Thursday, February 2, 2017

2666

Tuhaf ve sarsıcı bir roman okuyorum, Roberto Bolaño, 2666. Daha bitmedi, dokuz yüz sayfanın yarısını geçtim. Sevdim diyemem, ama sevmediğime de karar veremedim. Bitirince söylerim artık.
Orta bölümde, üç yüz sayfa, yüzü aşkın kadın ve genç kız cinayeti anlatmış. Teker teker, ayrıntılı olarak, polis raporu havasında. Ve bir şekilde hiç sıkıcı olmamasını sağlayabilmiş, ki olağanüstü bir başarı, neredeyse imkansız bir şey.
Birinci bölümde farklı üniversitelerden dört tane modern Alman edebiyatı profesörünün Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde katıldığı elliden fazla akademik panel, sempozyum, çalıştay anlatılmış, mikro-gerilimleriyle, dedikodularıyla, bürokratik kördüğümleriyle, oturum sonrası gidilen barlarıyla, bıktırıcı bar sohbetleriyle, bir gecelik ilişkileriyle. Nefes almadan okutuyor.
Tuhaf bir şey anlatı yeteneği, bir tür hipnoz. Ama romanın bütünü ne anlatmaya çalışıyor, henüz keşfedemedim.
Beş gün sonra
Roberto Bolaño için ne diyebiliriz?
Bir, çok iyi bir anlatıcı, dili hipnotik, yer yer şiir kalitesinde. İpe sapa gelmez bir olaylar yığınını, sanki bir anlamı varmış gibi, ya da anlamı olmadığını bilsen de belki bir anlamı bulunur umuduyla sonuna kadar okutuyor. Dokuz yüz sayfa.
İki, gözü çok keskin. Çocukların ya da bazı hayvanların gözleri gibi, içine baktığında insanı ürküten bir berraklıkta. Fotoğraf makinası gibi leş bakışı değil, zeka ve ironiyle ve bazen sarsıcı bir şiirsellikle dolu bir bakış bu, mesela Hamburg’da bir yayınevi sahibinin duvarındaki fotoğrafları sayıp bir dünya ve büyü yaratmayı biliyor.
Üç, özel adların şiirinden haberdar, somut ve tekil olanın adlarda gizli olduğunun farkında. Meksika’nın hayali bir sınır kentindeki mahalle ve sokak adlarından ya da akademik buluşmaların ardından gidilen restoran ve barlardan ürpertici hakikilikte bir öykü kurabiliyor. (Türk romancılarının çok azında vardır o yetenek. Adları baştan savma ve bostan korkuluğu kadar ölüdür. Işımazlar.)
Romanı sevdim mi? Sanmıyorum. Çok kasmış. Çok entel. “Look, Latin Amerika Edebiyatı” diye çok yırtınmış. Hemen peşinden Junot Diaz’ın romanını okuyunca “Hah, işte şöyle!” oluyorsun. Gene de deha kıvılcımı taşıyan bir eser. 2003’te çok erken ölmese Nobel’i havada alırdı bugüne dek.
Buyur, birkaç örnek:
That evening, before they left the village, the baroness insisted on driving up a mountain from which there was a view of the whole area. She saw winding paths in shades of yellow that vanished in the middle of leaden-colored clusters of trees, the clusters like spheres swollen with rain, she saw hills covered in olive trees and specks that moved with a slowness and bewilderment that seemed of this world yet intolerable. (sf. 837)
the moment of revelation, unsolicited and afterward uncomprehended, the kind of revelation that flashes past and leaves us with only the certainty of a void that quickly escapes even the word that contains it. And the ventriloquist knew this was dangerous. Dangerous, especially for people like him, hypersensitive, of artistic temperament, their wounds still open. (sf. 436)
and then Juan de Dios Martinez set his coffee cup on the table and covered his face with his hands and a faint and precise sob escaped his lips, as if he were weeping or trying to weep, but when finally he removed his hands, all that appeared, lit by the TV screen, was his old face, his old skin, stripped and dry, and not the slightest trace of tear. (sf. 534)
words that embarrassed Reiter, because he found them precious and in those days he had declared war on preciousness and sentimentality and softness and anything overembellished or contrived or saccharine, but he didn’t object, since the despair he glimpsed in Ingeborg’s eyes, never entirely dispelled even by pleasure, paralyzed him as if he, Reiter, were a mouse caught in a trap. (sf. 774)
with the particular ridiculousness of self-dramatizers and poor fools convinced they’ve been present at a decisive moment in history, when it’s common knowledge, thought Archimboldi, that history, which is a simple whore, has no decisive moments but is a proliferation of instants, brief interludes that vie with one another in monstrousness. (sf. 794)
En kaliteli çikolatadan daha lezzetli parçalar bunlar, değil mi?
İngilizce çeviri fantastik güzellikte. Yüksek sesle okusan belki tadına daha iyi varırsın. Türkçesi de çıkmış, ama çevirisi neye benzer bir bilgim yok.

No comments:

Post a Comment