1700’lerin ilk yıllarından itibaren Avrupa bir “Lale Devrine” girdi. Refah ve servette çarpıcı bir artış yaşandı. Fransa’da dönüm noktası biraz daha erken, belki 1680’lerdir; fakat 14. Louis’nin son yıllarının kasvetinin dağılıp toplumun topyekün canlanması 1715’e tarihlenebilir. İngiltere 1688’den itibaren iç savaşın yaralarını aşıp yeni bir döneme girer; 1694’te Bank of England’ın kuruluşu ekonomideki muazzam canlanmanın habercisi olur. Avrupa’nın üçüncü başkenti olan Viyana’nın parlak çağı 1705 dolayında başlar.
Siyasi ve ekonomik güç, her ülkede sayıları yüzleri veya binleri bulan aristokrasinin elindedir. 14. Louis modeli “iğdiş edilmiş” bir aristokrasidir: Askeri niteliğini hızla kaybeden, korunaklı kalelerini terk edip Versailles taklidi, formel bahçeli, yüzlerce konuk ağırlamaya müsait, neoklasik ‘şatolara’ taşınan bir zümre. 1690’lardan itibaren “savaşçı” modeli bıyık ve sivri sakalın modası geçer, bebek poposu gibi matruş suretler norm haline gelir.
Aristokrasinin şanı, beslediği (besleyebildiği) elemanların kalitesidir. Herkes bilir ki dük hazretleri bir simgedir; kafası da fazla çalışmayabilir. Lakin sarayda ve kamuoyunda onu temsil eden personeli ışıltılı olmalıdır. Şatosunda şairler, diplomatlar, filozoflar, yakışıklı gençler, bilim adamları, mimarlar, can yakıcı kadınlar cirit atmalıdır. Bunların hemen hepsi orta sınıflardan gelirler. Birkaçı aristokrasinin düşük kademelerindendir; tek tük de olsa alt tabakalardan gelenler vardır. Aristokratın himmeti ve ihsanıyla yaşarlar. Patronu savunurlar, ama (özellikle 18. yy’ın ikinci yarısına doğru) biraz da hor görürler.
18. yüzyılın parlak isimlerine bak. Voltaire’den Rousseau’ya, Locke’tan Gibbon’a, Haydn’dan Fischer von Erlach’lara dek hepsinin ömrü bir şatodan diğerine misafirlikle geçmiş. Üniversitedeki işiyle geçinen (Kant), yahut kilise veya belediye gibi kurumlarca istihdam edilenler (Vivaldi, Bach) küçük bir azınlıktır.
*
‘Aydınlanma’ (İng Enlightenment, Fr Age des Lumières, Alm Aufklärung) denilen hadise bu zümrenin yarattığı muazzam entelektüel devrimdir. İnsanlık tarihinin en çarpıcı, en üretken, en devrimci fikir ve sanat açılımlarından biridir.
Önceki çağa bir tepkidir. Temel hareket noktası, Avrupa’yı iki yüz yıl meşgul eden din ve mezhep kavgalarının manasızlığıdır. Dini inanç – çağın kabulüne göre – elbette gerekli ve güzeldir; lakin karşı tarafı ikna etme imkanı olmadığına göre, kavgasını vermenin ne anlamı var? İkincisi, yerel töre ve egemenlik kavgalarının önemsizleştirilmesidir. Avrupa’nın hızla homojenleştiği ve tüm dünyaya egemen olmaya başladığı bir çağda, düşünceler, bilgiler ve zevkler de evrensel olmalıdır. Enetelektüel sınıf bugün tahayyül bile edemeyeceğimiz bir ölçüde kozmopolittir: Fransa’da patronuyla bozuşan Rusya’da hami bulur, Almanya’da başlayan kariyerler İtalya’da devam eder, İngiltere’de zirve yapar. Ortak bir dil (Latincenin yerini alan Fransızca) ve ortak düşünce iklimi, evrensellik inancını besler.
Mezhep ve töre eleştirilecekse yerine ne konacaktır? Oy birliğiyle seçilen cevap, Akıldır. Yeterli vakit ve sabırla, akıl her problemi çözebilir. Buyur, evrenin ve fiziğin binlerce yıldan beri insanları çaresiz bırakan sırlarını Newton akılla çözmedi mi? İnsan ruhunun ve toplum yönetiminin sırları da eninde veya sonunda akla teslim olmayacak mı?
Aklın sınıfsal – elitçi – bir kavram olduğu gerçeği pek fark edilmez, ya da fark edilse de göz ardı edilir. Aklın egemenliği, akla sahip olan bir zümrenin egemenliğini varsayar. Biz, yani Aydınlanmış Olanlar, aramızda yeterince sakin ve dürüst bir diyalogla her zorluğun altından kalkabiliriz! Yeter ki akılsızlar gölge etmesin.
Kibirli bir bakış açısıdır. Ancak bu kibirli bakış açısının ürettikleri azımsanacak şeyler değildir. “Aydınlanma”yı kötüleyenler, mesela Voltaire okuyarak derslerini çalışmaya başlayabilirler. O denli keskin bir zekaya, ahlaki metanete, entelektüel cesarete kim duyarsız kalabilir? Hume kadar radikal bir fikir devrimcisi hangi çağda görülmüş? Encyclopèdie gibi muazzam bir kültür projesinin herhangi bir sayfasını tüyleri diken diken olmadan okuyabilecek kaç kişi vardır?
Üslubun zarafeti de ayrı bir lezzet.
*
Elbette Aydınlanma’nın da çağı geçti. Zirvesi ve yıkım noktası Fransız İhtilali idi. Tüm töreleri ve kurumları radikal eleştiriye tabi tutarsan, sonunda kurumlar ve töreler yıkılır. Geriye insan ihtiraslarının çiğ ve kanlı tablosu kalır.
Aydınlanmanın öncüleri, 1760’lardan itibaren – kaçınılmaz bir mantıkla – kendilerini besleyen eli ısırmaya yöneldiler. Atadan kalma tüm töreler sorgulanacaksa, elbette aristokrasi gibi çağdışı bir kurum da o sorgudan nasibini alacaktı. Amerikan Devrimi ile başlayıp Napolyon’la sonlanan süreçte (1776-1815) Avrupa aristokrasisi çöktü. Onunla birlikte, aristokrasinin gölgesinde maddi kaygıları unutup Akıl tapınağını inşa etmeye girişen sınıf da berhava oldu.
Sonraki kuşağın aydınları öncelikle duyguların ve atadan kalma inançların insan davranışlarındaki önemini keşfettiler. İngiltere’de Burke, Fransa’da Chateaubriand ve ondan çok daha nüanslı bir düzeyde B. Constant o keşfin öncüleri arasındadır. Goethe, insanoğlunun akla indirgenemeyecek kadar karmaşık bir varlık olduğu gerçeğiyle büyülendi ve Avrupa’yı büyüledi. Ardından, kalabalıkların gücünden korkma ve kalabalıkların gücüne tapma çağı geldi. Daha gerçekçi ve daha ucuz bir çağdır.
*
Bütün bu süreçlerden habersiz bazı ülkelerde ise, demiryolu yaparak, şapka giyerek ve dini inançları zapturapt altına alarak “Avrupalı” olunabileceğine inananlar oldu.
Cemalettin Nuri Taşçı ile Modernizm üzerine sohbet etseniz dinlemenin tadına doyum olmaz..
ReplyDelete+1000000
DeleteKarşılıklı çok ilginç yerler tetiklenebilir gibime geliyor böyle bir sohbette bana da. Hem yeni şeyler öğreniriz, hem yeni bir level üst bakış açılarına maruz kalırız. Tadından yenmez.
17. asrın son çeyreğinden itibaren, Avrupa'da 1675ler civarında ilk başlar, 50 yıl zarfında müesses hale gelir. İlber Ortaylı, "Barok Devrim" diyor buna.
ReplyDeleteFransa'da dönüm noktası 1682'de Versailles Sarayına taşınma ya da 1685'te Protestan mallarının yağmalanması olsun. İngiletre'de daha II. James 1684'te tahta geçerken dönüşüm başlamıştır ama geleneksel kopuş tarihi olarak 1688 verilir.
DeleteVivana'da Macaristan'ın fethi (1686-1699) ve oradan merkeze akan servetler kilit olaydır. Belvedere'nin inşası (1697-98) dönüm noktası sayılabilir. Ama asıl büyük inşaat furyası 1705'te I. Joseph'in tahta geçmesiyle başlamış görünüyor.
Dönemin Almanya (daha doğrusu Prusya)’daki zirve veya kâbesi de Avrupa’nın en esaslı kültür-sanat ve aydınlanma hâmilerinden Büyük Friedrich’in Potsdam’daki yazlık sarayı San-Souci’dir. 100’den fazla sonatı olan ve Almanca konuşmayı sevmeyen bu tuhaf ve aksi adam, usta bir flüt icracısıymış da...
DeleteÇok iyi ve eksiksiz sayılabilecek bir özet!
ReplyDeleteBugün farklı biçimlerde o kavgaları yine görüyor olsak da bundan bir akıl çağının doğacağına dair bir umut yok. Egemen sınıfa, tutuculuğa nanik yapacak türden zeka ve yaratıcılığı himayesine alacak bir aristokrasi veya benzer bir koruyucu yapı yok çünkü. Bir hamilik müessesesi varsa da mühendisleri yazılımcıları, veri bilimcileri el üstünde tutuyor.
ReplyDeleteBu da bir yandan eğitimle ilgili görüşlerinizi hatırlatıyor. En parlak beyinler bu çağın sistemlerini yaşatıp geliştirmek üzere belli birtakım mesleklere yönlendiriliyorlar.
Hacker da sistemi sabote eder, ama bir Voltaire gibi eder mi? Veya bugünün muazzam dijital sözlükleri ve bilgi kaynakları, Murray'in Oxford sözlüğü gibi, Diderot'nun ansiklopedisi gibi işlevinin yanında birtakım değerleri de yaşatır mı? O devir geçtiyse bugün ufuktaki entelektüel devrim ne olabilir?
neden? koruyucu bir kitle gereksinimi geride kalmadi mi? kalabalilar alikliklarini atmadilar mi? kalabalik "organizma" olmaya yelken acnadilar mi? trolluk muessesi mevcut sistem icin tutunacak dal givi gorunurken aslinda yine sistemi yiyip bitirmeyecek mi? tasima trolle degirmen doner mi?
Deleteumutsuzluk ozlemi bence sacma. umut olmez.
Peki neden Avrupa o aydınlanmayı yaşadıda başka yerler yaşayamadım (yada çok geç ve suni yaşadı).Esas soru bu değil mi hocam.Coğrafyamı,din mi,şans mı nedir aydınlanmayı başlatan ve onun başlamasıyla sonra sanayi devrimini,demokrasi yi modern nhukuku,bilimsel gelişmeyi vs ortaya çıkaran "şey" ya da "şeyler"
ReplyDeleteAçıkçası, şans gibi duruyor; ama bu şansın içine, büyük coğrafi, kültürel, siyasi, sosyolojik ve iktisadi kesişimler, tesadüfler giriyor.
Deleteİyi hoş da, Hoca lafın sonunu bu şekilde bağlamaya mecbur muydu diye sorduran bir yazı. Yani o son cümle kanımca şapka, demiryolu ve dîni zapt-ü rapt almayı getirip kör değneği gibi gene Atatürk’e bağlayan (ve anladığım kadarıyla 1923-38 arasında yapılan herşeyi bu üçüne indirgeyen) fevkalâde sığ bir demagoji örneği.
ReplyDelete1. Öncelikle ’Avrupalı’ olanlar, ’Avrupalı’ (yani bizden daha medenî) oldular da ne oldu? Sonunda neye yaradı o kadar medeniyet, hem sömürgecilik çağı, hem de sonrasında Osmanlı’ya rahmet okutacak ıstırap ve zulümlere yol açmanın dışında ? Marifet midir ?
2. Kıyafet, demiryolu ve dini zapt-ü rapt, Atatürk’ten bir asır önce II.Mahmud’un başlattığı şeyler değil mi? Ayrıca isteyeni sarık, potur ve kuşağında hançerle gezmek, Istanbul’dan Bursa’ya eşekle gitmek, yerlerde sürünerek tahta kaşıkla yemekten, eski yazıdan veya alaturka heladan alıkoyan mı var?
3. Şekil şartları, başta Rusya, Çin ve Japonya olmak üzere Batı’yla arasındaki farkı kapatmak isteyen tüm Üçüncü Dünya ülkelerinin birinci önceliği olmadı mı?
4. ’Avrupalı olmak’ için bu üçünden başka yapılan bir şey yok mu? Modern kanunlar yapmak, daha önce binek hayvanı statüsünde bulunan kadınları okumaya, meselek edinmeye teşvik etmek, opera kurmak, okullara felsefe dersi koymak, fukara bir devletin (olmayan) imkânlarıyla bir sanayi kurmak, traktör getirmek, misli görülmemiş ölçekte aşı faaliyetleri yürütmek ’Avrupalı olmak’ için sarfedilen çabalardan sayılmaz mı?
5. Tam üç asır boyunca iyi, güzel, doğru, pratik, sağlıklı, velhâsıl faydalı her şeye ’gâvur icadı’ diye karşı çıkmış bir Bedevî hurafesi (ve temsilcilerini) zapt-ü rapt altına almanın neresi yanlış? Zaptı (yani Diyaneti) kaldırıp, doğacak boşluğu geçmişte Kadızadeliler ve günümüzde Fetö gibilerinin doldurması memlektin daha mı hayrınadır?
6. Avrupa terakki yolunda önce Papalığın, sonra da tüm ruhban sınıfının çanına ot tıkamak suretiyle zapt-ü rapt altına almadı mı dini ? Onların yaptığı doğruyken, bizimki niye yanlış oluyor?
7. Osmanlı’da zapt-ü rapt altında değil miydi din? Hele ki 17. Yüzyıldan itibaren, devletin işine (ve işleyişine) burnunu sokan Şeyhülislamları tek kelimeyle (’Kaldırın!’) boğduranlar, taşrada yüzlercesini itlaf ve nefyedenler, gerektiğinde kadıları kale kapılarına astıranlar Atatürk, arkadaşları veya babam mıydı ?
8. 1920’ler gibi modernleşmenin bir asırdır kesintisiz devam ettiği bir çağda yalnız mıydı Atatürk ? Bu köşede rahmet ve övgüyle anılan en keskin muarızları Ali Kemal’ler, Damat Ferid’ler ve hatta son Halife Abdülmecid Efendi ve benzerleri, ’Avrupalı Olmak’ ve ’Şekilcilik’ konusunda Ondan daha farklı bir kafada mıydılar ?
Bu liste daha da uzayabilir de, şimdilik bir kaleye bu kadar gol yeter.
"Kimileri hem Türk milletinden olmak, hem de Türk devletini savunmak ama aynı zamanda demokrasi, refah vs. istiyor. Bu ne dediğini bilmemek ve bunların birbiriyle çeliştiğini görmemektir.
ReplyDeleteDescartes, “Düşünüyorum öyleyse varım” demiş. Bu batılılar için doğru olabilir ama her Türk için bu temel önerme şöyledir: “Türk devleti var o nedenle varım”.
Türk milletini yaratan da Türk devletidir. Türk isen “Türk devleti var öyleyse varım” demek gerekir."
https://demirden-kapilar.blogspot.com/2020/03/basta-sayn-devlet-baskanmz-erdogan-ve.html
güzel, yalin, anlasilabilir.
ReplyDeleteSon paragraf çok vurucu��
ReplyDelete