Wednesday, October 18, 2017

Göçebelik değildir mesele, devlettir

Bildiğin terane: Atalarımız göçebeydi o yüzden... bina yapamıyoruz/sokağa çöp atıyoruz/kırmızıda durmuyoruz/Kezban’ı dövüyoruz vs. vs.
Yok öyle bir şey. Bir kere atan göçebe filan değildi. Yüzde elliden epey fazlası Rum ya da Ermeniden dönmeydi. Kalanın büyük kısmı da Rum diyarı İslam eline düşünce “fırsat kapısı açıldı” deyip buraya akın eden şehirli Acem ve Araptı. İkincisi, tarihe (gören gözle) baktığında olayların hiç o yöne işaret etmediğini görürsün. Güzel bina yapmayı öğrenemedikleri için böyle olmamış. Biliyorlarmış pekalâ, unutmuşlar. Unutmalarının sebebi kötü yönetim ve memleketin canına okuyan kötü bir devlettir.
Anadolu’nun tarihinde, 1945’te başlayan bu son dalgadan önce iki büyük şehirleşme dalgası gözüne çarpar. İlki İskender fethinden hemen sonra, MÖ 300’de başlayıp Roma imparatorluğunun ilk yüzyılına kadar süren dalgadır. İkincisi Türklerin gelişinden hemen sonra başlayıp galiba 1500’lerin başına kadar süren dalgadır. Anadolu’da kent ve kasaba namına bugün ne varsa, ezici çoğunluğu bu iki dönemde kurulmuştur. İmar ve umran adına ciddi ve kalıcı ne yapılmışsa, onlar da bu iki dönemin eseridir. (İstisnaları biliyorum, açıklayabilirim istersen.)
13. ve 14. yy’lar Anadolu’da (ve genelde İslam aleminde) şehirliliğin ve şehir kültürünün zirve yaptığı bir çağdır. Bu konuda en önemli kaynak İbn Battuta seyahatnamesi, 1330-40’lar. Beni çok etkileyen iki başka eser 1430 küsur tarihli Kâbusname çevirisi, ve yine aynı tarihlere ait Ferec ba’deş-şidde adlı (Türkçe) macera öyküleri derlemesi. Anadolu’ya ilişkin olmasa da Saadi’nin Gülistan ile Bostan’ını (1250-80) bunlara ekle. Mevlana’yı da unutma, aynı yılların mahsulü. Bunların anlattığı, olağanüstü “şehirli” (sivil) ve olağanüstü kozmopolit bir dünyadır. Son derece rafine bir elit kültürü, tüm anlatıların ortak konusunu teşkil eder. İnsanlar ticaretle uğraşır, dünyada eşi görülmemiş sanat eserleri yaratmak için yarışırlar, ünlü alimlerin sohbetinden istifade etmek için dünyanın öbür ucuna seyahat ederler, iyi şairleri servet ve devletle ödüllendirirler, şaşırtıcı hızla sınıf değiştirirler, dinmez bir macera aşkıyla Mağrip’ten Şiraz’a, Mısır’dan Hindistan’a seyahat ederler, her gittikleri yerde aynı kültürü paylaşan ve aynı elit dillerini (Arapça ve Farsça) konuşan bir üst sınıfla tanışır ve kolayca kaynaşırlar. Kadınlar Boccaccio’nun karakterlerine taş çıkartacak derecede hırslı, entrikacı ve seks düşkünüdür. Köylüler yoktur, ya da komedi unsuru olarak marjdadır. (Buna karşılık köleler çokça vardır, talihin umulmadık oyunlarına gebedirler.) Temel karakterler çağdaş Avrupa’nınkiyle aynıdır: gezgin tüccar, gezgin medrese/üniversite talebesi, gezgin derviş/keşiş, gezgin gazi/şövalye.
Anadolu’nun en az yüz kent ve kasabasında o devirde inşa edilmiş bini aşkın cami, medrese, köprü, han, hamam, kale, kervansaray, imaret, bimarhane biliyorum; çoğunu gördüm. Hepsi de kale alınır eserlerdir, Sultanbeyli’nin gecekondu apartmanlarına hiç benzemezler. Sırf bizim kıytırık Selçuk’ta o devirden kalan altı mı yedi mi hamam var. Dıştan bakınca harabe yığını dersin, dikkatle okursan nefes kesecek ölçüde özgüvenli ve uçarı sanatkâr elini fark edersin.
İşin enteresanı o ki, o devirde (1071-1450) Bizans’ın elinde olan Batı Anadolu’da bunların hiç biri yok. Tek bir tane yeni kasaba türememiş. Var olanlarda, belki İznik ve Trabzon hariç, akılda kalıcı bir tek kamu binası yapılmamış. Köhne Bizans, sanki sönmüş, tükenmiş, mukadder akıbetini beklemiş. [En en son yıllarında, Kariye kilisesinde, Mistra’da, Girit’te, Selanik’te biraz silkinir gibi olmuş ama, geçmiş ola.]
Apaçık olan bir şey var. Anadolu’nun 1071 ile 1450 arası İslamlaşması, bir şehirleşme hadisesidir. E hani göçebe kültürüydü?
*
Anadolu’ya Türkler göçebe olarak gelmediler, asker ve yönetici olarak geldiler. Onların “açtığı” kapıdan (fetih Arapça “açmak” demek), çoğu son derece şehirli olan bir İslam kalabalığı memlekete doldu. Yerlilerden yeterince şanslı veya yeterince fırsatçı olanlar onlara katıldı. Türkmen ve Oğuz aşiretlerinin o akıntıya kapılıp ülkeye gelmesi 13. yy başlarında olmuş görünüyor. Ülkedeki Müslüman çoğunluk tarafından sosyal felaket olarak algılanmış bir olaydır; 13. yy sonlarında ülkede siyasi düzenin bir süre çökmesine yol açmıştır. Bugüne dek çok fazla asimile edilebildiğini sanmıyorum. Halen Akdeniz ve İç Ege’de “Yörük” ve “Türkmen” adıyla ayrı varlığını sürdüren bir unsurdur. Üstelik – hayret edersin – mesela Laz müteahhitlere ya da Bodrum’lu Beyaz Türklere oranla, bir hayli terbiyeli bir toplumdur. Köylerine bakarsan hiç de öyle “vay göçebe dölleri” dedirtecek yerler değildir.
21. yy başında ülkede “kentli” kültürü neden bu kadar zayıf diye soruyorsan cevabı başka yerde arayacaksın benim fikrimce. Sor mesela: devlet dediğin şeyin ülkenin başına çöreklenmiş berbat bir çapulcu çetesi olduğu bir diyarda kim neden toprağa ya da binaya yatırım yapsın? Neden maddi çevresini ıslah etmeyi dert edinsin? Tapunun beş para etmediği bir düzende neden evine kişiliğinin damgasını vurmaya çalışsın, ya da kırk kuşak sonra insanların hayran olacağı eserler tasarlasın? İki kuşakta bir müktesebatı olan herkesi biçmenin adet olduğu bir toplumda neden çocuğuna – hap yap para kap sanatı öğrenmek, ya da “iş idaresi” dışında – doğru dürüst bir eğitim vermek istesin?
Göçebelik değildir işin püf noktası. Zulümdür. Kötü yönetimdir. Türk devletidir.

45 comments:

  1. yazdıklarınızı okumak çok eğlenceli.herhalde doğrudur da yaptığınız çıkarımlar.bana mantıklı gözüktü.aslında türkiye dışında bir yerde bulunmadım ama yazdıklarınız benim gözlemlerimle de örtüşüyor.yaşadığımız yerler çok çirkinleşti hep.doğup büyüdüğüm şehir-bursa-çok berbat bir yer oldu mesela.seksenli yıllarda bile çok güzeldi aslında.bu bağlamda da size katılmamak için kör yada gerçek kör olmak lazım..elinize sağlık kolay gelsin

    ReplyDelete
  2. Hocam, ek yapmak isterim bende sizin gibi bu mevzuya çok kafa yordum. Sonra mevzunun çok basit olduğunu algıladım. Bu mevzu kötü yönetim ile alakalı değil sadece.

    Benim vardığım mevzu şudur. Beylikler dönemi olarak kast edilen dönemde (Özellikle II. Beylikler) Her bey hükümdar gibi adına sikke bastırdığı ve gücünü diğer tarafa kanıtlamak istediği ve toplumda kabul görmek için çabaladığı için çok fazla imar faaliyetine girişiyorlar.


    Bu dönemde Cami, Medrese, Han, Hamam sayısı fazlalaşıyor ve bu beylikler Anadolu'nun her sathına yayıldığı için ve beyin oturduğu ikamet bir merkez olduğu için buralar açık bir şekilde bayındır hale geliyor.

    Kıçı kırık Selçuk dediğiniz yer çok mühim bir yer bu açıdan Aydınoğulları'nın ikinci başkentidir. Selçuk İsa Bey Cami Sanat Tarihi açısından mühim bir eserdir. Aydınoğulları Selçuk'ta imar faaliyetine girişmiştir. Sadece hamam değil, beylere ait türbelerde vardır. Zaten beylikleri bana tarif et deseler cami,türbe, medrese,han,hamam derim. Seyahatnamelerde vurgulanan da budur.

    Aynı şekilde Karamanoğulları, Karaman'da imar faaliyetine girişir, Germiyanlar Afyon'da, Eşrefoğulları Beyşehir'de derken Anadolu tarihte ilk defa bu kadar yoğun bir bayındırlık faaliyeti başlar.

    İran'dan, Mısır'dan, Şam'dan, Horasan'dan sanatçılar getirilir, Medreselere dört bucaktan insan gelir.

    Türkleşmenin asıl başladığı dönemeç burasıdır. Beyler ekseriyetle Türk olduğu için ve genellikle savaş ve yönetmekle uğraştıkları için "dil" öğrenmek gibi bir külfete girmez ve kendi dillerini konuşan bir çevre oluştururlar. Karamanoğlu Mehmet Bey'in Türkçe'yi tek resmi dil yapması da milliyetçiliğinden değil bununla alakalıdır.

    Rönesans'ın ana omurgasını oluşturan Medici ailesinin Floransa'da yaşattığı durum, Venedik'te gelişen sanat, Flaman şehir-devletlerinde gelişen Kuzey Rönesansı vs. hep bununla alakalıdır.

    Anadolu ne zaman çölleşmeye yüz tutar ? Osmanoğulları her yeri ele geçirdiği zaman. O zaman Bursa, Edirne ve en son olarak İstanbul bayındır hale gelir. Diğer yerlerde imar faaliyetine girişilmez çünkü merkez ortadadır ve tüm ganimet merkeze yığılır.

    Yani burada temel nokta yönetimin parçalı olmasıdır. Parçalı yönetim bayındırlığı ve refahı arttırır. Örneğin Amerika'da federasyon sayesinde bu gelişim oluyor çünkü Federasyon parçalı bir yönetim demek ve her federasyon'un başta eyalet merkezleri ve önemli kentleri yavaş yavaş bayındır hale geliyor.

    Örneğin Üniter Yapı yüzünden Anadolu'da bir çok kentin gelişmesi mümkün değil. Dışarıdan vali atanıyor, Ankara merkezli parti tarafından belediye başkanı adayı belirleniyor. Eh Belediye başkanı gücünü şehirden değil Ankara'dan alıyor. Şehirlide itaat ettiği için talepkar değil itaatkar olduğu için bir gelişim ve devinim meydana gelmiyor.

    İşin püf noktası göçebelik değildir evet ama sadece kötü yönetimde değildir.

    ReplyDelete
    Replies
    1. Karamanoğlu Mehmed Bey’in çıkardığı iddia edilen “Bundan sonra divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil konuşulmaya” fermanı ona ait değildir, bir; bu ferman birkaç gün ya uygulanmış ya uygulanmamıştır, iki; aynı Karamanoğlu’nun vezirliğinde tekrar Arapça ve Farsçaya dönülmüştür, üç.

      Ernest Gellner “Millet, milliyetçiliğin eseridir.” der. Milliyetçiliğin milleti nasıl inşa ettiğini görmek için 1930′lar Türkiye’sine bakmak yeterlidir. Karamanoğlu Mehmed Bey efsanesi, Türk milliyetçiliğinin kendisine tarihten “atalar” icat etmek için uğraştığı 1920′li yılların ikinci yarısında gündeme gelir.

      “Dil Bayramı”(!) diye bir ucubeyi icat eden zihniyetin asıl derdi neydi biliyor musunuz? Cumhuriyet yönetiminde Türkçeden başka dilleri “yasaklamak” istiyorlardı; kendilerine meşruiyet sağlayacak bir öncü aradılar, onu Karamanoğlu Mehmed Bey’de buldular. Hem o da Anadolu’da Türkçeden başka bir dilin konuşulmasını yasaklamamış mıydı? Biz aslında yeni bir şey yapmıyoruz, Karamanoğlu’nun başlattığı işi sürdürüyoruz, demeye getiriyorlardı.

      Bu fermanın aslı elimizde olmasa da, İbn Bibi adlı tarihçinin Farsça eserinde bir kaydını buluyoruz. Zaten tek kaynağımız da onun “Selçuknâme”si. Ancak İbn Bibi’nin metni birilerince fena halde çarpıtılmış.

      Önce Türkçeye İbn Bibi Tarihi’nde sözde “Türkçe fermanı”nın nasıl geçtiğine bakalım. Mürsel Öztürk tercümesinden okuyalım: “Bugünden sonra hiç kimse divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil konuşmayacak” diye karar aldılar.

      Eserin Osmanlı döneminin başlarında yapılan Yazıcızade Ali tercümesinde ise aynı metin şöyle çevrilmiş: “Şehirde çağırttılar ki, “Şimden girü hiç kimesne kapuda ve divânda ve mecâlis ve seyrânda Türkî dilinden gayri dil söylemeyeler.”
      Fermanda divan toplantılarında, padişahın huzurunda, devlet dairelerinde, sohbet meclislerinde ve şehir içerisinde Türkçeden başka dil kullanmanın yasaklandığı görülüyor. İyi de diğer dillerin yasaklanması anlamına gelen bu fermanı nasıl anlamalıyız? Cumhuriyet ideolojisinin bize dayattığı gibi bir “Türkçülük bilinci”nin ta 13. yüzyılda bile canlı olduğunu ve Mehmed Bey’in etrafını çeviren yabancılaşmış Selçuklu saray çevresine meydan okuyuşu olarak mı anlayacağız? Yoksa…

      İlk olarak İbn Bibi’nin metnine baktığımızda bu sözü Karamanoğlu Mehmed Bey’in söylediğine dair en ufak bir işaret yoktur. Zaten Mehmed Bey “Sultan” değildir ki ferman çıkarsın. Malum, ferman sultanlar tarafından çıkarılır. Ayrıca Mehmed Bey fermanın yayınlandığı günlerde vezir bile değildir. Bir oldu bittiyle Konya’yı ele geçirip II. İzzeddin Keykavus’un şehzadelerinden olduğunu iddia ettiği Siyavuş’u Selçuklu tahtına oturtmuştur. İbn Bibi’nin metninden anlaşıldığına göre fermanı çıkaran kişi, halkın Cimri dediği Siyavuş’tur. Bundan böyle dil bayramlarında Cimri’nin adı “Türkçe kahramanı” olarak anılsa gerektir.

      İnsanlar sanıyorlar ki, yıllarca sürmüş meşru bir yönetim tarafından çıkarılmıştır bu ferman. Cimri-Mehmed Bey ekibinin bütün iktidarları sadece 37 gün sürmüştür. Hatta Yazıcızade tercümesinden anlıyoruz ki, “Türkçe fermanı” ancak birkaç gün yürürlükte kalmış, sonra vezirliğe getirilen Karamanoğlu Mehmed Bey “defterleri dahi Türkçe yazalar” genelgesini çıkarmıştır. Sadece Yazıcızade’nin çevirisinde geçen bu ifade bence Karamanoğlu’nun lehine kaydedilmelidir, ferman değil. Bazı şaşkınlar Cimri’nin çıkardığı fermanı Mehmed Bey’e mal etme telaşıyla, yazı diline geçilmesi yönündeki bu önemli emrini atlamışlar.

      Ancak Yazıcızade Ali metnin devamında olayın akıbetini de anlatıyor ki son derece aydınlatıcıdır. Bugünkü dille diyor ki: “Türkçeyi o zamanlar Arap harfleriyle yazmak âdet olmamıştı. Her yazıcı kendi anladığı şekilde yazıyordu. Cümle kuracakları vakit bunu başaramadılar. Zira Türkçenin kayda geçirilmesi kolay değildir ve yazısı yoktur. Çaresiz kalıp Farsça şerh ve Arapça yazı yazdılar.”

      Delete
    2. Anlaşılıyor ki, Mehmed Bey’in lehine kaydedilecek olan kayıtları Türkçe tutma emri de işleri karıştırmaktan başka bir işe yaramamış ve kısa bir süre sonra yazışmalarda karışıklıklar başlayınca vazgeçilip kayıtlar eskisi gibi Arapça ve yanında Farsça şerhle tutulmaya devam edilmiş.
      İyi ama 1277 Mayıs’ında hem konuşma hem de yazı dilinde Türkçenin kullanılması girişiminin asıl gerekçesi nedir?

      Bu noktayı Selçuklu tarihi uzmanı Prof. Osman Turan “Selçuklular Zamanında Türkiye” adlı eserinde, hem de milliyetçi camianın önemli aydını Prof. Erol Güngör “Tarihte Türkler” adlı kitabında izah etmişler. Erol Güngör’e göre,“Çokları bunun Karamanoğlu Mehmed Bey’in Türkçülüğünden, milliyet şuurunun kuvvetinden doğmuş bir emir olduğunu sanarak, Karamanoğlu’nu Selçuklulara karşı milliyetçiliğin savunucusu gibi görürler. Aslında Karamanoğlu’nun bütün gayesi, devlet idaresinde bulunan okumuş tabakanın, yani aydınların te’sirini ortadan kaldırmaktı. Kendisinin hiçbir tahsili ve kültürü olmadığı için Selçuklu idarecileri karşısında eksiklik duyuyor, oralarda ne olup bittiğini bir türlü anlamıyordu.”

      Osman Turan ise “Esasen Mehmed Bey Konya’yı alıp Selçuklu devletine sahip olduğunu sandığı bir kısa işgal zamanında memleketi bu dilde idare edemeyeceğini düşünerek bu kararı almış; fakat bunu tatbik imkânının daha zor olduğunu kavrayamamış ve Karamanlıların daha sonraları muamelatı Türkçe yapamamaları da hem bunu göstermiş hem de bunda millî duygudan ziyade kültür seviyeleri âmil olmuştur.” demektedir.

      Yani hem Mehmed Bey’in, hem de Cimri’nin Türkçeden başka dil bilmeyişleri, onları Arapça ve Farsçanın yaygın olarak kullanıldığı Konya’da acze düşürmüş, etraflarında olup biteni anlayamadıkları için “Vatandaş Türkçe konuş!” türünden bir uyarıda bulunmuşlardı. Ancak bu, zannedildiği gibi Türkçülük veya Türkçecilik gayretinden değil, tam tersine, yönetime hakim olamama sıkıntısından kaynaklanmıştı.

      Ancak burada can alıcı bir nokta var: Bol keseden Osmanlıların Türkçeyi mahvettiklerinin iddia edildiği bir devirde, “Türkçeye sahip çıkan şahsiyet” olarak Osmanlı’ya muhalif olan Karamanoğulları’ndan birinin yüceltilmesi anlamlıdır. Ne var ki, ne Karamanoğulları’ndan, ne de diğer herhangi bir başka Türk devletinden bize Türkçe bir resmi yazışma gelmemiştir. Türkçeyi resmi dil olarak kabul etmiş olan ilk Türk devleti Osmanlılardı. İşte bu şanı Osmanlı’ya kaptırmamak için uydurulmuştu Karamanoğlu Mehmed Bey efsanesi.

      Delete
    3. Bu tarz yorumlara neden cevap yok hocam? Verseniz de doğruyu çok yönlü görüp öğrensek.

      Delete
    4. Kesinlikle katılıyorum. Devlet merkezi bir otorite kurunca, eşitlik namına kural-kanun-düzen tek elden çıkarılıyor. Bunun sonucunda bir yerde yapıcı olan bir kanun başka bir yerde yıkıcı olabiliyor. Şimdiki Kentsel Dönüşüm Projesi de aynen böyle. İstanbul'da işe yarıyor, bazı şehirlerde yaramıyor, çünkü bazı şehirlerde İstanbul'la çelişen farklı uygulamalar yapmak zorunluluk.

      Delete
    5. Üstte yer alan eleştiriye cevaben soruyorum peki madem öyle Yunan harfleri ile Türkçe yazan Karamanlıları nereye koyuyoruz ?

      "Karamanlı Türkçesine dair bilgiler, Evliya Çelebi'nin Seyahatname adlı eserinde vardır. Evliya Çelebi'ye göre Antalya'nın yirmi mahallesinden dördünde "Urum keferesi" sakindir, ancak bunlar Rumca değil "bâtıl Türk lisânı üzere kelimât ederler" (IX, 64a). Alanya'da da aynı durumla karşılaşırız: "Ammâ aslâ Urum lisânı bilmeyüp bâtıl Türk lisânı bilürler".[2]"

      Yunan alfabesi ile Türkçe yazı en eski nereye kadar bilmiyorum ama Evliya Çelebi 17.yy'da bize bu "batıl türk lisanı" diye Karamanlı Hristiyanlardan bahsediyor.

      Ben zaten Karaman ve Türkçe mevzusunun milliyetçilik ile alakası olmadığını söyledim elbette bizimkilerin uydurması o milli bilinç hadisesi o kesin.

      Ancak Ferman etkisiz mi olmuştur ? Etkili mi olmuştur ? Buna net bir şey söyleyemem çünkü bu konuda bir araştırma yapılmamış.

      Delete
    6. Fırat Gökdemir, Anadolu'da Rumların ve Ermenilerin anadil olarak Türkçe konuştuğu bölgeler Karaman Beyliği'nin hiçbir zaman eline geçmemiş ve daha sonraki Karaman/Konya eyaletine de hiçbir zaman dahil olmamış birçok bölgeyi de kapsıyordu. Zaten o yüzden Türkofon Anadolu Rumları için Karamanlı tabiri neden kullanılır anlamış değilim, illa kullanılacaksa sadece Karaman beylik ya da eyalet topraklarındakiler için kullanılsa daha iyi olur (ki geçmişte de öyle olmuş gibi görünüyor tarihi bilgilerden, tabii bu insanlara Karamanlı yanında Rum da deniyordu ki ikisi birbirini dışlamaz, zira Karamanlı coğrafi temelli bir tabir).

      Delete
    7. At avrat silah mı? hani nerede o kültür,yalan dolan çadır kültürünü kutsallaştıran doğulu varoş ezikliği Türki dediğimiz kitle eziklikten dolayı kendileri gibi 20.yy başlarına kadar çıplak yaşayan eğitimsiz topluluklar olan kızıl-derili,eskimo,İspanyolca konuşan aztek yerlilerini vb. bilmem hangi güney asyalı kabileleri hep bir üstün görme ve gösterme çabası ve arzusu.Eğitimli donanımlı zalim ve beyaz Avrupalıyı tercih ederim bu ilkelleri tanıyınca, hele siz bu ilkel toplulukların dünyayı yönetmediğine şükredin ellerine güç geçse bırakın bir grubu herşeyi katleder.1915 de gördük bu topluluklardan birinin yaptıklarını (The Armenian Genocide= The Greek Genocide )

      Delete
    8. Merkezi yönetim mi, yerel yönetimler mi?
      Üniter yapı mı, otonom ve federal yapılar mı?
      Merkeziyetçi krallık ve sultanlık mı, yerel feodaller ve beylikler mi?

      Hangisi gelişme ve ilerleme, hangisi bozulma ve gerileme etkeni?
      Hangisi üretici güçlerin öncüsü ve motoru, hangisi engeli, duraklatıcısı ve yıkıcısı?

      Şartlara göre bazen biri, bazen diğeri. Bazen her ikisi de bunlardan biri ya da öbürü.

      Delete
  3. "Kim neden toprağa ya da binaya yatırım yapsın? Neden maddi çevresini ıslah etmeyi dert edinsin? Tapunun beş para etmediği bir düzende neden evine kişiliğinin damgasını vurmaya çalışsın, ya da kırk kuşak sonra insanların hayran olacağı eserler tasarlasın?" demişsiniz ya, bunları yapan birini tanıyorum.:) Umarım yapmaya devam edecek ortam oluşur da, yine yapar.

    ReplyDelete
  4. Ne kadar uğraşırsan uğraş Türk milletinin Orta Asya ile bağını koparamayacaksın. Şehirli olmayı reddediyorum. Çin Denizi'nden Baltık Denizi'ne kadar uzanan gigantik bir coğrafyayı zapturapt altına almış olan ve ifadesini at-avrat-silah üçlemesinde bulan göçebelik ziyadesiyle kâmil ve asil bir kültürdür. Askerî sisteme ve savaş sanatına boyut atlatandır, oturduğun yerde kıç büyüttüren şehirliliğe tepkidir.

    ReplyDelete
    Replies
    1. Altaylar, Kazakistan, Kırgızistan ya da Moğolistan'da mı yaşıyorsun kardeş? Anadolu tarihinde hiçbir zaman göçebelerin çoğunluk olduğu bir coğrafya olmamıştır ki buna Türk idaresinde olduğu dönemler de dahildir. Orta Asya ile bağı koparmaya çalışan da yok ayrıca, sadece o bağı abartmamak lazım, yoksa tarihi yanlış okuruz. Göçebe savaş taktikleri Osmanlı zamanında Orhan'dan başlayarak terk edildi ve yerini kısa zamanda piyadelerin ağır bastığı yerleşik ordu düzenine bıraktı. Neticede Osmanlı'yı Balkanlar ve Anadolu'da hakim kılan da, imparatorluk haline getiren de yerleşik ordu düzeni oldu. Ama tabii dünya savaş tarihinde göçebe ordularının rolü ve yeri büyüktür, bunu en güçlü ve gelişmiş şekliyle Moğollarda görürüz (Moğol ordularındaki Türki unsurların giderek artan ağırlığını unutmamak lazım bu arada).

      Delete
    2. Onur Dinçer'e itiraz
      Osmanlının Roma ordu hiyerarşisini benimseyip piyade ağırlıklı olması büyük ölçüde 1.Murat zamanındadır ve Osmanlı ordusu peyderpey harp becerisi açısından gerilemiştir. Ve süvari karşısındaki düştüğü rezalet için farklı zamanlardan 2 meşhur örnek: Ankara Savaşı'nda Timur'un orduları karşısında perişan olması ve Zenta Savaşı'nda Savoy Prensi Eugen karşısında rezil olması. Ki iki ordu da süvari yapılanması açısından farklıdır. En basitinden Timur orduları hafif süvari, Prens Eugen'in orduları ağır süvaridir. Ordunun mobilizasyon yeteneği vuruş gücü açısından hayati seviyededir.(Bu konu uzun bir sohbet konusu. Umarım Sevan Nisanyan harp tarihi açısından bir yazı yazar ve biz de burada konuşuruz) Piyade süvari karşılaştırması açısından kötü bir örnek waterloo Savaşı'dır. Orada kaybettiren Napolyon'un kurmay heyetinin dangalaklığıdır. Benzer durum Mohaç için de geçerli.
      Özetin özeti, osmanlının becerisi açısından yükselme döneminde avrupa ordularına karşı disiplin üstünlügü konusunda aynı fikirde olmakla birlikte tercih ettiği harp tekniği açısından klasik Türk ordularının yanına dahi yaklaşamaz.

      Delete
    3. İtiraza itiraz:

      "Hükümdar ve devletin önde gelenleri, tımarları üstünde yerleşmiş olan hizmetlilerinin kaybını sürekli telafi etmek zorundaydı. Aynı zamanda Bizans kentlerinin sürüncemeli kuşatmaları etkili bir piyadenin yaratılmasını gerekli kılıyordu. Orhan muhtemelen 1330 dolayında bu ikili sorunla karşılaşmış, kendi topraklarından devşirdiği insanlarla "yaya" denen bir piyade ordusu kurmuştu. Çağdaş kaynakların eksikliğinden dolayı bu birliklerle ilgili olarak 15-16. yüzyıl anlatılarına başvurmak zorundayız. En erken materyallerde, yayaların hükümdarın "yoldaş"larının yerini alan özel (has) askerleri ya da silahlı muhafızları oldukları ve hepsi de kırmızı börk giyen başka beylerden ve aşiret savaşçılarından ayırt edilmek için ak börk giydikleri belirtilir. Bununla birlikte, başka, daha geç bir anlatıya göre yayalar vergi mükellefi köylülerden (reaya) devşiriliyor, bunlar çeşitli vergilerden muaf tutulmaları karşılığında gönüllü olarak hizmet ediyor, savaş sırasında günde bir ya da iki akçeye denk düşen asgari bir ücret alıyorlardı. Bu şemanın bazı çarpıtmalarla geçmişe iz düşürülen 15. yüzyıl gerçeklerini yansıttığı neredeyse kesindir. Her durumda, söz konusu dönüşüm hızlı ve köklü bir şekilde vuku bulmuş olmalıdır, zira coğrafyacı el-Umari -kuşkusuz abartarak- 1331 dolayında Orhan'ın 25.000 ya da 40.000 süvarisi ve sayısız piyadesi olduğunu bildiriyordu." (Cambridge Türkiye Tarihi 1071-1453 Bizans'tan Türkiye'ye; Osmanlılar ve Savaş, 1300-1453; Pál Fodor; s. 246)

      Görüleceği üzere, Orhan devrinde yerleşik ordulara geçiş süreci başlamış bile, tabii bu süreç 1. Murat'la beraber hız kazanacaktır.

      Göçebe orduların etkili olduğu görüşüne bir itirazım yok zaten, ama Osmanlı'nın genişlediği coğrafyada bence iki nedenden ötürü göçebe ordularda diretmek fizibil değildi. Birincisi, yukarıda da dediğim gibi, Anadolu'da ve Osmanlı fethinden sonra Balkanlar'da yörük de denen göçebe Türkmen gruplarının her daim azınlıkta olması, bu da göçebe askerlerin çıkacağı popülasyon havuzunu kısıtlı kılıyordu. İkincisi, coğrafi şartların göçebe orduları için pek müsait olmaması, mesela Balkanlar'ın çok sayıda tarım alanı ve ormanlarla dolu olması göçebelerin hareket alanını kısıtlıyordu, neticede Timur Osmanlı'yı ormanlık bir arazide değil, Ankara'nın bozkırında yendi.

      Delete
    4. Çin'den Baltık'a kadar insanlara korku salmaktan, terör estirmekten ve yağmadan başka kazanç kapısı görmekten aciz "at-avrat-silah" denen salak tanımlı yaşam tarzını "kâmil ve asil" diye yutturmaya çalışan asıl sen ve senin kafandakiler, ne yaparsanız yapın kendinizi komik duruma düşürmekten alıkoyamayacaksınız. Herhalde günümüz Orta Asya devletlerinin her anlamda içinde bulunduğu halin farkındasındır, sebebi bu insanları bin yıl önce göçebeliğe zorlayan faktörlerle aynı olabilir mi sence?

      Delete
    5. Haklısın göçebe kardeş, mesela 4 milyonluk Moğolistan çok kamil ve asil bir ülke.

      Delete
    6. Onur Dinçer'e
      Öncelikle Orhan Bey dönemi piyade yapılanması ile ilgili bilgi için teşekkür ederim, itiraz ettiğim yorumunuzda Orhan Bey'den başlayarak demişsiniz, benim dikkatsizliğim, lafı gevelemeye gerek yok, haklısınız.
      Ancak yazı muhasara savaşları için piyadeyi üstün tutuyor anladığım kadarıyla. Bu konuya katılmam mümkün değil. Öncelikle Osmanlı kuşatma savaşlarında son derece başarısız bir devlettir, her döneminde. Harzemşah kentleri Semerkant ve Buhara'nın hızlıca düşmesi yine benzer şekilde Muhulay'ın Pekin'i ele geçirmesi süvari ordusu ile olmuştur. Veya St. Jean şövalyelerinin elinden alınamayan İzmir Kalesi'ni ele geçiren Timur'un süvari ordusudur. Aynı St. Jean şövalyelerinin torunları karşısında Osmanlının 1565'te düştüğü durum da ortadadır. Osmanlının ele geçirdiği hele ki bu hızda ciddi hiçbir kale yoktur
      Timur'un Bayezid'i yendiği yer meselesi için ise, zaten piyade olmanın dezavantajını yaşadığı noktalardan birisidir Bayezid'in. Gerek Şerafeddin Ali Yezdi'nin Zafername'sinde gerek Ömer Halis Bıyıktay'ın Yedi Yıl Harbi İçinde Timur'un Anadolu Seferi Ve Ankara Savaşı kitabında orduların güzergâhları ve harekât planları ile ilgili bilgi bulmak mümkün. (Ömer Halis Bıyıktay'ın Yedi Yıl Harbi İçinde Timur'un Anadolu Seferi Ve Ankara Savaşı Kitabı benim hâlâ bu konuda okuduğum en güzel kitap) Orada Timur'un Bayezid'i temmuz sıcağında nasıl peşi süre yorduğu ve savaş meydanına gelindiğinde büyük ölçüde bitirilmiş bir Osmanlı ordusu ile savaşıldığı görülüyor. 

      Arazinin bozkır olduğu yönündeki açıklamanız için ise, bildiğim kadarıyla Ankara Savaşı'nın yapıldığı meydan tartışmalıdır. Çubuk Ovası'nın olma ihtimali yüksektir ama Mürted olma ihtimali de hiç düşük değildir. Arazinin bozkırlığı meselesinde ise emin miyiz?
      Arazi kullanımı açısından süvarinin kısıtlanması meselesinde ise Moğolların ne hikmetse her arazide savaş kazandıklarını söylemek isterim. (Memlükler ile yapılan Elbistan ve Ayn Calut muharebeleri de demeyin, aile içi çatışmaların başladığı ve ordunun vurucu gücünün büyük ölçüde meydanlarda olmadığı savaşlar bunlar.) James Chambers 'in Avrupa fütûhatını anlattığı The Devil's Horsemen kitabında Subutay'ın araziyi nasıl kullandığı, tabii öncesindeki detaylı istihbarat çalışması ile, görülüyor.

      (Not:Jack Weatherford da Cengiz Han ve Modern Dünyayı Anlamak” adlı kitabında Cengiz'in ordularının en çok ormanlık arazide zorlandığını söyler ama sadece zorlanmıştır; istihbarat ve harita kullanma becerisi ile sonuç olarak her arazide hızlı ve kesin sonuç almışlardır. Almanların 20.yy Blietzkrieg tekniğinin 13.yy'a özgü bir uygulamasıdır kişisel fikrim Moğol Harp Tekniği)

      Osmanlı açısından süvari savaşının demografik açıdan devam ettirilebilir olmaması ile ilgili ifadeniz için ise bir bilgim yok; öğrenim hedefim olsun.

      Ayrıca yazılarımızın konusu piyade süvari yapılanmasının karşılaştırılması
      14.yy başı ile piyade devrimi olduğu ve orduların tüfekli piyade yapılanması düzenine geçmeye başladığı söylenir. Bu yapılanmanın açmazları konusunda da yazışma fırsatımız olur umarım
      Son olarak yazdiklarinızdan çok şey öğrendim teşekkür ederim

      Delete
    7. 21 Ekim 2017 20:40'ta yazan adsıza:

      Detaylı cevabın için teşekkür ederim.

      Piyade ağırlıklı ordularla süvari ağırlıklı orduları yahut da yerleşik ordularla göçebe orduları efektiflik bakımından mukayese etmek gibi bir niyetim yoktu, ben sadece Osmanlı'nın neden erken bir devirden başlayarak tercihini piyade ağırlıklı yerleşik ordulardan yana yaptığını izah etmeye çalıştım. Osmanlı bu geçişi yaptığı sırada ateşli silahlara henüz geçmemişti, yani orada başka faktörler devrede. O faktörlere de zaten değindim.

      Osmanlı piyade ağırlıklı yerleşik ordu düzenine geçmeden önce muhasara harplerinde hepten etkisizdi, yani orada bu geçişin faydalı olduğunu görüyoruz, en azından Osmanlı için.

      Timur'un Ankara Muharebesi'nde savaş meydanını kendi seçtiğini biliyoruz, dolayısıyla göçebe ordusu için en uygun gördüğü yeri seçmiş olmalı, bu da yüksek ihtimalle Orta Asya'dan alışık olduğu coğrafi koşulların hüküm sürdüğü (örn., bozkırlık) bir yerdi.

      Son olarak, her göçebe ordusu Moğolların ya da Timur'un orduları kadar efektif değildi. Onların ordularındaki istihbarat teşkilatı, disiplin ve tecrübe gerçekten takdire şayandır. Ama klasik vur kaç taktiklerinden başka fazla da bir taktiği olmayan Oğuz/Türkmen göçebe orduları için aynısını söyleyemeyiz, bu ordular muhasarada bilhassa kötüydü ki Anadolu'da şehirleri etraflarını aylar boyunca kuşatıp ve etraflarındaki tarım arazilerini mahvedip onları kıtlığa sürüklemek suretiyle teslim olmaya mecbur bırakarak ele geçirebiliyorlardı anca.

      Delete
  5. Yine kofti bir ezbere (ne yalan söyleyeyim az-çok benim de inandığım bir ezber) sağlam giydiren bir Nişanyan çalışması olmuş. Keşke bu kadar zihin tembeli olmasam da şu 'Ferec ba’deş-şidde'yi okusam.

    ReplyDelete
  6. Adsız (18 Ekim 2017 22:54) troll müsün bilmem ama yorumların büyük ölçüde doğru. Sevan Nisanyan'a gelince, bildiği onca şey varken bilmedikleri konuda yazıp/ konuşup zırvalayacak hale getirmesin sami halkının tanrısı kimseyi

    ReplyDelete
  7. "Anadolu’ya Türkler göçebe olarak gelmediler, asker ve yönetici olarak geldiler...Türkmen ve Oğuz aşiretlerinin o akıntıya kapılıp ülkeye gelmesi 13. yy başlarında olmuş görünüyor."

    Halil Berktay'dan (Osmanlı Devletinin Yükselişine Kadar Türklerin İktisadî ve Toplumsal Tarihi, Türkiye Tarihi 1 – Osmanlı Devletine Kadar Türkler) ;
    "…Dolayısıyla Büyük Selçuklular için de, Osmanlılar için de imparatorlukların «dört yüz çadırlık aşiretlerden çıktığı» teorisinin doğru eleştirisi, -mealen- «Hayır, aşiretten çıkmadılar; aşiretten imparatorluk çıkmaz; nitekim sadece aşiret(ler)e değil, ulemaya da dayanıyorlardı.» demek olmuyor. Bu teorinin doğru eleştirisi, «dört yüz çadırlık aşiret»in artık saf kandaşlık düzeyindeki bir aşiret değil, içsel farklılaşma ve başkalaşım sonucu artık kendi zıddına dönüşmeye hazır bir aşiret olduğuna işaret etmektir…"
    "… «Altın çağ» tanımayan tarih nehrinin durmak bilmez akışı, bütün halkların askerî demokrasisinin böyle özelliklerinden geriye, «titreyip dönülecek» bir şey bırakmıyor…"

    Son cümlede galiba Orhun yazıtlarında geçen "Ey Türk titre ve kendine dön"ü kastetmiş. Sizin bir yazınızdan aklıma geldi (Yeni anayasa için vatandaşlık önerisi) ;
    "Bilge Han bile Orhun Yazıtı’nda “Ey Türk titre ve kendine dön” demiş. “Titremezsen Türk değilsin soysuz herif” diye alenen hakaret etmemiş."

    ReplyDelete
  8. Makalenizin büyük bölümüne katılmakla beraber bazı kısımlarına itirazlarım var.

    Yok öyle bir şey. Bir kere atan göçebe filan değildi. Yüzde elliden epey fazlası Rum ya da Ermeniden dönmeydi. Kalanın büyük kısmı da Rum diyarı İslam eline düşünce “fırsat kapısı açıldı” deyip buraya akın eden şehirli Acem ve Araptı.

    Son cümle dışındakilere katılmakla beraber son cümle için şöyle bir itirazım olacak: 20. yüzyılın ikinci yarısı öncesi her devirde olduğu gibi, o devirde de Anadolu nüfusunun büyük çoğunluğu taşrada yaşıyordu, bu da tarihi kayıtlarda Anadolu'ya olan göçlerinde şehirleri tercih ettiğini gözlemlediğimiz Fars ve Arap unsurların toplam Anadolu demografisi üzerindeki etkisini azaltan bir etkendir.

    İkincisi Türklerin gelişinden hemen sonra başlayıp galiba 1500’lerin başına kadar süren dalgadır.

    Cümlenin "hemen sonra" kısmına katılmıyorum. Sebebini aşağıda açıklayacağım.

    İşin enteresanı o ki, o devirde (1071-1450) Bizans’ın elinde olan Batı Anadolu’da bunların hiç biri yok. Tek bir tane yeni kasaba türememiş. Var olanlarda, belki İznik ve Trabzon hariç, akılda kalıcı bir tek kamu binası yapılmamış. Köhne Bizans, sanki sönmüş, tükenmiş, mukadder akıbetini beklemiş. [En en son yıllarında, Kariye kilisesinde, Mistra’da, Girit’te, Selanik’te biraz silkinir gibi olmuş ama, geçmiş ola.]

    Komnenos hanedanının damgasını vurduğu 12. yüzyıl Anadolu'sunun Bizans hakimiyetinde olan kısımları Bizans tarihinde o zamana kadar görülmemiş ve sonrasında da görülmeyecek bir şehirleşme ve imar faaliyetine sahne olmuştur (yeni yerleşim yerlerinin kurulmasından ziyade var olan yerleşim yerlerinin önemli ölçülerde büyümesi ve şehir karakterinin artması yoluyla). 12. yüzyıl Bizans'ın en zengin ve şatafatlı devirlerinden biridir.

    Anadolu’ya Türkler göçebe olarak gelmediler, asker ve yönetici olarak geldiler. Onların “açtığı” kapıdan (fetih Arapça “açmak” demek), çoğu son derece şehirli olan bir İslam kalabalığı memlekete doldu. Yerlilerden yeterince şanslı veya yeterince fırsatçı olanlar onlara katıldı. Türkmen ve Oğuz aşiretlerinin o akıntıya kapılıp ülkeye gelmesi 13. yy başlarında olmuş görünüyor. Ülkedeki Müslüman çoğunluk tarafından sosyal felaket olarak algılanmış bir olaydır; 13. yy sonlarında ülkede siyasi düzenin bir süre çökmesine yol açmıştır.

    Sizin aksinize ben Anadolu'ya ve civar coğrafyaya esas Oğuz/Türkmen göçünün Büyük Selçuklu'nun çok da bilinçli olmadan Oğuz/Türkmen gruplarını Bizans topraklarına doğru sevk ettiği devirde yani 11. yüzyılın ikinci yarısı ile 12. yüzyılın ilk yarısında olduğunu düşünüyorum. Zaten 1071 Malazgirt Muharebesi'nden sonra Anadolu'ya ilk kalıcı olarak yerleşmeye dönük Oğuz/Türkmen göçlerinin başlamasından 12. yüzyılın sonlarına kadar süren devirde Anadolu'nun Türk hakimiyetinde olan kısımlarında tam bir kargaşa hakimdi, ancak 12. yüzyılın sonlarından itibaren (Osmanlı'nın Anadolu'da siyasi birliği kurmasına kadar sürecek olan) Anadolu'nun Türk idaresinde olan kısımlarında o dediğiniz şehirleşme ve imar faaliyetinde yaşanan artış eğilimini görüyoruz, ki buradaki yaşanan şehirleşme de yeni şehirlerin kurulmasından ziyade var olan şehirlerin büyümesi, yeni imarlarla canlandırılması yahut merkezlerinin kervansaraylar ve ticaret yollarına daha yakın güzargahlara nakli şeklinde tezahür ediyor. Diğer bir husus da şu: 13. yüzyılda Anadolu'ya yaşanan mülteci göçü (ki bu mülteci göçü dalgası sadece Anadolu'ya değil, muhtemelen ondan da fazla Moğol hakimiyetine hiçbir zaman girmemiş olan Memluk hakimiyetindeki Suriye ve Mısır topraklarına oldu) kaynak olarak Orta Asya'dan İran ve Irak'a uzanan geniş bir coğrafyayı ve buralarda yaşayan çok değişik etnik gruplara mensup halkları kapsar, Oğuz/Türkmenler bu devirde göçen çok çeşitli gruplardan sadece biridir, halbuki Büyük Selçuklu devrindeki Anadolu ve civarına yaşanan göç dalgasında göçen gruplar içinde Oğuz/Türkmenler ezici çoğunluk olarak görülüyordu, en azından tarihi kaynaklardan çıkan sonuç bu.

    ReplyDelete
    Replies
    1. İlk itiraz haklı gibi. İkincisini (Komnen dönemi demografisi) bilmiyordum, öğrenmeliyim. Üçüncüsü de ilginç. Teşekkür ederim.

      Delete
    2. Sevan Nişanyan, artık köpek havlamalarına cevap vermiyorsunuz galiba...

      Delete
    3. anaduluda komnen donemine dair imar faaliyetlerini destekleyecek tarihi ve arkeolojik bulgu yok(tabii bazi bitinya manastirlarini saymazsak).nitekim manisa vb gibi bati anadolu kentlerinde cami ,medreselerde kullanilan devsirme parcalar dahi roma ve erken bizans doneminden.Vardi da turkler yikti demekte tutarsiz olur.ankara st clemens kilisesi,konya eflatun mescidi gibi zavalli ufacik yapilar bile kullanilmis.Elde anadolu kökenli nea moniler,Hosios lukaslar yok ya da henuz bulunamadi

      Delete
    4. Komnen dönemi demografisi bilinmeden böyle bir yazı yazılır mı dombili?

      Delete
  9. aslen kirsehirliyiz ve gecenlerde babannemi kaman ilcesindeki bir muzeye goturduk. (yazim yanlislarindan ozur dilerim turkce klavyem yok).muzede hititler doneminde kalma bir hoyukte bulunan eserler sergileniyordu ve doneme ait bazi canlandirmalar ve resimler vardi.
    diyecegim su ki babannem 4000 yillik eserleri hic yadirgamadi, kullanilan butun arac gerecler tanidikti.iste sunlar bugday divulur, sununla yun egirirlir vesaire hatta yerlesim yerinin resmine bakip bizim koy ben cocukken boyleydi dedi.
    demem o ki, sehirleri bilemem ama ic anadolu son 4000 yildir kendine pek bisey katmamis. onu boylesine atil yapan sey ne? hayir turk devleti sunun surasinda son bin yildir var, bunun romasi var, bizansi var ne bileyim dunyanin en buyuk medeniyetleri bunlar. 4000 yil en az 200 nesil eder, hayir biri de su kerpic evlere bir siva vuralim dememis mi?

    ReplyDelete
  10. Ben de (eskiden) Türkiye'deki bu sıvasız kaçak binaların, iğrenç, plansız programsız yeşil alan yoksunu boktan megaköy şehirlerin böyle olma sebebini Turklerin göçebelik mazisine yorardım, fakat şimdi farklı düşünüyorum. İşin enteresan tarafı, İlber Ortaylı da senelerdir hep der "Göçebelikle ne alakası var? Bin yıl olmuş (Türkler) Anadolu'ya yerleşeli, artık göçebelik mi kalmış ?!..j " minvalinde.
    Mesela, Mısır'da da Pakistan'da şehircilik berbat, rezil ötesi, Türkiye'den bile beş beter, onlar da mı göçebelermiş?!

    ReplyDelete
    Replies
    1. Mısır için onlar da Bedevi torunları derler şimdi. :)

      Delete
  11. Sevan üstadım tespitiniz güzel, 1 hafta öncesinde kafamdan geçen şeyler, örneğin sanalda artan kentleşme ile beraber,Laz Müteahhit eleştirileri yapıldığını görünce garipsedim ve düşündüm yahu bu Karadeniz insanı Bizans tan beri iyi kötü yaylalarda bile ahşap sivri çatılı evler yapan insanlar hatta 1800 ler ve sonrası Rumların ve Hemşinlilerin yaptıkları o ihtişamlı ve işlemeli konaklarını düşündüm ve isyan ettim ne olduda şehirlere gelince böyle ucubeler yapan canlılara dönüştüler ama sonra anladım ki Türkleşme bir yerde tamamlanması gereken bir şeymiş ve çarpık ve çirkin yapılaşmada da bunun bir ayağı gibiymiş, bilmem saçmaladım mı? acaba? Affola.

    ReplyDelete
  12. Osmanlı döneminde İstanbul ve Anadolu'yu gezen Avrupalı seyyahların da Türklerin estetikten ve mimari zevkten yoksunluğuna değindiğini hatırlamakta fayda var. Mesela Busbecq Macaristan'a girer girmez eski ihtişamlı Macar konaklarında artık yeniçerilerin kaldığını ve bunların harap hale geldiğini, kimsenin onarımı ile uğraşmadığını anlatıyor. Bu yazıdan da 1900'lere kadar çok tatlı insanlardık mesajı çıkmasın yine :)
    Siz Anadolu'da zenginleşmenin göstergesi olarak yapılaşmanın artmasını kabul ediyordunuz. Bence olanlar biraz bunun eseri. 1950'den sonra ortaya çıkan zenginlik ve iç göç köylü Laz'ı köyünden çıkartıp İstanbul'da gecekondu sahibi yaptı, onun oğlu da müteahhit oldu. Bu insanlardan mimari zevk beklemek zaten doğru değildi, parayı görünce kanunu unutan bir millet olduğumuzdan da kimse başkasına ses etmedi işte. Tabii ki sizin dediğiniz gibi yarına güvenmeme hissiyatı çok önemli.
    Zenginleşmenin ve kalkınmanın simgesi bina yapmak olduğundan tuhaf bir hoşgörü de var bu çirkin binalara. TOKİ Bursa'nın canına okuyan binaları diktiğinde ortalama Bursalı ne güzel evler yapıldı Bursa'mız kalkındı diye seviniyordu muhtemelen.

    ReplyDelete
  13. "...kim neden toprağa ya da binaya yatırım yapsın? Neden maddi çevresini ıslah etmeyi dert edinsin? Tapunun beş para etmediği bir düzende neden evine kişiliğinin damgasını vurmaya çalışsın, ya da kırk kuşak sonra insanların hayran olacağı eserler tasarlasın?" sorunuza en azından bir kişi ismi vereyim:
    Sevan Nişanyan

    ReplyDelete
    Replies
    1. Estağfirullah üstadım, olumlu anlamda sıradışı demek daha doğru olur

      Delete
    2. Bu arada senin kafandan birine rastladım Sevan hocam, hani evin bir tarafından koca ağaç çıkaran, yazın serinletmesi için rüzgar kanalları yaptıran, kırsalda biraz organic living tarzı birşey. Dünyada da ses getirmiş → Shaped by Wind: Living in Scily | DeutscheWelle English https://youtu.be/Xab6Uul-nLY

      Delete
  14. Sevan üstat,
    "Yok öyle bir şey. Bir kere atan göçebe filan değildi. Yüzde elliden epey fazlası Rum ya da Ermeniden dönmeydi. Kalanın büyük kısmı da Rum diyarı İslam eline düşünce “fırsat kapısı açıldı” deyip buraya akın eden şehirli Acem ve Araptı." demişsin. Demografiyi bilmiyorum ama ne gam! Zira biz ilhamımizı gökten indigi zannedilen kitaplardan değil,bizzat Sevan Nisanyan'dan aliyoruz; ne diyorsa o. Sonuç olarak bu topraklar Ermeni, Rum, Arap ve Acem ırkının yaşadığı yer uzun bir süreden beri. Kısaca, bu 4 ırk işe yarar bir sistem kuramıyor ve belli ki de kuramayacak deyip, orta Asya'dan göç alıp Türkleştirmek yolu çare olur mu?

    ReplyDelete
  15. Devleti halktan bu kadar ayrı bir yere koymak doğru gelmiyor.

    ReplyDelete
  16. İslam'da suretin her çeşidi haram(resim, heykel, rölyef vs..,), müzik zaten öyle("sesini gınayla yükseltenin omzuna şeytan oturur" - hadis-i şerif). Dolayısıyla Osmanlı'da bunlar hep güdük kalmış. Bu günler, işte o günlerin mirasıdır aslında. Üstad Çetin Altan, vefatından evvelki son yazılarından birinde bunu fevkalade güzel izah etmiş, buraya bırakıyorum → http://www.milliyet.com.tr/yazarlar/cetin-altan/sanat-ve-zevk-1998771/

    ReplyDelete
  17. "Kötü yönetim"in (veya "Türk devleti"nin) resmidir;

    https://akphoto2.ask.fm/765/699/527/1940003022-1rip66j-5o12citmlcj9iqk/original/file.jpg

    ReplyDelete
  18. This comment has been removed by the author.

    ReplyDelete
    Replies
    1. Bizim gibi ülkelerde (Doğu, Asyatik, Türk, Müslüman, adına ne derseniz deyin) "devlet" dediğimiz şey (diğerlerinden farkını belirtmek için tırnak içinde yazılmalı), hemen her şeye hakim olmasının yanı sıra, neredeyse herkesin de geçim kaynağı.
      Zaten tam da bu yüzden her şeye hakim.
      Toplum, ekmeğini "devlet"ten yiyince, "devlet" de mecburen kutsallaşıyor.
      Doğal olarak, "devlet"in sembolü olan, bu nedenle ölümünden sonra bile "devlet" ile eşanlamlı olan bir şahsın kutsallaşması da zorunlu oluyor.

      Bir krallıkta 14 asır önce ölmüş bir dini liderin, bir "cumhuriyet"te de aynı dini lidere ilave olarak, örneğin "zuhuru beklenen" (dolayısıyla, bir bakıma "hayatta" denemeyecek) başka bir dini liderin "devlet" ile eşanlamlı olması, ve onlar için de benzer hakaret ve koruma yasalarının olması gibi.

      Delete
    2. This comment has been removed by the author.

      Delete
  19. Yazını paylaşacağım ama geliyo'n, son aşamada sap yiyip saman şey ediyo'n ya... İşte o zaman paylaşamıyorum. Yahu son cümlen olmasa ya! Yöneticileri söyledin; güzel, tamam ama son cümlende "Türk devleti" deyip azınlık ruhunda kaybolan faşist damara neden sığınıyorsun baba. "Türkiye hükümeti" de, ölür müsün? Hani yazının giriş bölümünde demişsin ya milletin yarısının Ermeni ya da Rum dönmesi olduğunu. Sahiplen şu devleti! Hükümeti batsın ama sahiplen şu devleti. Bugün istediğin gibi yönetilecek olsa ne yapardın? Ayır şu devletle hükümeti artık.

    ReplyDelete
  20. Valla yazara nasıl anlatsak tam olarak bilemiyorum ama bir yerden de başlamak lazım:

    Dünyada ülkeler kabaca gelişmişlik seviyelerine göre şöyle sınıflandırılmış :

    1) Gelişmiş ülkeler.
    2) Gelişmekte olan ülkeler.
    3) Az gelişmiş ülkeler.

    Gelişmiş ülkeler dünya nüfusunun sadece %10'una takabül ediyor.

    Dünyanın kalanı ya Türkiye gibi gelişmekte olan yada az gelişmiş ülke.

    Bu durumda yazara sormak lazım :

    Mesela Meksika neden bu durumda?

    Hindistan neden bu durumda?

    Angola neden bu durumda?

    Kenya neden bu durumda?

    Endonezya neden bu durumda?

    vs.vs.

    Yazar BM kalkınma ajansının raporlarını "hiç okumamış anlaşılan".

    Geri kalmışlığın pek çok nedeni var :

    1) Sermaye yetersizliği.
    2) İç savaşlar.
    3) Yolsuzluklar.
    4) Aşırı nüfus artışı.
    5) Dış müdaheleler.

    vs.vs. pek çok neden var.

    Ama yazar çözmüş işi sorun tevlette tevleti yıksak herşey düzelecek...........

    Ahanda Libya'da tevlet yıkıldı ne oldu?

    Libyalılar artık köle pazarlarında satılıyor.....

    Sevan bana kalırsa "anlamadığın konularda" yazı yazmayı bırak sözlük yaz...........

    ReplyDelete