Osmanlı'nın fütuhat çağı 1699'da kapanır. Bunu izleyen 210 yılda Osmanlı'nın yeni bir toprak fethetme çabası olmamıştır. Resmi ideoloji ve kültür buna paralel olarak değişmiş, var olan değerleri korumak Osmanlı-Türk düşüncesinin temel unsuru haline gelmiştir.
Bu durum, 1910'u izleyen iki üç yılda aniden değişir. Enver Paşa öncülüğünde İttihat ve Terakki kadroları, bugünküne şaşılacak ölçüde benzeyen bir üslupla, vatan-millet, şehit, şanlı ordumuz, Cengiz Han, fatihlerin torunları, cihan hakimiyeti vb. sevdasına kapılırlar.
Dönüşümün sebepleri nedir?
1. Sınıfsal. Osmanlı tarihinde ilk kez meşruiyetini saraydan değil ordudan ve "halktan" alan örgütlü bir zümre iktidara gelmiştir. Avamı galeyana getirmenin etkili bir iktidar yöntemi olduğunu keşfederler.
2. Eğitsel. Abdülhamit zamanında kurulan yeni okulların müfredatı, dış dünyaya kuşku ve düşmanlıkla bakan taşra milliyetçiliğini beslemiştir. Yakın dönemde “Atatürkçü” milli eğitim politikalarının da benzeri bir sonuç doğurduğunu söyleyebiliriz.
3. Global. İngiltere ve Fransa'dan dünyaya yayılan emperyalizm cinneti Türk fikir dünyasını da etkilemiştir. İngilizler Afrika'yı, Amerikalılar Filipinleri fethediyorsa biz neden bir şeyler kapmayalım?
4. Diplomatik. Almanya'nın yükselişi Avrupa dengelerini altüst etmiştir. Rusya'nın çökmesi beklenmektedir. O hengamede bize de bir pay düşebilir.
5. Askeri. Abdülhamit zamanında başlayan ve 1908'den sonra hızlanan ordu reformu, Türk Silahlı Kuvvetlerinin artık dünya çapında bir güç haline geldiği inancını beslemiştir. 1912 Balkan Harbi arifesinde Osmanlı basınında Türk ordusunun gücüne dair çıkan yazılar, bugünkü emsallerine taş çıkartır.
Sonuç, Birinci Dünya Savaşıdır. Osmanlı orduları bu savaşta tarihte eşine az rastlanır bir hezimete uğrar. Devlet yıkılır. Zar zor yenisi kurulur. Biraz şansı yaver gittiği için, biraz İngiltere'nin himmetiyle, hiç kimsenin beklemediği kadar az zararla Lozan'dan çıkar.
*
1923-1936 döneminin Türk dış politikası son derece temkinli ve statükocudur. Günahı Enver'e yüklenen İ-T politikası ülkeye felaket getirmiştir. Yeni devlet darmadağındır. İçte egemenliği zayıftır: Lozan sınırları içinde devlet otoritesini kurmak zaman alacaktır. Ordu sefil haldedir. Mali durum felakettir. Güneyde Halep ve Musul, zamanın iki süper gücünün koruması altındadır; o yönde bir teşebbüs düşünülemez. Doğuda Gürcistan ve Ermenistan, keza, Rusya'nın korumasındadır. Doğu Trakya mucize kabilinden elde edilmiştir; henüz doğru dürüst iskan edilmemiştir; Batı Trakya bu aşamada düşünülecek konu değildir.
Mustafa Kemal'in temkinli ve realist kişiliği, genç Türkiye Cumhuriyetinin izlediği barışçı politikada belirleyici olmuş mudur? Bu sorunun cevabını şöyle aramak doğru olur sanıyorum. Başta MK değil de mesela İsmet İnönü, Fevzi, Karabekir, Rauf veya Fethi olsa sonuç farklı olur muydu?
Kişiliklerine baktığımız zaman bu isimlerin EN AZ Mustafa Kemal kadar temkinli ve realist olduklarını, hatta birçok olayda onun gösterdiği fevri çıkışlardan kaçındıklarını görüyoruz. Demek ki belirleyici olan tek liderin feraseti değildir. Zamanın ruhudur – ya da ülkenin gerçekleridir. 1918 felaketinden sonra memlekete akıl ve itidal gelmiştir. O ruha ayak uydurabilener öne çıkmış, uyduramayanlar Tacikistan dağlarında telef olmuştur.
Kaldı ki akıl ve itidal, ülkenin tanımadığı hasletler değildir. Özetle, 1910 öncesine dönülmüştür. Mustafa Kemal’de yahut az önce saydığımız öbür kişilerde teşhis ettiğimiz yaklaşımlar, Tanzimat sonrasında ülkeyi yönetenlerin – mesela Abdülhamit’in, Sait ve Kâmil Paşaların, Âli ve Fuat Paşaların, Mustafa Reşit Paşanın – dış politikadaki ılımlı ve dengeci tutumundan hiç de farklı değildir.
*
Liderin kişiliği belirleyici olmasa da etkili midir? İyi ki başkası değil o varmış başımızda diyecek bir durum var mıdır?
Bu sorunun cevabı kolay değil. 1918-öncesi serüvenlerde MK henüz bağımsız bir aktör olarak rol almadığı için, farklı farklı koşullarda nasıl politikalar izleyeceğini kestiremiyoruz. Enver’in ideolojik saplantılarını ve megalomanisini eleştirdiğini biliyoruz. Ancak bu tavrının nedeni kişilik veya akıl farkı mıdır, yoksa ilk gençliğinden beri hor gördüğü Enver’in – hasbelkader – başa geçmiş olmasının getirdiği bir tepki midir? Onun yerinde olsa farklı mı davranırdı? Bunu bilmemize imkan yok.
Aksini düşündüren ipuçlarına bakalım. Fetih ve cihat ruhunun yeni devirde ilk tezahürü olan Libya macerasında Enver’le beraberdir. 1914-1917’de Cemal Paşa’nın felaketle sonuçlanan Süveyş maceralarına karşı çıktığına dair bir belirti yoktur. 1930 Kürt isyanında ve 1936-38 Dersim harekatında – ikincisinde İnönü’nün sert muhalefetine rağmen – izlediği politikalar da, yurtta ve cihanda sulh ilkesine gönülden bağlı biri izlenimini vermez.
Sonuç olarak, ülke koşullarının gerektirdiği mutedil ve barışçı politikalara ayak uyduracak kadar gerçekçi biridir. Fakat sınırsız iktidarın getirdiği megalomaniden nefsini koruyacak kişilik gücünden yoksun olduğunu söylemek, sanırım haksız bir yargı sayılmaz.
*
1930’ların ortalarından itibaren dünya dengeleri yeniden değişir. Almanya’da Hitler’in genişleme politikaları başarılı olacak görünür. Yeni bir dünya savaşı ufukta belirir. Yurtta sulh cihanda sulh politikası hızla gözden düşer.
1936’yı izleyen üç yılda Türkiye, kısmen askeri tehdit ve kısmen diplomatik pazarlık yoluyla Hatay’ı ele geçirir. 1699’dan bu yana Türkiye’nin kazandığı ilk toprak parçasıdır. Fetihtir. On üç yıllık bir aradan sonra Türkiye Cumhuriyeti toprak genişletme politikasına geri dönmüştür.
Hatay’ın alınması iyi mi oldu? Kürt isyanlarının kan ve ateşle bastırılması iyi mi oldu?
Bu soruların cevabını vermek için vaktin henüz erken olduğunu sanıyorum. İlkinin net sonucu Türkiye ile Suriye ilişkilerinin bir daha düzelmeyecek şekilde zehirlenmesidir. 1940’lardan itibaren sürekli olarak kanayan bu yara her iki ülkede Kürt meselesinin içinden çıkılmaz bir hal almasına yol açmış, sonuçta bugünkü felaketlere zemin hazırlamıştır. Fransa’dan 1946’da bağımsızlığını kazanan Suriye’de Türkiye fırsatçı hırsız yerine “büyük ağabey” rolünü oynamayı tercih etse bugün nerede olurduk? Fırat doğusunda Kürtlerin katili değil hamisi rolünü oynayan bir Türkiye bugün daha mı zayıf daha mı güçlü bir devlet olurdu?
Cevapları bildiğimi iddia etmeyeceğim.
------------
Bu yazıdan birkaç gün önce şöyle bir not paylaşmıştım. Ona gelen tepkiler üzerine yazdım.
“Yurtta Sulh Cihanda Sulh” nedir, ne anlama gelir. Var mı bilen?
1931'de Balkan Paktı müzakereleri bağlamında söylenmiş bir sözdür. İtalya ve Macaristan'ın I. Dünya Savaşı sonrası statükoyu bozmaya yönelik çabalarına karşı bir Balkan ittifakı yaratma çabasının ifadesidir. Türkiye'nin Lozan düzeninden memnun olduğunu bildirir.
Yurtta ve cihanda sulhten söz eden zat, 1936'dan itibaren kapsamlı askeri operasyonla Dersim'i yerle bir eden, 1937'de Hatay'ı Suriye'den koparmak için orduyu Adana'ya sevkeden kişidir.
Siyasetçilerin her sözüne inanmamak aklın gereğidir.
Sevan bey merhaba,
ReplyDeleteResmi Türk tarih tezinde Hatay'ın nüfusunun çoğunluğunun Türk olduğu iddia edilip meclis kararı ve halk isteğiyle Türkiye'ye katıldığı söyleniyor. Ancak 2011 yılında Vatan gazetesinin bir haberi olan Google'a "Hatay parayla mı alındı?" Şeklinde yazarsanız bambaşka bir hadise karşımıza çıkıyor. O dönem Hatay devletinin Türkiye'ye katılması için Fransa'ya 7 Milyon Frank ödenmiş olduğu Başbakanlık Cumhuriyet Arşivinden çıkan 1940 tarihli kararname ile gün yüzüne çıkmış. Kararnamede Refik Saydam,İsmet Inönü'nün de imzası var. Ayrıca dediginiz gibi bu dönemde Fransayla neredeyse bir çok kez savaş haline gelinmiş ancak ikinci dünya savaşının çanları çalması Fransa'nin buradan parayla çıkışını kolaylaştırmış. Bu hadiseyi duyunca çok şaşırmıştım belki bilmediğimiz neler var, belki bu yaşananlardan tarihçi olarak geçinen kimselerin de haberi yoktur...
Haber linki şurada;
Deletehttp://m.gazetevatan.com/amp/hatay-i-fransizlar-dan-7-milyon-frank-a-aldik-413835-gundem/
Bu durumda Kars'ın Ruslar'dan geri alınması da toprak kazanmak anlamına mı gelir?
ReplyDeleteEvet, çünkü bunun için çok mücadele edildi. Kars veya Anadolu Kâlû Belâ'dan beri Türk misyonunun bir parçası değildi. Fakat çok küçük ve detaylı hazırlanmış algılarla buna alıştırılmış bir insan grubu var. Örneğin 1299 Osmanlının kuruluşu, niye 1300 değil, oysa bir çok tarihsel atıf 1300 leri bile geçiyor kimi yerde, eskilik atfetmek ve beynin bilinç altına yerleştirmek ve zamansal algısı ile oynamak. Küçük hinlikler ile yapılmış şark kurnazlığı cahillikleri ve ıssıza geçip kıs kıs gülmek :):
DeleteCevabini bildiginiz ama kopya cekilmesin diye endiselendiginiz deli sorular
ReplyDeleteOsmanlı'nın Avrupa'daki fütuhat devri 1686'da Budin'in(Budapeşte) kaybıyla biter. Fakat resmen 1699'daki Karlovitsa Muahedesi ile nihayete erer. Ancak Osmanlı'nın fütuhat devri tam olarak 1736 Konstantiniyye Muahedesi'yle kapanır. https://en.wikipedia.org/wiki/Ottoman–Persian_Wars
ReplyDeleteGelgelelim Osmanlı, 1739 Belgrad Muahedesi ile de Avrupa'da Habsburg Avusturyası'na kaybettiği toprakların fazla olmasa bile bir kısmını geri alabilmiştir. https://en.wikipedia.org/wiki/Treaty_of_Belgrade
Osmanlı Devleti(Devlet-i Aliyye) 1302'de Bapheos Muhaeabesiyle başlar, 1922'de son bulur.(1922-1302=620)
Ayrıca bir de şimdilerde unutulan, 1933'te Kuşadası'nda meydana gelen "Kanapiçe Koyu Hadisesi" olmuştur ki, Türkiye ile İngiltere savaşın eşiğine gelmişlerdir. İnönü'nün araya girerek Atatürk'ü teskin etmesiyle işin daha fazla büyümesinin önüne geçilmiştir. Ancak 1936'dan itibaren Atatürk, (Tevfik Rüştü) Aras ile devamlı biraraya gelip, Yunan ve (12 Adadaki) İtalyan makamlarıyla da temas halinde bulunarak, bazı küçük Türkiye'ye ilhak etmişlerdir.
ReplyDelete"...bazı küçük adaları Türkiye'ye..." olacak. Sözcüğü atlamışım.
DeleteKanapiçe Koyu Hadisesi kaynakları:
ReplyDeletehttp://tdpkrizleri.org/index.php/features-mainmenu-47/joomla-stuff-mainmenu-26/treaties-agreements/item/277-kanapice-koyu-olayi
http://kanapice.blogspot.com/2017/08/gerekirse-er-musa-icin-britanya.html
Hem şu var ki, İngiltere 1940'ta Türkiye'ye, Almanya'ya karşı kendi yanında 2. Dünya Savaşı'na girmesi halinde, savaş sonunda mükafat olarak Musul-Kerkük ve 12 Adalar'ı teklif ediyorlar. İsmet İnönü teklifi reddediyor.
ReplyDeleteCOVID-19 ile mucadele ettigimiz bugunleri gorunce, 1918 yilinda ortaya cikan ispanyol gribinin itilaf devletlerine verdigi zararin kurtulus savasinin kazanilmasindaki rolunu merak etmeye basladim.
ReplyDeleteİspanyol gribinin, 1. Dünya Harbi'nin erken bitmesine sebep olduğu rivayet edilir. Anadolu'da o zamanlar, dünyanın geri kalanına nisbetle salgın az yayılmıştır.
Delete"1936’yı izleyen üç yılda Türkiye, kısmen askeri tehdit ve kısmen diplomatik pazarlık yoluyla Hatay’ı ele geçirir. 1699’dan bu yana Türkiye’nin kazandığı ilk toprak parçasıdır. Fetihtir." diyor Sevan kardeşimiz.
ReplyDeleteYüzde yüz doğrudur. Birkaç yıl önce İletisim Yayınları, Hatay'ın nasıl feth edildiğini konu edinen bir kitap yayınladı.Bende var, aradım, ama evimdeki karışıklık içinde bulamadım. İsteyen Googolelayıp kolayca bulabilir. Ödenen milyonlarca rüşvet, çevrilen entrikalar ve 2.Dünya Savaşı arefesinde Türkiye'nin desteğine duyulan ihtiyaç yüzünden Fransa'nın Suriye'ye ihaneti...Özetle, Hatay'da 1930'larda sayım üstüne sayım yapılıyor.Türk nüfus daima azınlıkta ve yüzde 44 olarak çıkıyor.Yüzde 64 çoğunluk Arap, Ermeni, Süryani vs unsurlardan oluşuyor. Sonunda, alavare, dalavare, rüşvet, tehdit ve Fransa'nın yardımıyla tekrarlanan sayımlar sonucunda Türk nüfus yüzde 50'nin üzerine çıkartılıyor ve Hatay Türkiye'ye katılıyor.
Sevan Kardeşimizin zikretmediği ikinci bir T.C. fütuhatı var: Kıbrıs...Adadaki Türk nüfus yüzde 18, Rum nüfus yüzde 82...(Hatay'dakinden çook farklı olan nüfus yüzdelerine DİKKAT.) Emperyalistlerin şahı İngiltere, kendi stratejik menfaatlerinin gereği olarak Kıbrıs meselesini Türkiye'de milli bir mesele haline getirmeyi kolaylıkla beceriyor. Lafı uzatmayalım, 1960'da, dünyada eşi benzeri olmayan ucube bir anayasa çerçevesinde Kıbrıs bağımsız bir devlet oluyor ve nüfus oranı sadece yüzde 18 olan Türk cemaatine devlet teşkilatı içindeki makamlara/görevlere yüzde 30, yüzde 40 oranında katılma imkanı tanınıyor.(Yetenekli adam olmadığı için Türkler bu makamlara getirecek eleman bulamıyorlar.) Ayrıca, yüzde 18'lik Türk nüfusa, yüzde 82 oranındaki Rum cemaati tarafından seçilen Cumhurbaşkanının yanında bir Türk Cumhurbaşkanı Yardımcısı atama yetkisi veriliyor. Üstelik bu zat, devletin birçok işlemlerini/kanunları veto etme hakkına sahip oluyor. Bugün Kıbrıs sorununun başımıza nasıl bela olduğunun nedenleri bunlar....Mantıktan, izandan,vicdandan, hakkaniyetten, nesafetten biraz nasibini almış olanlarımızın, yukardaki veriler ışığında Hatay ve Kıbrıs fütühatımız üzerinde (mümkünse) insaflı olarak biraz düşünmelerini ümit ve temenni etmek istiyorum.
Hatay’da azınlık Türkler’in nüfusu %44, geri kalanlar da %64 demişsiniz. Bu ikisinin toplamı %108 ettiğine göre anlaşılan burada bizim bilmediğimiz türden bir matematik söz konusu (!) Ayrıca Nusayri’ler, Arapça konuşmalarına rağmen, hiç bir devlet geleneği olmayan Sünni ve yobaz bir çoğunluk içinde yaşamak istemedikleri için Plebisitte Türkiye’den yana oy kullandılar. Basit gerçek budur. Gerisi de palavradır.
DeleteAyrıca başkaları Türkiye’nin topraklarını gasp ederken başları hiç bir şekilde belaya girmediği halde, Türkiye’nin gerektiğinde buraları geri almasının başını nasıl ve niçin belaya soktuğunu da anlayamıyorum. Bu mantığın hangi iz’an, vicdan ve hakkaniyetle bağdaştığını da. İşkembe-i kübrâdan fırlatıldığı izlenimi veren %18 oranındaki Kıbrıs Türk nüfusuna gelince, neredeyse bir asra yakın kesintisiz devam eden Rum vahşetinden varını yoğunu bırakarak kaçmak zorunda kalmış ve bugün Türkiye, İngiltere ve Avustralya’da yaşayan Kıbrıslı Türklerin sayısını araştırmanız, size bu oran konusunda daha gerçekçi bir fikir verebilir kanaatindeyim. Öte yandan bugünkü duruma bakarsak, ’Yetenekli adama sahip olmayan Türkler’den’ sadece Dr. Fazıl Küçük’ün bile Başpiskopos Makarios ve halefleri gibi on hamam böceğini cebinden çıkarabilecek kıratta bir lider olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bugün Türkiye’nin üç gemiyle birden ada açıklarında sondaj faaliyeti yürütmesini kim engelleyebiliyor ? Bulması halinde doğal gaz rezervlerini de anasının ak sütü gibi helâl etmesini kim engelleyecek ? Kimin başı belada ?