“Nostalji umuttan daha güçlü bir itkidir” diye eklemiş. “Umut fos çıkabilir, oysa nostaljiyi kimse yenemez. (Hopes can be disappointed. Nostalgia is irrefutable.)
Aklının bir köşesine yaz bunu. Toplumsal koşullar ne kadar feci olursa olsun, ve onları en nihayet sahadan silen değişim ne kadar rasyonel ve kaçınılmaz olursa olsun, birileri mutlaka çıkıp “ah, eski günler” diye gözyaşı dökecektir.
Al, Abdülhamit. İlk üç-beş yılını saymazsan berbat bir çağdı. Otuz üç sene kasvet, durgunluk, korku, yozluk ve yolsuzluk hüküm sürdü. Seveni hiç yoktu. Nihayet devrildiğinde bütün memleket, genciyle yaşlısıyla, cahiliyle alimiyle, müslimiyle gayrimüslimiyle, delirmiş gibi bayram etti. Birkaç ay geçti, ne oldu? Anı imalatı başladı. “Ah mirim, sabık Hakan zamanında….”
Al Stalin. Otuz yıllık iktidarı kan, katliam, açlık, savaş, ihanet ve korkuyla geçti. Öldü, dünya bir rahat nefes aldı. Sonra özlemeye başladılar. İşin enteresanı, en çok özleyenler o devri hatırlayan yaşlılar değildi, diktatör öldükten sonra doğan kuşaktı. Özlemleri bir şey bildiklerinden değil, belki ana babalarını özlediklerindendi. Daha doğrusu, bugünden şikayetçi olduklarındandı. Demin not ettik: umudu inşa etmek zordur, risklidir, yenilgi ihtimali vardır. Geçmişe sığınmak daha kolay, daha güvenli.
Almanların kahir çoğunluğu daha düne kadar Hitler’i özlerdi, sanki adam ülkenin taş üstünde taş kalmamacasına yıkımına neden olmadı. İngilizler hala eski imparatorluğu özler, sanki irrasyonel ve sürdürülemez bir düzen olduğunu idrak edip kendileri tasfiye etmediler. Beni daha çok hayrete düşüren, Etiyopya’da 2000’lerden sonra çiçeklenen Haile Selassie sevgisi. Ortaçağdan kalma bir sefil serflik rejimiydi. 1970'lerde devirdiler. Şimdi başkentteki Hilton’un lobisinde Haile Selassie büstü ve sergisi, gazetelerin her sayfasında mutlaka en az bir tane Ulu Önder HS güzellemesi.
Kemal Atatürk kültü de farklı değildir, kuşkunuz olmasın. Peki: 1930 ve 40’larda “yarın daha güzel olacak” diye bir umut vardı, bunu inkâr edemem. O dönemi övenler belki bu açıdan bir haklılık payı ileri sürebilirler. Ama o cılız umut parıltısını saymazsan, bu ülkedeki hemen herkes için kasvet, çaresizlik ve korku yıllarıydı. Çok fazla tarih bilmene gerek yok, gazete arşivleri internette duruyor, biraz oku yeter.
Buna rağmen bugün hala birileri “ah Atam, vah Atam” edebiyatı yapıyorsa bunu toplum psikolojisinin tuhaflıkları faslından incelemek sanırım daha doğru olur.
Gelecek korkusudur. Riskten kaçıştır. Umudu taşıyamamaktır.
[1] Mark Lilla, The Shipwrecked Mind: On Political Reaction, NYRB 2016. Altın Çağ dememiş, Eden demiş. Eden’i burada cennet diye çeviremeyiz, çünkü Eden “geçmişteki cennet”tir, Adem ile Havva‘nın kovulduğu yerdir. Oysa Türkçedeki cennet, gelecekteki bir saadeti ima eder.
Mamafih, 2. Abdülhamid'i ve Menderes'i darbeyle devirmek iyi fikirler değildi. Gelen gideni arattı, maziye duyulan romantik hasretin sebebi budur bir yerde. Şunu ilave ediyorum:
"...İslamiyet’in gerek teori, gerek pratik açısından muzır bir akım olduğunu hep düşündüm, hala düşünüyorum. Islah edilebilir mi? Beş sene önce olsa iyimser bir cevap verirdim. Şimdi emin değilim. Fakat ortada taş gibi bir gerçek var. Bu memlekette insanların yüzde yetmişi, sekseni Müslümanlığı ciddiye alıyor ve yakın gelecekte bu durumun değişebileceğine dair hiçbir belirti yok. Bu durumda önümüzde iki yol görünüyor. Ya demokrasi ve fikir özgürlüğü hayalinden vaz geçeceğiz, ya da Müslümanlığın demokrasi ile bir şekilde bağdaşabileceğine dair umut beslemeye ve çıkış yolları aramaya devam edeceğiz..."
Sevan Nişanyan 7 Ağustos 2015