkoloji bölümlerinde nisbeten geniş kapsamlı dilbilim formasyonu olan birkaç hoca tesbit edilip bu konuya yoğunlaşmaları teşvik edilebilir. Belki yön gösterme  amacıyla bir-iki yabancı öğretim üyesi davet edilebilir.

Saturday, November 6, 2010

Hodri Meydan Kulesi basın bildirisi


HODRİ MEYDAN KULESİ ŞİRİNCE’DE AÇILDI
Nişanyan “izin almadım, almayı da düşünmüyorum” dedi.

Yazar ve otelci Sevan Nişanyan’ın İzmir’in Şirince köyünde inşa ettiği Hodri Meydan Kulesi bugün ziyaretçilere açıldı. 12 metre yükseklikteki taş kule, Şirince’nin tarihi dokusuyla bütünleşerek köyde yeni bir ilgi odağı oluşturuyor.

Kuleyi yapmak için yetkililerden izin almadığını söyleyen Nişanyan, “İzin almayı düşünmüyo-rum. 27 yılda bir köyün imar planını yapmayı beceremeyen, yaptığını da yüzüne gözüne bulaştıran adamlarla muhatap olmak abestir. Türkiye’de koruma amaçlı imar sistemi çökmüştür. Yanlış kadroların elindedir. Bu gerçekle yüzleşmek gerekiyor,” diye konuştu.

Şirince köylüsünün kendisini desteklediğini savunan Nişanyan, “Şirince köylüsü 27 yıldan beri imar terörü mağdurudur. Artık bu zulme ‘dur’ deme vaktinin geldiğine inanıyor,” dedi. 

Çatısıyla beraber 12 metre yüksekliğindeki taş kulenin üstünde bir manzara terası bulunuyor. Kule ücretsiz olarak ziyaretçilere açık.



SORU-CEVAP

Aşağıdaki soruları Hürriyet Daily News’ten gazeteci arkadaşım Vercihan Ziflioğlu sordu. Ona verdiğim cevapları, hoşgörüsüne sığınarak, sizinle paylaşıyorum.


SORU: Neden kuleyi 'Hodri Meydan Kulesi' olarak adlandırıdınız? Üstü kapalı bir mesaj mı bu? 

CEVAP: Kapalı değil, apaçık bir mesaj. Adamlar diyor ki mimari yenilenme alanında, turizm alanında Türkiye’de yapılmış en düzgün işlerden biri de olsa bu evleri yıkacağız. Neden yıkacağız? Çünkü bürokratik oligarşiye biat etmiyor, o yüzden yıkacağız. 

Ben de diyorum ki: Nah yıkarsın!

SORU: Sevan Nişanyan neden meydan okuyor? Siz ne anlatmak istiyorsunuz kamuoyuna?

CEVAP: Bürokratik oligarşi çürümüştür. Sepetteki çürük elma gibi, bütün Türkiye’yi ve hepimizi çürütmektedir. Bununla mücadele etmek bir vatandaşlık görevidir, insanlık görevidir, onur ve vicdan görevidir. Topluma ve kendi çocuklarımıza karşı sorumluluğumuzdur. 

Mücadele her alanda verilmelidir. Yalnız Genelkurmay’da, Ergenekon’da, HSYK’da, Beşiktaş Adliyesinde değil. İmar terörü de aynı zorba zihniyetin eseridir. Çöken Sovyetler Birliği kadar zalim ve ahmak bir yapının yansımasıdır. 

Buna meydan okumaktan daha kıymetli ne var ki hayatta?

SORU: Şirincelilerden destek görüyor musunuz? 

CEVAP: Tabii, çok içten destek görüyorum. Onlar da aynı çürümüş yapıdan mağdurlar. Birinin çıkıp “yetti gayrı” demesinden gurur duyuyorlar.

İnşallah zamanla onlar da o direnci ve cesareti gösterecekler.

SORU: Görünen o ki Sevan Nişanyan kendisinden sonraya Şirince'de bir iz bırakmak istiyor.

CEVAP: Biliyorsunuz seyahate meraklıyım. İnsanlar yüzyıllar boyunca dünyanın her köşesine ne güzel eserler bırakmışlar, gör gör doyamıyorum. İnsanın gözünü okşayan, ruhunu büyüten, ufkunu açan eserler bunlar. Göreni şu küçük hayattan koparıp daha yüksek yerlere taşıyan izler. 

Bana bu hizmeti yapan insanlara karşı benim de bir borcum var diye düşünüyorum. Turist gibi bu dünyanın tadını çıkarmak yetmez. Sen de bir eser ortaya koymalısın ki yarınki kuşaklar görüp “Allah razı olsun” desinler. 

SORU: Kule hakkında biraz bilgi?

CEVAP: Taş beden 9.60 metre, çatıyla beraber 12 metre. 2 Eylül’de temeli kazdık, 5 Kasım’da (bugün) bitirdik. Şirince köyünün üst ucunda, Nişanyan Evleri arazisi içinde. Tepesinde manzara terası var. Herkesin ziyaretine açık, ücretsiz. Bir şey de satmıyoruz; ticari amacımız yok.

3 yorum:

  1. Sayin Sevan Nisanyan,

    Oncelikle sizi bu cesaretinizden dolayi tebrik etmek isterim ilk adimi atmak zordur, her birey buna cesaret edemez ve imar teroru TC topraklarinin her bolgesinde yasanilan bir sorun. Umarim sizin bu cesaretiniz bircok vatandasa 'yetti gayri' deme firsati yaratir, ve umarim bu cesaretiniz sadece sirince sakinleri tarafindan degilde ulkenin bircok bolgesinde desteklenir.

    Ama sizin yapmaya calistiginiz ulke genelinde uzak bir ihtimal... Neden mi? Cunku sizi yapilandiran bu sistem izin vermiyor.Ornek:

    Dogu bolgesinde bir koyun sakinleri bos devlet arazisine her yil agac ekmisler(meyve veren agaclardan degil sadece iste mese cinar gibi), oyleki yillarin verdigi emek neredeyse ormanlik alan olmus. Ama yeni vali atandiktan kisa bir sure sonra durdurma karari almis, koyun sakinlerini de mahkemeye vermis koy halki kusmus bir daha devlet arazisine de agac ekmemeye karar vermis. Artik o vali agaclari yakmismi kesmismi bilemem, bildigim tek gercek yesil alan dusmani oldugu ve o koylu sakinlerini savunan kimsenin olmadigi. Hatta sistematik bir sekilde cabalarinin hice sayildigidir.

    Hikaye formatina aldanmayin bu hikaye gercek hayatttan alinti. Sizin imar terorune karsi bu cabanizla, o koy halkinin yesil alan yaratma cabasi ayni. Umrim siz daha basarili olursunuz o koy sakinlerinden. Mac daha yeni basladi ve her nekadar Macin ilk golu sizden olsada macin bitmesine daha 89+uzatmalar var!

    Iyi sanslar

    Saygilarimla
    Yanıtla
  2. Seviyorum Sevan amca seni ve inadını. Kule de pek güzel olmuş. Eline sağlık valla.
    Yanıtla
  3. Sevan iyi sanslar. Turkiye'yi eksi zekalilarin yonetmesinden baygeldi artik.
    -Vatansever Turk
    Yanıtla

Sunday, April 25, 2010

Röportaj: Ermeni ve Kürt meselelerine dair


26 Nisan 2010'da Diyarbakır'da çıkan çeşitli gazete ve web sayfalarında yer aldı.

Soru - 1915 öncesinde Anadolu'daki Ermeni nüfusunun 1.5-2 milyon arası olduğu söyleniyor. Soykırım iddialarını bir kenara bırakır ve Anadolu Ermenileri'nin sürgününe de iyimser bir yaklaşımla “Zorunlu Göçe” tabi tutulduklarını var sayarsak; bu yoğunluklu nüfusun savaş sonrası Türkiye'ye dönmemesi nasıl açıklanabilir?

Suriye'de hayatta kalan yarım milyon mültecinin bir bölümü 1918 Kasımı'ndan sonra döndü veya dönmeye teşebbüs etti. Ancak bunlar 1919 Mayısı'ndan itibaren çeşitli baskı ve saldırılarla tekrar kaçırıldılar. 1919'da örgütlenen Kuvay-i Milliye'nin asıl amacı, İngiliz-Fransız işgaline direnmek filan değildi: Ermeniler'in dönmesine engel olmak ve Rumlar'ın da Ermeniler'in peşinden defolup gitmesini sağlamaktı.

Ermeni mallarının yağmasından pay almış olan yerel mütegallibenin çoğu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri'ne katıldı, dönen mültecileri kovmayı bir “vatan meselesi” olarak halka benimsetmeyi başardı. 1919 sonunda Fransız güçleriyle beraber Adana-Maraş-Antep bölgesinde yurtlarına dönen Ermeniler, Ankara'nın örgütlediği silahlı çetelerin saldırısına uğradı. Aynı yıl Kuzey Irak'tan Hakkâri'ye dönen Nasturi Hıristiyan aşiretleri, 1924'te Cumhuriyet Hükümeti'nin düzenlediği bir askeri operasyonla imha edildi veya tekrar sınır dışına kaçırıldı.

Nihayet, tam tarihini hatırlamıyorum, yanılmıyorsam 1924'te çıkarılan bir yasayla Milli Mücadele yıllarında (kendi iradesiyle olsun, mecburiyet dolayısıyla olsun) yurt dışında bulunanların TC vatandaşlığını kazanması engellendi. 1927'de çıkarılan bir kanunla, geriye kalanların seyyar satıcılıktan şimendifer memurluğuna kadar, bin çeşit işi yapması yasaklandı. Vakıf ve cemaat mallarına el kondu. Hemen her gün uyduruk bir gerekçeyle azınlık mensupları vatan hainliğiyle, casuslukla, vergi kaçakçılığıyla suçlandı; basında terörize edildiler; ekonomik açıdan çökertildiler. İstanbul ve İzmir dışındaki illerde yaşamaları imkânsız hale getirildi.

Soykırım, 1915'te olup biten bir hadise değildir. 1913 civarında başlayıp günümüze kadar aralıksız devam eden bir devlet politikasının adıdır.

Soru - Ermeni tehcirine yol açan olayların gelişimi ve sonrasına bakıldığında sürekli olarak İttihat ve Terakki Partisi suçlu gösteriliyor. Bu görüşün doğruluk payı nedir?

Doğru değildir. Ermenilere yönelik zulüm ve katliam politikasını başlatan İttihat ve Terakki değil Abdülhamit'tir. Ermeniler ilk başta İttihat ve Terakki'ye, kendilerini Abdülhamit zulmünden kurtaracak bir umut olarak baktılar. Bu durum 1909 ile 1913 yılları arasında, tam olarak araştırılmamış bir sürecin sonunda, tersine döndü.

Soru - İttihat ve Terakki Partisi'ni tek suçlu olarak kabul edersek, zorunlu göçe tabi tutulduğu söylenen Ermeniler'in, yeni kurulmuş Cumhuriyet tarafından topraklarına geri dönmeleri bir jest olarak sağlanamaz mıydı? 

1919 yazından itibaren Anadolu'da iktidarı ele geçiren Müdafaa-yı Hukuk hareketi çok büyük oranda İttihat ve Terakki kadrolarından oluşmaktaydı. Az önce belirttiğim gibi tehcir ve katliam zenginleri, bunların arasında önemli bir pay tutmaktaydı. “Kurtuluş Savaşı” adı verilen hadise büyük ölçüde 1913-1915'te başlatılan tehcir politikasının sürdürülmesi ve sonuca ulaştırılmasından ibaret bir olaydır.

Soru - Ermeniler'in Anadolu'dan sürülmelerinin ardından yeni kurulan Cumhuriyetin aldığı ilk kararlardan biri de,"kaçak ve yitik kişilerle, başka yerlere nakledilenlere ait gayrimenkullerin Devlete intikaline dair Nisan 1923 tarihli kanun"un yürürlüğe konulması ile ilgili. Söz konusu kanunda, "gerçekleşecek hak taleplerinde de Lozan Antlaşması'nın yürürlüğe girdiği 6.8.1924 tarihinde malının başında bulunması şartına bağlıdır" hükmünün getirilmiş olması, yaşanan trajedinin salt kışkırtma ya da bağımsızlık hevesi olmadığının; ekonomik temellerinin de olduğuna bir kanıt olarak gösterilebilir mi? 

1913-1922 yılları arasında gerçekleşen Rum/Ermeni yağması esnasında, Türkiye'deki menkul ve gayrımenkul servetin en az üçte biri el değiştirdi. Bu varlığa el koyanlar, doğal olarak, öncelikle İttihat ve Terakki rejimine yakın olan, tehcir ve katliam olaylarında aktif katkısı bulunan kişilerdi. Aralarında özel bir gayreti olmadan tesadüfen mala konan ve bu sayede ekonomik durumunu düzelten kişiler de olabilir belki, ama şüphesiz bunlar azınlıktadır. Bu kişilerin 1919'da, hem yeni edinilmiş servetlerini savunmak, hem de kendilerini muhtemel suçlamalardan korumak için büyük bir gayret içine girmiş oldukları şüphesizdir.

Cumhuriyetin ilk iki kuşağında ortaya çıkmış olan servetlerin tamamına yakını, incelenirse, Rum ve Ermeni mülklerinin gaspına dayanır. Buna Koç, Sabancı vs. gibi, 1946 sonrasında Türk kapitalizminin belkemiğini oluşturan isimler dahildir. Daha önemlisi, Atatürk döneminde siyasi iktidara kavuşan Cumhuriyet elitinin neredeyse tümü dahildir. Başta Atatürk dahildir. Düşünün ki Çankaya köşkü sonuçta Kasapyan çiftliğidir. Memleketin dört bir yanındaki “Atatürk evlerinin” tümü, bazısı demiyorum HEPSİ, gayrımüslimlerden ele geçirilmiş ganimet malıdır.

Soru - Birkaç yıldır “Ortak tarih komisyonu” önerileri gelmekte. Bu komisyonun kurulması durumunda, bugüne kadar bir muhasebeci edasıyla kimin kimden daha fazla katlettiğini iddia eden tarafların bir araya gelerek, net bir karara varması muhtemel midir? 

Temel ahlaki değerlerde uzlaşma olmadıktan sonra komisyon filan boş işlerdir. Önce açık yürekli ve samimi bir barışma iradesi olacak ki, oturup konuşmak bir işe yarasın. Amacınız eğer kan davasını çözmek değil sürdürmekse, oturup konuşmak barışa hizmet etmez; eski yaraları tekrar kaşıyıp durumu büzbütün içinden çıkılmaz hale getirmeye hizmet eder.

Soru - Ermeniler'in son derece örgütlü ve ağır silahlı oldukları iddialarına karşılık, 1.5-2 milyon "son derece iyi silahlanmış ve örgütlü Ermeni"nin topluca katarlara katılması ve sağ-salim Suriye'ye vardırıldıkları iddiaları gerçekçi midir?

Resmi ideoloji tellallarının, tutarlı olmak veya inandırıcı olmak gibi bir derdi olduğunu sanmıyorum. Kurt kuzuya “suyumu bulandırdın” demiş. “Ama sen derenin yukarısındasın” deyince, “vay sen bana cevap verdin” deyip kuzuyu yemiş. Hesap, işte o hesap.

Soru - Türkiye'de kalan az sayıda Ermeni için soykırımın olmadığını kabullenmeleri dayatılırken, bir yandan da okul kitaplarında ya da günlük hayatta (üzülerek söylüyorum bunları) hain, çapulcu gibi aşağılayıcı sözlere katlanmak mı daha zordu? 

Irkçılık, cumhuriyet ideolojisinin en temel vasfıdır. Eğitim sisteminin, devlet söyleminin, egemen basının her hücresine ırkçılık sinmiştir. Her gün, her an, her yerde karşınızdadır. Adeta soluduğumuz hava gibi etrafınızı sarmıştır; çoğu kişinin artık farkına bile varmayacağı şekilde doğallaşmıştır.

Tabii, ilkokuldan beri o ırkçılığın hedefi olanlar için bunun bıkkınlık verici bir şey olduğunu takdir edersiniz. Ama ben şahsen bunu kendim adına olumsuz bir şey olarak hissetmedim; aksine hep beni güçlendirdiğini düşündüm. Benim kadar inatçı olmayanlar ise, ilk fırsatta memleketi bırakıp gitmekten başka çıkış yolu göremiyorlar.

Soru - Nisan ayı sürekli bir "Soykırım sendromu" ile geçiyor. Bu korkuyu ve soykırım depresyonunun yaşanmaması için yapılması gerekenler nelerdir? Ermeniler'in yaşadığı felaketlerin bir benzerini Cumhuriyet sonrası Kürtler'in yaşadığını düşünüyor musunuz? Düşünüyorsanız, Kürtlere tavsiyeleriniz nelerdir?

Tabii. 1925'te Sünni Kürtler, 1936-38'de Dersimliler aynı şeyleri yaşadılar. Ermeni tehcirinin sanki tüm ayrıntılarıyla tekrar tekrar sahnelendiğini görürsünüz. Toplum liderlerini ayırıp sürmeler, suikastler, idamlar, köy baskınları, provokasyonlarla insanları isyana zorlayıp “tedip” etmeler, köy meydanlarında toplu katliamlar vs. Özellikle Dersim olayında ortada mantıklı bir sebep de yoktur; adeta bir kez kötü yola düşmüş bir caninin aynı suçu tekrar işlemeden duramaması gibi psikolojik bir durum sözkonusudur.

1960 darbesinden sonra gene aynı hastalık nükseder. 1980-83'ten sonra bir daha nükseder. “Atalarımız bunları kesti, bizim neyimiz eksik” gibi ruh haleti içindeler sanırsın. Günümüzde koşulların biraz değişmiş olması kimseyi aldatmasın; ben Kürtler'in ciddi bir tehlike ile karşı karşıya olduklarına inanıyorum. “Açılım” vs. klasik aldatmacadır. Unutmayın, 1914'te de “Ermeni Açılımı” yapılmıştı, bir sürü reform vaadi ortaya atılmıştı. Sonunu biliyorsunuz.

Ne tavsiye ederim? Zor soru.

A) Uluslararası güvencelere bel bağlamayın, işlerine geldiği gün sizi satacaklardır.

B) Hazırlıklı olun, ama silahlı mücadeleye güvenmeyin. Silahlanmak provokatiftir; tepki doğurur. Askeri açıdan daha güçlü olanın ekmeğine yağ sürer.

C) Cephenin önünü değil arkasını düşünün. Türk kamuoyunu elde etmeye çalışın. Türk siyasi hayatında ben Kürtler'in çok daha aktif ve olumlu bir rol oynayabileceklerine inanıyorum. Maalesef o alanda şu ana kadar pek başarılı görünmüyorlar. Tüm siyasi eylemlerinde kendilerini marjinalleştiren, dışlayan bir tutum içindeler.